EDEBİYAT araştırmacılığı sabır, dikkat ve azim ister.
Bildiğimden değil, sadece tahmin ediyorum. Tahmine devam ederek diyorum ki, “Titiz
çalışmayan başarılı olamaz”. Sadece edebiyat değil, her alanda böyle olsa
gerek.
Belki de bu sebeple çok yok edebiyat araştırmacısı.
Mehmet Nuri Yardım, yıllardır bu alanda çaba sarf
ediyor.
“Edebiyatımızın Güleryüzü” çalışması, genişletilerek
yeniden yayınlandı.
Hoca Ahmed Yesevî’den başlayan kitap, Mevlâna, Şeyhî,
Firdevsî, Zâtî, Fuzûlî ile devam ediyor ve Osmanlı döneminden günümüze kadar
uzanıyor. Yazar, şair, müzisyen, devlet adamı ve düşünürün hayatından nükteli
anları en yalın hâliyle okuyoruz.
Nükte, yazarımız için önemli bir husus.
“Bir olay, kişi, durum üzerine, zekâ inceliğine, bilgi
birikimine dayanan, vurucu, çarpıcı, kısa ve anlamlı bir şekilde, insanı
tebessüm ettiren söz sanatı” olarak tarif ediliyor.
Ardından şöyle özetliyor: Târih boyunca bu sanatın
incelikleri, örnekleri sergilendi. Kimi yılları, asırları aştı, günümüze kadar
ulaştı. Dilden dile dolaştı, hatta deyim oldu çıktı…
Kitabın son kısmında yer alan isimler ise Mehmed
Niyazi, İsmet Özel, Vehbi Vakkasoğlu ve Mustafa Kutlu.
416 sayfalık kitaptaki nükteler Mustafa Kutlu ile
bittiğine göre, ikinci cildi gelecek ve nükteye dair merakınız varsa, orada
başka tanıdıklara da rastlayacaksınız demektir.
Fakir-zengin pek çok tanıdık çıkacaktır karşınıza.
Bu tespit, güvenilir kaynaklardan alınmış bilgiye
dayanmıyor.
Tam anlamıyla tahmin de sayılmaz.
Doğrusu şu ki, ikisinin arası.
“Edebiyatımızın Güleryüzü” adlı eserde yer alan
isimler doğum târihine göre sıralandığı için, 1947’den sonrakilerin de bir cilt
edeceği aşikâr.
Daha önce olmuştu. Yeni baskıda genişletilmiş şekilde
bekleyebiliriz.
Beklerken boş durmayalım, “Bismillah” diyerek
örneklere bakalım…
*
Hoca Ahmed Yesevî (1093-1166) dağ bayır dolaşmaya
çıkmış. Çok yorulunca bir kır evine konuk olmuş. Ev sahibi kendisine sıcak,
renkli bir içecek ikram etmiş. Bunu içtikten sonra Hoca’nın bütün yorgunluğu
geçmiş, kendini pek zinde hissetmiş. Ev sahibine içtiğinin ne olduğunu sormuş.
O da “Çay” diye cevap vermiş.
Hoca duasını yapmış: “Çayı içen şifa, yapan safa
bulsun.”
Derler ki, o gün bugündür kelâm ve kalem ehli çay tiryâkisi
olup onun muhabbetinden vazgeçmemiş.
Nükte üzerine kurulu kitap için ne güzel bir başlangıç
olmuş.
Aziz kardeşimiz Kahraman Gündüz’ün sıkça dile
getirdiği üzere, çay, bizim yakıtımız sayılır.
Hiç abartmadan diyebiliriz ki, çaysız kalmış bir şair
veya yazarın hayatından endişe edilse yeridir.
*
Firdevsî (940-1020) büyük şair, Timur (1336-1405) da
büyük komutan.
Timur İmparatorluğu’nun kurucusu ve ilk hükümdarı olan
Türk-Moğol imparator… 1370’ten itibaren düzenlediği seferlerle günümüzdeki Orta
Asya, Rusya, İran, Hindistan, Afganistan, Kafkasya, Ortadoğu ve Anadolu’nun
büyük bir bölümünü ele geçirdi.
Timur, mevcut satranca yeni taşlar ekleyip kendi adını
taşıyan bir oyun geliştirecek kadar zeki ve becerikli bir komutandı.
