Düzenin ötekileşmesi (5)

Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin eski yargıçlarından Robert H. Jackson, bütün bu sakıncalardan dolayı şu tespiti yapar: “Mahkemeler mahkeme olarak hareket etmeyi bırakıp politikayı kontrol eden organlar hâline geldiklerinde, hukuk devleti emin ellerde değil demektir.” Türkiye, uzun süre egemenler adına hüküm kuran, halkı potansiyel düşman olarak gören yargıçların egemenliğinde kaldı…

KALDIĞIMIZ yerden devam edelim…

1920’de kurulan TBMM Hükûmeti’nin ilk Maarif Bakanı olan Hamdullah Suphi Tanrıöver, büyük vaatlerle kurulan yeni düzenin 10 yıl içerisinde kendi halkına karşı nasıl ötekileştiğini bir köylünün ağzından anlatır.

9 Ağustos 1930 günü İzmir Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmasının bir bölümünde Tanrıöver, şunları söyler:

“Halk kitlesi duyar, düşünür ve anlar. O, ta içinden gelen öz ve harim lisan ile konuşmaya başladığı vakit, siz kim olursanız olunuz, zaafınızı, aczinizi duyarsınız. Ben kendi ömrümde bu aczi birçok defalar duymuşumdur.

Sekiz sene evvel Keçiören’deki evime kömür getiren yaşlı bir köylüye sordum: ‘Hükûmetin Ankara’ya gelmesinden memnun musun? Hükûmet Ankara’ya geldiği için senin köyde hâlin iyileşti mi? Hakkını daha iyi koruyabiliyor musun? Jandarma, vergi memuru sana eskisinden daha iyi mi muamele ediyorlar, daha kötü mü?’

Köylü bir dakika yüzüme baktı, tereddüt ettiğini gördüm. ‘Baba, bana istediğini söyle, korkma, benden sana fenalık gelmez’ dedim.

‘Öyle ise diyeceğim bak, dinle’ dedi: ‘Vaktiyle Abdülhamid zamanında paşalar bize ‘Ver’ dediler, verdik; ‘Öl’ dediler, öldük. Onlar gittiler, yerine başka paşalar geldi (İttihad ve Terakki devrini kastediyordu). Onlar da bize ‘Ver’ dediler, verdik; ‘Öl’ dediler, öldük. Onlar gitti, yerlerine siz geldiniz. Siz de bize ‘Ver’ dediniz, verdik; ‘Öl’ dediniz, öldük. Şimdi bekliyoruz, bize ne vakit ‘Al’ diyeceksiniz?’” (Ertunç, 2010:280-281)    

Aradan uzun yıllar geçse de egemenlerin “ver” düzeni bir türlü değişmedi. Sadece aktörler ve sahneler değişti, bu kadar!

14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte ortaya çıkan halkın ülkesiyle olan yakınlaşması, 10 sene sonra darbeciler tarafından rafa kaldırılıp çöpe atıldı. Bu yakınlaşmanın mimarları bürokratik oligarşi tarafından feci bir şekilde cezalandırıldılar, asılarak yok edildiler.

1960 Darbesi’nin ardından 1961 (Vesayet) Anayasası ile ülkemizde kurulan vesayet rejiminin bir yansıması olarak âdeta Anayasa Mahkemesi, Osmanoğulları saltanatının yerine geçmiş oldu.

Çin’de nüfusundan dolayı parlamentoda 5 bin 500 milletvekili var. Türkiye’de de değil 550, 5 bin 500 mebus olsa, bunların tamamı dahi bir konuda karar verse, bu 11 kişilik Yargıçlar Mahkemesi “Olur” vermezse hiçbir kıymet-i harbiyesi olmuyor bu kararın.

Liberal Düşünce Topluluğu kurmaylarından Kazım Berzeg, bir makalesinde, önemli bir noktaya işaret ediyordu: “Demokratik bir rejim için Anayasa Mahkemesi şart değildir.”

