ELİMDEKİ makalelerle çalıştığım bir esnada, sosyal medya platformlarından
birinde mesaj kutuma bir ileti düştü: “Selâmlar Dostum, cep numaram…”
Allah Allah! Öyle
şaşırdım ve heyecanlandım ki… Kitaplarını, en çok da hakkında fetva verme
iştiyakı dahi hissedilmiş olan “Türkiye Sevgisi İmandandır” adlı kitabını
okuduğunda canı közlenmiş biri olarak çok sevdiğim, kıymet verdiğim, ancak bir
türlü ruberu tanış olmak fırsatını bulamadığım için ancak sosyal medyada takip
ettiğim ve onun da bu fakiri kırmayıp takip ettiği Ebubekir Kurban, muazzam bir
jestle “Haydi tanış olalım!” demişti.
Bilenler bilir,
Kayseri Develili bu fakir. Ebubekir Kurban Ağabey de öyle. Bilenler bilir,
Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun rahle-i tedrisatından geçti bu fakir. Ebubekir
Kurban ise, siyaseten durduğu noktayı o Şehidin kabri olarak beyan etmiş bir
isimdir. Hem kan, hem can anlamında bir arada olsak da cismen yan yana
gelememiş olmak hazindi doğrusu. Babamsa, kendisine aklım yettiğinden beri kanı
ve canıyla bir arada olduklarının mutlaka yanında da olmuştur. Tabiî Ebubekir
Kurban Ağabeyle de aynı şekilde… Ebubekir Ağabeyin bu fakire yazması da o
yüzden… Yani bu fakirin ulaşması gerekirken, Ağabeyin ulaşarak tanış olmaya
davet ettiği garip bir hikâye ile yan yana geldik Ebubekir Ağabeyle. Affetsin!
“İsmet Saat Kaç”,
“Gariplerin Kitabı”, “Ben Bir Dağın Ağacıyım”, “Kurban Olduklarım”, “Türkiye
Sevgisi İmandandır”, “Baba Adı: Âdem, Ana Adı: Havva” ve bugüne kadar yazdığı
tüm gazete yazılarıyla bu memleketin “gariplerinin” iştahla takip ettikleri
Ebubekir Ağabeyle Taceddin Dergâhı’nda bir araya geldik. Hamdolsun! “O sordu, o
cevapladı” diyebilirim, zira suskunluğum asaletimden değil, karşısında o güne
kadar niçin kendisine ulaşmayışımın nedameti ve muhabbetimdendi. Bir de
gönderdiği türküler var ki…
Türküler bende,
muhabbet sizde kalsın, buyurunuz…
***
“Türkiye sevgisi imandandır”
·
Ağabey, ismi en çok benimsenen ya da
eleştiri alan kitabınıza “Türkiye Sevgisi İmandandır” adını vermişsiniz.
Kitapta anne ve baba gibi kişilerin yahut aidiyet duyduğumuz diğer kavramların
da vatanımız olabileceğini söylüyorsunuz…
İnsan dünyaya kendi
kavramlarıyla bakar. Kendi sözüyle anlamaya çalışır hayatı. Milletler de öyle.
Kendi sözüyle, kalbiyle yaşayanlar sahici olanı isterler. Hakeza, kendi sözü,
dâvâsı olan milletler büyük kültürleri, büyük rüyaları yaşatırlar.
Bir yeri vatan
belleyebilmek için oraya aidiyet duymak gerekir. Annemiz, babamız, aidiyet
duyduğumuz her ne ise orası bizim vatanımız. Kalbimi ve sözümü taşıyabildiğim
her yer vatanım benim!
Buradan, Türkiye’den
konuşuyoruz. Allah buraya açtı kalbimizi. Kalbimizi açtığımız yer, gariplere
sığınak. İnsanlar “bir yer”den bakarlar
dünyaya; bir yerden bakarsanız her yeri görebilirsiniz. Yoksa baktığınız bir
yer, ne göreceksiniz, ne söyleyeceksiniz dünyaya? Türkiye, annemizin, kalbimizin,
dostlarımızın vatanı. Durduğumuz ve baktığımız yerin adı. Ben bu toprakların
canlı olduğunu düşünürüm. Gariplere de can ve sığınak olduğunu bilirim. Tabiî
gariplere Bosna da sığınak olabilir, Kerkük de, Filistin de. Ama onlar da
buraya sığınıyorlar; çünkü bir istinatgâha ihtiyacı var mazlumların. Nasıl ki
bedenin istinatgâhı kalpse, mazlum coğrafyaların istinatgâhının da bu topraklar
olduğunu düşünüyorum. Tarihimiz, hayatımız söylüyor bunu. Kalplere sınır
çizilemez. Annemizle ve sevdiklerimizle aramızda bir sınır olmaz. Mazlumların
arasında da sınır olmaz. Bir de şunu biliyoruz: Mazlum, kendi kalbini dinlerken
daha büyük bir kalbe ihtiyaç duyar. Bu topraklar daha büyük bir kalptir.
