KALDIĞIMIZ yerden devam edelim…
1920’de kurulan TBMM Hükûmeti’nin ilk Maarif Bakanı olan Hamdullah
Suphi Tanrıöver, büyük vaatlerle kurulan yeni düzenin 10 yıl içerisinde kendi
halkına karşı nasıl ötekileştiğini bir köylünün ağzından anlatır.
9 Ağustos 1930 günü İzmir Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmasının bir
bölümünde Tanrıöver, şunları söyler:
“Halk kitlesi duyar, düşünür ve anlar. O, ta içinden gelen öz ve harim
lisan ile konuşmaya başladığı vakit, siz kim olursanız olunuz, zaafınızı,
aczinizi duyarsınız. Ben kendi ömrümde bu aczi birçok defalar duymuşumdur.
Sekiz sene evvel Keçiören’deki evime kömür getiren yaşlı bir köylüye
sordum: ‘Hükûmetin Ankara’ya gelmesinden memnun musun? Hükûmet Ankara’ya
geldiği için senin köyde hâlin iyileşti mi? Hakkını daha iyi koruyabiliyor
musun? Jandarma, vergi memuru sana eskisinden daha iyi mi muamele ediyorlar,
daha kötü mü?’
Köylü bir dakika yüzüme baktı, tereddüt ettiğini gördüm. ‘Baba, bana
istediğini söyle, korkma, benden sana fenalık gelmez’ dedim.
‘Öyle ise diyeceğim bak, dinle’ dedi: ‘Vaktiyle Abdülhamid zamanında
paşalar bize ‘Ver’ dediler, verdik; ‘Öl’ dediler, öldük. Onlar gittiler, yerine
başka paşalar geldi (İttihad ve Terakki devrini kastediyordu). Onlar da bize
‘Ver’ dediler, verdik; ‘Öl’ dediler, öldük. Onlar gitti, yerlerine siz geldiniz.
Siz de bize ‘Ver’ dediniz, verdik; ‘Öl’ dediniz, öldük. Şimdi bekliyoruz, bize
ne vakit ‘Al’ diyeceksiniz?’” (Ertunç, 2010:280-281)
Aradan uzun yıllar geçse de egemenlerin “ver” düzeni bir türlü
değişmedi. Sadece aktörler ve sahneler değişti, bu kadar!
14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte ortaya
çıkan halkın ülkesiyle olan yakınlaşması, 10 sene sonra darbeciler tarafından
rafa kaldırılıp çöpe atıldı. Bu yakınlaşmanın mimarları bürokratik oligarşi
tarafından feci bir şekilde cezalandırıldılar, asılarak yok edildiler.
1960 Darbesi’nin ardından 1961 (Vesayet) Anayasası
ile ülkemizde kurulan vesayet rejiminin bir yansıması olarak âdeta Anayasa
Mahkemesi, Osmanoğulları saltanatının yerine geçmiş oldu.
Çin’de
nüfusundan dolayı parlamentoda 5 bin 500 milletvekili var. Türkiye’de de değil
550, 5 bin 500 mebus olsa, bunların tamamı dahi bir konuda karar verse, bu 11
kişilik Yargıçlar Mahkemesi “Olur” vermezse hiçbir kıymet-i harbiyesi olmuyor
bu kararın.
Liberal Düşünce Topluluğu kurmaylarından Kazım
Berzeg, bir makalesinde, önemli bir noktaya işaret ediyordu: “Demokratik bir rejim için Anayasa Mahkemesi
şart değildir.”
Berzeg
özetle şunları söylüyordu: “Pek çok köklü
demokraside Anayasa Mahkemesi yok. İsviçre, Hollanda, Lüksemburg, Finlandiya,
İngiltere, Belçika, Yeni Zelanda ve İsrail’de anayasa yargısı denetimi hiç yok.
Çağdaş demokrasilerde Anayasa Mahkemesi’ne karşı soğukluğun demokratik
kaygılardan kaynaklanan nedenleri var. Lijphart, ‘Kanunun anayasaya uygunluğu gibi hayatî önem taşıyan kararlar, atanmış
ve hiçbir temsilî niteliği olmayan bir yargı kurulu tarafından verilmemelidir’
diyor. Burdeau’ya göre ise, ‘kanunların anayasaya uygunluğu denetiminin
hâkimlere verilmesi onları bir siyâsî kuvvet hâline getirir; yasama iktidarı,
siyasî sorumluluğu olmayan yargı organına geçmiş sayılabilir’ der.”