Sağ ayağı aksak kalacak şekilde darbe
aldığından, “Aksak Timur” anlamına gelen Farsça “Timur-i leng”, Türkçeleşmiş
olarak “Timurlenk” denilirdi. Batılılar tarafından ise
“Tamerlane” ismiyle anılırdı.
Kitaptan Timur ile ilgili nükteye
bakalım:
İran’ı işgâl eden Aksak Timur, büyük şair Firdevsî’nin
mezarını ziyarete gider. Gazneli Mahmud’un teşvikleriyle “Şehnâme” isimli bir
şaheser yazan şairin memleketine sevdasını bildiği için, şöyle söyler:
“Başını topraktan kaldır da İran’ın elimizdeki hâlini
gör.”
Ancak daha sonra Firdevsî’nin kendisine ne cevap
vereceğini merak eder ve Şehnâme’den rastgele bir yer açtırır adamlarına.
Karşılarına şu beyit çıkar:
“Aslanların geçip gittikleri bu çimenlikte şimdi topal
tilki avlanıyor.”
Rengi sararan ve morali bozulan Aksak Timur, kitabı
yere atarken haykırır:
“Vallahi Firdevsî ölmemiştir!”
*
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi hocalarından, Toktamış Ateş’in babası Prof. Dr. Ahmet Ateş, hanımının öfkesinden çok korkar, mecbur kalmadan eve pek gitmek istemezdi. Öyle ki, tatil günlerinde bile fakültedeki odasında çalışırdı.
Bir tatil gününde öğrencileri hocalarını ziyaret etmek
ister ve evinin kapısını çalarlar. Karşılarına çatık kaşlı hanımı çıkar.
Öğrencilerinden biri kibarca sorar:
“Ahmet Ateş Bey burada mıdırlar?”
Hocanın hanımı dumanı tüten ateş gibidir:
“Hâddine mi burada dırlasın, gider fakültede dırlar!”
*
Buradan ilham alarak, yerinde bir tespitte bulunalım:
Yazar, şair veya hoca, her kim olursa olsun, nerede
dırlayacağını bilmeli…
Her şeyin yeri var.
Yerini bulmuş nükte, kilit taşı gibidir.
Bulamadıysa, salla gitsin!
Virgülsüz, noktasız edebiyat nasıl mümkün değilse,
nüktesiz de olmaz!
Hele yazar şair takımının (“sanatçı” demeye
çekiniyorum, çünkü ekranda hoplayıp zıplayarak bağıran, baldırı çıplak takımı
akla geliyor çoğunun aklına) hayatı nüktesiz geçmez.
Necip Fazıl’ın Aziz Nesin’e imzaladığı bir kitabını
görmüştüm.
Adından sonra virgül, soyadından sonra soru işareti
koymuş, bırakmış üstat.
Şöyle: “Aziz, Nesin?”
*
Edebiyatımızın Güleryüzü’nde yer alan Aziz Nesin’den
bir hatıra ile sözü tamam edelim:
Aziz Nesin, Halil Lütfi Dördüncü’nün sahibi olduğu Tan
gazetesinde çalışıyordu. Yazar, bir gün patrondan elli lira avans ister. Halil
Lütfi, avansı ne yapacağını sorar. Nesin, “Bir alacaklım gelecek, ona
vereceğim” der.
“Peki, alacaklın gelince gel, al parayı…”
Aziz Nesin parayı hemen almak için ısrar eder, patron
da kendi düşüncesinde diretir. Bu çekişme uzayınca, Aziz Nesin, “Niye şimdi
vermiyorsunuz?” diye sorar.
Halil Lütfi, sâkin sâkin düşüncesini açıklar: “Yahu,
insanlık hâlidir. Bakarsın, alacaklın ölüverir, borcunu ödemekten kurtulursun.
Veya bakarsın, alacaklın gelinceye kadar sen ölürsün, o zaman da ben avans
vermekten kurtulurum.”
Aziz Nesin, patronuna ağlamaklı bakar:
“Benim şansım yoktur Lütfi Bey, ne alacaklım ölür, ne
de ben ölürüm. Bende bu şanssızlık varken, siz ölürsünüz de alacaklıya ben
rezil olurum.”