“Bizimle hangi söz, hangi vatan
ebediyet yolculuğuna çıkar?”
·
Kitabınızın ilk bölümünde Şeyh
el-Arabî ed-Derkavî’den “Sen Allah’ın olursan, Allah da senin olur” sözünü
iktibas etmişsiniz. Bizler vatan saydığımız her şeyle bu kadar ilişkili varlıklarsak,
vatanımız Allah’ın olursa, Allah da vatanımızın olur mu? Modern dünyada
vatanımızı Allah’ın kılmak için bize düşen görevler nelerdir?
İnsan kendini,
Allah’ı, vatanını konuşurken kıymetli bir şey yapıyordur. Allah’ı konuşuyorsak
kendi kalbimizi konuşuyoruzdur esasen. Kendimizi konuşurken de Rabbimizi
konuşmuş oluyoruz. Nasıl ayrılacak onlar birbirinden? Şüphesiz, insanı yaratan
Allah, insanı insandan daha iyi bilir. İnsana kalbi bahşeden de O; büyük nimet.
Kalp, insanın Allah’a bir hediyesidir. Kalpten
çıkan tekrar kalbe girermiş. Allah’ı, kendimizi ve vatanımızı kalbimizden gelen
sesle konuşmak gerekir. O ses
kendimizi keşfetmemize vesile olur. Sözün en güzelini söylemek düşer bize.
Allah’la iletişimde
bulunmak, aynı zamanda insanla iletişim anlamına gelir. İnsanın insanla kurduğu
münasebet de insanın Allah’la kurduğu münasebet gibidir. Allah’ı bulunduğumuz
dünyanın dışında düşünmek gibi bir seçeneğimiz yok. Bu bizim elimizde değil; çünkü
O her yerde. Döne döne kendimizi konuşurken, aslında döne döne Rabbimizi de
konuşmuş oluyoruz. Biz nereye gidersek gidelim, neyi konuşursak konuşalım,
orada o var çünkü. Sözün en güzelini de, bizi hakikate götürdüğü için konuşmuş
oluyoruz.
Sevgiyi merkeze
koyunca, Allah’ı merkeze koymuş oluruz. Rabbimizin muhabbeti var bize; bir de o
muhabbetle birlikte anlattıkları… Onları anlamaya çalışırken kendimizi anlamaya
çalışırız. Allah’ın bizi gönderdiği yerde, kalbimiz, annemiz ve gariplere
sığınak olan vatanımız var. Bizim hakikatle temasımızı sağlayan dünyanın
kapıları oradan açılıyor hayata.
Bir de gâvurların yani
bizi kalpsiz ve vatansız bırakmak isteyenlerin kurdukları bir dünya sistemi
var. O sistem bize, “Şunları konuşun, şunları hissedin, şunları konuşmayın,
şunları hissetmeyin” diyor. Bu sistemin içinde “anne” kavramının tanımını
yeniden yaparsak, ona “bakıcı” demek zorunda kalırız. Başınızı omzuna koyup yol
yürüyeceğiniz bir ilişkiyi o sistem kaldıramaz. Hakk’ı, güzelliği perdeleyen
insanların böyle bir dünya sistemi var işte! Onlar için vatanın da, arkadaşın
da, aşkın da çok önemi yok.