Prof.
Dr. Berat Özipek, bir başka açıdan bakarak Türkiye’deki Anayasa yargısının
meşruiyetini sorguluyor. Özipek’in tespitleri şunlar: “Türkiye’de sorun, üçüncü erkin yani yargının, kendi bürokratik
mekanizmalarıyla, atama yoluyla, yani toplumun hiçbir biçimde pay sahibi
olmadığı bir süreçle belirlenmesi, pratik olarak halkın egemenliğinin
işlevsizleştirilmesi, onun bürokrasiye tâbi kılınması, en azından onunla
paylaştırılması. Bu da sadece demokrasi sorunu anlamına gelmiyor, aynı zamanda
ciddî bir özgürlük sorununa da yol açıyor.”
Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin eski yargıçlarından
Robert H. Jackson, bütün bu sakıncalardan dolayı şu tespiti yapar: “Mahkemeler mahkeme olarak hareket etmeyi
bırakıp politikayı kontrol eden organlar hâline geldiklerinde, hukuk devleti
emin ellerde değil demektir.”
Türkiye,
uzun süre egemenler adına hüküm kuran, halkı potansiyel düşman olarak gören
yargıçların egemenliğinde kaldı.
Dışişleri
eski Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in hatıralarındaki bir anekdot,
yönetim sistemimizin hâline çarpıcı bir şekilde ışık tutuyor. O satırlara
birlikte göz atalım:
“Cevdet Sunay’la birlikte
Sovyetlere gittik. Devlet Başkanı Podgomi, Başbakan Kosigin ve üçüncü adam
Brejnev, Kremlin’deydi. Sunay, Devlet Başkanı Podgomi ile birlikte yürüyor. Biz
de Kosigin’le beraber gidiyoruz, sohbet ediyoruz.
Kosigin bana, ‘Siz demokrat
oldunuz da ne oldu?’ diye sordu ve cevabımı beklemeden aramızda şu konuşma
geçti:
-Demokrasi demokrasi diyorsun.
Sizde son sözü kim söyler?
-Parlamento…
-Parlamentonun kararını kimse
bozamaz mı?
-Bozar.
Anayasa Mahkemesi vardır. O gerekirse bozar.
-Bu Anayasa Mahkemesi kaç
kişidir?
-11 kişidir.
-Biz sizden daha demokratız.
Bizde polit-büro var. Onun kararını da kimse bozamaz. Bizim polit-büro otuz iki
kişi…”
Saltanat
rejimindeki bir egemen kişi yerine, ülke ile ilgili 11 kişinin karar vermesi
daha sağlıklı bir yönetim diye düşünülebilir.
Yazımıza
rahmetli Yavuz Gökmen’in çarpıcı bir tesbitiyle açılım getirelim. Gökmen diyor
ki, “Türkiye’de demokrasi yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Demokrasi
sadece Türkiye’de bir küçük zümre için göstermelik bir kılıftır. Demokraside
her şeyden önce temel hak ve özgürlükleri tam anlamıyla teminat altına alan bir
anayasa ve düşünceleri ifade etme özgürlüğü olur. Ancak Türkiye’de bunlar olmadığı gibi, tam tersine, emir-kumanda altında
bir adalet mekanizması vardır. Türkiye’yi asker-sivil bürokratlar
yönetir ve en güçlü kesim de askerlerdir”.
Final cümle ise rahmetli Turgut Özal’dan: “Biz
Batı’nın 150-200 senede yaptığı değişimlerin hepsini kaçırdık. Bu yüzden geriye
dönüldü ve çöküş başladı. Bu yüzden bizdeki değişim, Batı’nın bu sürede
yaptığını 10-15 yıla sığdırmak zorundadır. Reform mahiyetinde, devrim
mahiyetinde olması lâzımdır.”
Bir
sonraki yazımızda konuyu incelemeye devam edeceğiz.