Kalbimizi Allah’ın
kılarsak, bir adım atmış oluruz. Dostlarımızın, başımızı omzuna yaslayacağımız
insanların ülkesinde, gariplere sığınak olan bir ülkede kalbimizin neşesini
unutmazsak, o gâvur sisteminin dışında kalmayı başarabilir, vatanımızı Allah’ın
kılabiliriz. İnsanın bir kalbi varsa, ona savaş açmış olan dünya sisteminin
dışında tutmaya çalışır kalbini. Bir rüyanın peşinden gider, bir vatana
yönelir. Rüyamız, türkümüz, duamız… Dünya sisteminin istemediği ne varsa
tutunacağız onlara. Yumruksa yumruk, şarkıysa şarkı, bilgiyse bilgi… Bizi dünya
vatandaşlığından koruyan ne varsa onlarla arayacağız vatanımızı Allah’ın
kılmanın yolunu. Bu toprakların türküsünü söyleyerek aramaya devam edeceğiz.
Dünya sisteminin bizi çağırdığı yeri biliyoruz: Cehennem… Bizse Cennet’e gitmek istiyoruz. Bizimle hangi söz, hangi vatan ebediyet yolculuğuna çıkar? Bu sorunun peşindeyiz. Muhabbetle Cennet’e gitmek istiyoruz yani. Bu muhabbet, insanlığa da çok iyi gelebilecek bir şey. Biz muhabbetle, neşeyle, vatanımızı Allah’ın kılarak Cennet’e gideceğiz, onlarsa somurtarak Ebu Leheb’in yanına. E gitsinler!
“Menfaat aşkı siler”
·
Kitabınızda “Dost” adında bir bölüm de mevcut. Siz menfaat-dostluk ilişkisi hakkında neler söylemek
istersiniz?
İnsan tek başına yola
çıkar bana göre. Bir başına, hakikate doğru yol alan adam, başlı başına bir
âlemdir; çünkü tek başına yola çıkarken kalbinin peşinden gitmeyi göze
almıştır. Kalbini temiz tutmayı istediği için, ona dikkat ettiği için yola
çıkmıştır. Yani spotlara, ışıklara ve parıltılı dünyalara tebessüm ederek
bakandır yola çıkmış adam. O parıltılı dünyadan sade ve sahici olana yönelen
insan, evet, tek başına bir âlemdir.
Sade ve sahici olan
neresi? Meselâ Malatya’nın Arapgir ilçesi… Oraya doğru bir adamın yöneldiğini
düşünün… Kim var orada? Fethi Gemuhluoğlu… Muhabbet duyuyoruz onun hayatına.
Herkes New York’a açılmak isterken, bir adam niçin Arapgir’e gider? Bir dostu
bulmak için… Orada bir menfaat olamaz, gerçekten Hakk’ın rızası vardır.
Başınızı omzuna koyabileceğiniz bir adamı görmek için gidersiniz. Konuşmak da
şart değil üstelik. İşte ben, Arapgir’e, Fethi Gemuhluoğlu’na yönelen adamın ehlullahtan
olduğunu düşünürüm!
Tabiî öbür taraf da
ehlullahtan… En nihayetinde birisi İstanbul’dan Arapgir’e dostu görmeye giden,
öbürü ise “Günahlarınızı bile aşkla işleyin” diyen kişi… O iki insan,
kalplerinin karşı karşıya gelmesini isterler. Zaman zaman görüşmek isterler.
Dışarıdan biri onları izlese bir şey anlamayabilir o görüşmeden. Ve “Oturdular
bir iki saat, birbirlerine baktılar; ne olduğunu anlamadım” deyip
geçiştirebilir mevzuyu. Gerçek öyle mi? Değil! Onlar gönül diliyle konuşmuştur
oysa. Sizin saatlerce, hatta bir ömür konuşacağınız mevzuları, memleket
meselesini, garipleri ve dünyanın gidişatını birkaç saat içinde konuşmuşlardır
ve oradan neşeyle, muhabbetle ayrılmışlardır.
Burada menfaat
olabilir mi? Hayır! Aşk var orada. Menfaat aşkı siler. Muhsin Yazıcıoğlu da
olmaz, Arapgir de olmaz, Mahir Damatlar da, Emir Sultan da olmaz menfaat olan
yerde. Dostlar yürür giderler türkülerle, Cennet’e, ebedî olana... Cennet’e
gidecek olanın acelesi yoktur; zaten burada da prova yapıyorlardır. Prova da
çok güzel ama ebedî olanın yanında bir “an”dır o.
“Ankara’da randevular mesai
çıkışına ayarlı”
·
“Menfaat” demişken şehir hayatı, “şehir hayatı”
demişken Ankara dememek olmaz. Siz de Ankara yazılarınızı “İsmet Saat Kaç” adlı
bir kitapta topladınız. “Memur kenti” diye meşhur olan Ankara’da yaşayan biri
olarak, Ankara’nın diğer şehirlerden farkı nedir sizce?
Ankara soğuk. Adı
üstünde, Ankara. İnsanlarını da kendine benzeten bir şehirden bahsediyoruz.
İstanbul’da Fatih’ten Şehzadebaşı’na doğru yürürken solda Bozdoğan su
kemerlerini görürsünüz, arkada Fatih Camiî vardır, sağda deniz… Velîler,
deliler, herkes orada. Daha geniş bir gökyüzünde yaşadığınızı hissedersiniz.
Atlayıp uçağa
Ankara’ya geliyorsunuz. Küçük bir dünya vardır karşınızda. Kravatları ve
mesaileri vardır insanların. Bir üst mâkâma ulaşmanın telaşı içindedir
bürokrat. “Ben Fethullahçı değilim” demenin yollarını aramaktadır. Memlekete
hizmet yarışı, daha yukarılara gelme yarışına dönüşmüştür. Randevular mesai
çıkışına ayarlıdır. Arkadaşınızla mesai saati içinde görüşemezsiniz meselâ. Akşam
ziyaretine gideceğiniz bir arkadaşınız varsa, ona da randevuyla gitmek
zorundasınız.
Ankara’da yaşayan
birisi olarak, Ankara dışına çıktığım zaman kendimi daha iyi hissediyorum. Daha
sağlıklı düşünebiliyorum. Düşünme işini hâllettik nasıl olsa, sıra sağlıklısına
geldi!
Çok güzel bir atı
varmış Nasreddin Hoca’nın. Pazara satmaya götürmüş. Hocayı pazarda gören
komşuları, “Hocam, at çok güzel, bir küheylan o, niye satıyorsunuz?” diye
sorunca, Hoca, “Haklısınız da atın neşesi yok” demiş. Ankara at gibi bir şehir
ama neşesi yok! Fıkrasına, esprisine gülmediğiniz insanlardan birisi yarın öbür
gün karşınıza ya bir genel müdür ya da bir bakan olarak çıkabilir meselâ; o
yüzden işi şansa bırakmadan gülmek gerekir hepsine.
Şükürler olsun, adına “Türkiye”
dediğimiz bir vatanımız var. Cumhuriyet’i kuran irade, biraz günü kurtarmak,
biraz da adına “vatan” dediğimiz yere ulaşmanın derdindeydi. Onun için
çalıştılar, muhabbet de duydular ülkeye. İsmet Özel’in benzetmesiyle, “Köprüyü
geçene kadar ayıya dayı diyelim” dediler belki; ama ondan sonra gelenler,
ayının dayı olduğuna gerçekten inandılar.
Peki, ne yapacağız?
Hâlâ bir millet var. Biz bu milletin şarkısına, türküsüne, ninnisine bakacağız.
Bu ülkenin tarihî tecrübesinden beslenerek yaşayacağız. Bu toprakların
altından, derinden akan ırmağa bakacağız.
Biraz da şöyle
görüyorum mevzuyu: Ankara bizim okulumuz, Türkiye evimiz. Hatay, Bursa,
Erzincan evimiz. Okulda bize anlatılanla evde anlatılanlar aynı değil. Biz, “Okul
da bizim olsun” istiyoruz. Okulda anlatılanla evde anlatılan aynı olsun
istiyoruz.
·
Ankara’nın memurlarını “Meclis’i
basmaya giderken kırmızı ışıkta duran ve devrim yapmak için maaş gününü
bekleyen” insanlar olarak tanımlarken, aslında trajikomik bir durumu da gözler
önüne seriyorsunuz. İnsanların, kurumların ve o kurumların koyduğu kuralların
esareti altında olduğunu söyleyebilir miyiz? Bir de şunu sormak istiyorum:
Durum sadece Ankara’da mı böyle, globalleşme her yeri bu hâle getirmedi mi?
Maalesef globalleşme her yerde artık.
Dünya ışıklı, parıltılı ve yuvarlak bir hâlde karşımızda. Ankara bundan en çok
nasibini alan yerlerin başında geliyor. Biz sözümüzü, kendimizi ve ülkemizi
özgürleştirmek istiyoruz. Buna Ankara’yı da dâhil etmek istiyoruz. Kalbimizi ve
ülkemizi gariplerle özgürleştirmek istiyoruz.
Diğer yerlerin Ankara’ya benzemek istemesi üzücü tabiî. Ama çare yok, söyleyeceğiz bu ülkenin türküsünü; devam edeceğiz söylemeye.
“Bazı ahmaklar, ‘İslâm, dinlerden bir din’ diyorlar. İslâm, dinlerden bir din değil. Türkiye de ülkelerden bir ülke değil. İkisi de biricik!”
“Parıltılı hayatları temsil
edenlerin ne kendi kelimeleri var, ne de garipliği”
·
Türkiye ekseninde bir söyleşi
gerçekleştiriyoruz, o yüzden “gariplere” değinmeden edemeyiz elbette. Sizin
gariplere karşı olan ilginiz malûm. Hatta gariplerle yaptığınız söyleşileri
“Baba Adı: Âdem, Ana Adı: Havva” adlı kitabınızda topladınız. Neden gariplere
bu kadar ilgi duyuyorsunuz? Neden herkes zenginlerle, politikacılarla, bestseller
yazarlarla söyleşi yapmayı arzularken, siz yetiştirme yurdunda büyüyen bir
kızla yahut hayâli hamal olmak isteyen bir adamla söyleşi yaptınız?
İnsan kendi
meşrebinden olanı arıyor. Herkes kendi meşrebinin peşine düşer. Parıltılı
hayatlar cazip gelmiyor, onlar heyecanlandırmıyor beni. Onlarla konuşmak da
tabiî... Meselâ siz bir bakanla röportaj yapacak olsanız, başta bir randevu
almanız gerekir. Randevu almanın zorluğu belli. Hadi onu başardınız diyelim,
bakan bey, sorularınızı görmek isteyecek önceden, siz soruları göndereceksiniz,
o hazırlığını yapacak. İcraatlarını parıltılı sözlerle anlatmanın hazırlığını…
Bakan ya da artist, fark etmez, birisi bir hazırlık yapıyorsa ortada bir
illüzyon, bir kandırılma durumu vardır. Kalpten gelmeyecek hiçbir şey. Kalpten
gelmeyen sözü ben ne yapayım ki? Başıma belâ! Oyalanmak istemem o sözlerle.
Sade olanda rahmet vardır.
Bir garibanla,
yetiştirme yurdunda büyüyen biriyle yahut bir hamalla röportaj yapıyorsanız,
her şey çıplaktır orada. Sözler çıplak, hayatlar çıplaktır. Sade olanda aşk
vardır. Aşkla konuşur. Aşkla konuştuğu için kalbe nüfuz eder. Sade olanda
hakikat vardır. Şimdi sade olanın da mayasını değiştirmek, içini boşaltmak
istiyorlar ya, o ayrı mevzu…
Gariplerle yolculuk
yapmak güzeldir. Bizim tarihimizde, özellikle iman tarihimizde, Âlemlerin Efendisi
de gariplerle başlıyor yolculuğuna. Hazreti Ali, Hazreti Hatice ve Hazreti Zeyd,
Efendimize inanan ilk garipler. “Garip geldi İslâm, ileride de garip olacaktır”
diyoruz. Yani ben şimdi o zaman yaşasaydım, Bilal-i Habeşî ile değil de Ebu
Cehil’le mi yapacaktım röportajı? Kendi meşrebimizi aramak için yöneliyoruz o
hayatlara. Bir kere ayrılmışız “Yurdumuz”dan, dönmek için amansız bir
mücadelemiz var. İşte onlar, “o güzel belde”yi hatırlatıyorlar. Baktıkça
onların dünyasına, daha çok bakasım geliyor. Allah da muhabbetini arttırıyor. Duam,
hep o muhabbetin artması yönündedir.
Dünya maceramız başlı
başına bir gurbet zaten, başından beri bir gariplik var. Ama şunu biliyorum:
Kalbimiz, gariplerin kalbi parıltılı sözlerden, şatafatlı hayatlardan daha
aydınlıktır.
“Bir garip ölmüş
diyeler/ Üç gün sonra duyalar/ Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin”
demiş Bizim Yûnus’umuz. Yûnus da garip değil mi? Gariplerin türküsünü söylemiş
bir adam. Türkçe, sesini Yûnus Emre’yle bulmuş bir Müslüman duaysa, Yûnus bu
dâvânın şampiyonu demektir. Gariplerin ve Hakk’ın durduğu yerden konuştuğu için
sözleri bir aşk etkisi yaratıyor bizde. Yûnus Emre’de, incelmiş olan iyice
incelmiş. Kelime, onun şiirinde temizliğini, letafetini ve garipliğini korumuş.
Ama parıltılı hayatları temsil edenlerin ne kendi kelimeleri var, ne de
garipliği. Ödünç olanla, ısmarlama olanla iktifa ediyorlar; hatta mutlu
oluyorlar onlarla. Onlar bunlarla mutlu, biz de Yûnus Emre’yle.
·
“Baba adı: Âdem, Ana Adı: Havva”da sadece
maddî sıkıntılar çeken insanlar yok; iyi kazanan bir servis şoförü de var,
savcısı da. Anladığım kadarıyla garipliği fakirlik olarak algılamıyorsunuz.
Gariplik dediğimiz kavramın Müslümanlığımızla nasıl bir rabıtası var?
Garip olmadan Müslüman
olamazsınız benim anlayışıma göre; çünkü âleme sarf ettiğiniz kelimelerin
aidiyeti sizde olmaz o zaman. Aynı zamanda kendi ahlâkınızla konuşmamış
olursunuz. Gariplerle biz, aşk meşk ilişkine giriyoruz. Ya öbürleriyle?
·
“Öbürleri” derken?
Yani nasipsizler…
Güzellikten, gönülden nasiplenmemiş olanlar… Ancak para pul, banka ilişkimiz
var onlarla. Bir garibin evine gidince Allah’ın evine gitmiş gibi olursunuz.
Bir tarafta da işte parıltılı hayatlar, koca koca binalar, kurumlar var diyoruz
ya, gidin bakalım onlardan birine, ne görürsünüz, neyle karşılaşırsınız? Daha
yolun başında ezmek isterler sizi. Bir sekreter engeli var daha başta; şef var,
özel kalem müdürü var, ıvırı var zıvırı var. Patronun karşısına çıkıncaya
kadar, yaşadıklarınızla zaten ezildiğinizi hissedersiniz. En son çıktınız
diyelim patronun karşısına, adam tepeden bir yerden konuşmaya başlayınca,
gittiğinize gideceğinize pişman olursunuz. Buradan kimin aşkı, neyin hakikati
çıkabilir ki? Şefkat, merhamet, muhabbet yok. Gördüğünüz tek şey “kabalık”.
Garibin hayatında ise bir incelik, incelmişlik var. Ve derin bir zarafet… Biz
aşkla söylenen sözleri ve aşkla yaşanan hayatları arzu ediyoruz. Çünkü hakikat
ve güzellik orada. Yûnus Emre de orada. Bir garipten gelen, süzülerek geldiği
için kalplere nüfuz edebilir.
Bir adam düşünün, kalbi sıkışan bir adam… Kalbi, ruhu ve kelimesi özgür değil. Dünyanın malının mülkünün sahibi olsa ama kalbini kaybetmişse ne ifade edebilir ki bu? Başka bir adam düşünün, kalbini açmış dünyaya… “Dünyanın yükünü, mazlumları ben taşıyabilirim” diyor. Bu iki adam aynı olabilir mi? Birinde neşe var, diğerinde sıkıntı. Hangisi daha özgür şimdi bunların? Hangisi daha çok hakikatin türküsünü söyler?
“Biz nereye gideceğiz?”
·
Yine “Türkiye Sevgisi İmandandır” kitabınıza
dönmek istiyorum... “Bizim için Türkiye, ayaklarımızı basabileceğimiz tertemiz
‘bir yer’. Biz insanlığa dokunabilmek için bir yerdeyiz, Türkiye’deyiz. Bizim
hafızamız bu toprakların hafızası aynı zamanda’ diyorsunuz. Sizce hafızamızı
kaybetmemek için neler yapmalıyız? Geçirdiğimiz travmaları nasıl atlatmalıyız?
Bu topraklar
mazlumların sığınağı. Kalbimiz ve dostlarımız burada, mazlumlar da buraya
bakıyorlar. Dünyanın mazlumlarını sevebilmek için seviyoruz bu ülkenin
mazlumlarını. Ama gâvurlar ne diyorlar? “Kaybettiniz, iyice kaybedin!”, “Dünya
vatandaşı olun” diyorlar. “Kafayı takmayın olup bitene, bizim gibi bakın
dünyaya” diyorlar. Hatta daha da ileri gidip, “Orta Doğu’ya atılan bombaları
bizim gibi onaylayın” diyorlar. Dünya vatandaşı olursan, geleceğin yer orası
zaten. Ses çıkarmak istemezsin bombalara. Bir rüyan, bir vatanın, ayaklarını
bastığın bir yer yoksa zaten dünya vatandaşı olursun. Geleceğin yer orası,
kaçınılmaz!
Ama biz muhabbeti ve
neşeyi arıyoruz, vatanımızı arıyoruz. Bunu hatırlamaya çalışıyoruz. İşimiz o
kadar da kolay değil; çünkü onların unutturduklarını hatırlamamız gerekiyor.
Duamız da, çıkış yolumuz
da burada. Bu ülkenin tarihî tecrübesine ferasetle bakarak yapacağız bunları.
Ülkemizin kahrını, muhabbetini çekerek yapacağız. Türkiye acılı bir ülke.
Muhteşem bereketli bir ülke, fakat acıları var. Özellikle son yüz yılı acılarla
dolu. Bu toprağın son yüzyıllık tarihinde garip olmaya, garip yaşamaya
zorlanan, ama bu toprağın her sahici yüreğine sahip biri gibi bir sırrı
saklayan ve o sırla dünyayı anlamaya çalışan, onunla yolunu bulmaya çalışan
insanlar olarak yaşayacağız burada.
Türkiye Müslüman bir
ülke ve Müslümanların ülkesi. İslâm’ı ve Türkiye’yi dünya sistemine tehdit
olarak gören dünyanın zalimleri; Ruslar, İngilizler ve diğer Batılılar,
hedeflerinden, sinsi plânlarından hiç vazgeçmediler. Türkiye’nin de “ülkelerden
bir ülke” olmadığını çok iyi biliyorlar. Kendi hafızaları, tarihleri söylüyor
onu. Bizdeki bazı ahmaklar ise “Türkiye, ülkelerden bir ülke” diyorlar. Ha
Türkiye, ha Kanada… Başka bazı ahmaklar da, “İslâm, dinlerden bir din”
diyorlar. İslâm, dinlerden bir din değil. Türkiye de ülkelerden bir ülke değil.
İkisi de biricik! Türk de zalimler dünyayı yönetmesin diye kavga vermiş insanın
adı. Bu millet bunu bir yere kadar başardı, sonra takati yetmedi. Ama şunu
unutmayalım: Gâvur ayağının işgalinde kalmamış tek toprak burası. Kavganın
göbeği yani!
Türkiye Müslümanların
ülkesi. Türkiye’de İslâm bir çimento değil. Türkiye’yi Türkiye yapan şey de
şarkısıyla, türküsüyle, ezanıyla, duasıyla, Sinan’ıyla, Yûnus Emre’siyle İslâm.
“Bir sorun var da İslâm buna iyi geliyor” demiyorum, bu çok önemli bir ayrım!
Burada Romalılar ve birçok pagan unsur vardı. “Türkiye” derken bunların da
içine dâhil olduğu bir şeyden bahsediyorum. Hacı Bayram-ı Velî eliyle kim bilir
kaç kişi Müslüman oldu?
“Türk” derken de bir
ırktan bahsetmiyorum. Türk milletinden bahsediyorum. Meselâ İngiliz milletinin bir
kısmı Alman kökenli. Fransızlar neredeyse tamamen öyle, Hollandalılar hakeza.
Hepsi yeni bir siyâsî kavramın içindeler; ancak bir yandan da hepsi Avrupalılar;
hatta bir üst adlandırmayla “Batılılar”. Peki, ya biz kimiz?
Asıl soru şu: Biz
nereye gideceğiz? Gittiğimiz yerde annemiz ve dostlarımız olacak mı? İşte onu
arıyoruz biz! Bir vatanımız olacak mı? Duamız ve umudumuz inşirahlarda.
Mazlumların ve ülkemizin inşirahında…