Berzeg özetle şunları söylüyordu: “Pek çok köklü demokraside Anayasa Mahkemesi yok. İsviçre, Hollanda, Lüksemburg, Finlandiya, İngiltere, Belçika, Yeni Zelanda ve İsrail’de anayasa yargısı denetimi hiç yok. Çağdaş demokrasilerde Anayasa Mahkemesi’ne karşı soğukluğun demokratik kaygılardan kaynaklanan nedenleri var. Lijphart, ‘Kanunun anayasaya uygunluğu gibi hayatî önem taşıyan kararlar, atanmış ve hiçbir temsilî niteliği olmayan bir yargı kurulu tarafından verilmemelidir’ diyor. Burdeau’ya göre ise, ‘kanunların anayasaya uygunluğu denetiminin hâkimlere verilmesi onları bir siyâsî kuvvet hâline getirir; yasama iktidarı, siyasî sorumluluğu olmayan yargı organına geçmiş sayılabilir’ der.”

Prof. Dr. Berat Özipek, bir başka açıdan bakarak Türkiye’deki Anayasa yargısının meşruiyetini sorguluyor. Özipek’in tespitleri şunlar: “Türkiye’de sorun, üçüncü erkin yani yargının, kendi bürokratik mekanizmalarıyla, atama yoluyla, yani toplumun hiçbir biçimde pay sahibi olmadığı bir süreçle belirlenmesi, pratik olarak halkın egemenliğinin işlevsizleştirilmesi, onun bürokrasiye tâbi kılınması, en azından onunla paylaştırılması. Bu da sadece demokrasi sorunu anlamına gelmiyor, aynı zamanda ciddî bir özgürlük sorununa da yol açıyor.”

Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin eski yargıçlarından Robert H. Jackson, bütün bu sakıncalardan dolayı şu tespiti yapar: “Mahkemeler mahkeme olarak hareket etmeyi bırakıp politikayı kontrol eden organlar hâline geldiklerinde, hukuk devleti emin ellerde değil demektir.”

Türkiye, uzun süre egemenler adına hüküm kuran, halkı potansiyel düşman olarak gören yargıçların egemenliğinde kaldı.

Dışişleri eski Bakanlarından İhsan Sabri Çağlayangil’in hatıralarındaki bir anekdot, yönetim sistemimizin hâline çarpıcı bir şekilde ışık tutuyor. O satırlara birlikte göz atalım:

“Cevdet Sunay’la birlikte Sovyetlere gittik. Devlet Başkanı Podgomi, Başbakan Kosigin ve üçüncü adam Brejnev, Kremlin’deydi. Sunay, Devlet Başkanı Podgomi ile birlikte yürüyor. Biz de Kosigin’le beraber gidiyoruz, sohbet ediyoruz.

Kosigin bana, ‘Siz demokrat oldunuz da ne oldu?’ diye sordu ve cevabımı beklemeden aramızda şu konuşma geçti:

-Demokrasi demokrasi diyorsun. Sizde son sözü kim söyler?

-Parlamento…

-Parlamentonun kararını kimse bozamaz mı?

-Bozar. Anayasa Mahkemesi vardır. O gerekirse bozar.

-Bu Anayasa Mahkemesi kaç kişidir?

-11 kişidir.

-Biz sizden daha demokratız. Bizde polit-büro var. Onun kararını da kimse bozamaz. Bizim polit-büro otuz iki kişi…”

Saltanat rejimindeki bir egemen kişi yerine, ülke ile ilgili 11 kişinin karar vermesi daha sağlıklı bir yönetim diye düşünülebilir.

Yazımıza rahmetli Yavuz Gökmen’in çarpıcı bir tesbitiyle açılım getirelim. Gökmen diyor ki, “Türkiye’de demokrasi yoktur ve hiçbir zaman da olmamıştır. Demokrasi sadece Türkiye’de bir küçük zümre için göstermelik bir kılıftır. Demokraside her şeyden önce temel hak ve özgürlükleri tam anlamıyla teminat altına alan bir anayasa ve düşünceleri ifade etme özgürlüğü olur. Ancak Türkiye’de bunlar olmadığı gibi, tam tersine, emir-kumanda altında bir adalet mekanizması vardır. Türkiye’yi asker-sivil bürokratlar yönetir ve en güçlü kesim de askerlerdir”.

Final cümle ise rahmetli Turgut Özal’dan: “Biz Batı’nın 150-200 senede yaptığı değişimlerin hepsini kaçırdık. Bu yüzden geriye dönüldü ve çöküş başladı. Bu yüzden bizdeki değişim, Batı’nın bu sürede yaptığını 10-15 yıla sığdırmak zorundadır. Reform mahiyetinde, devrim mahiyetinde olması lâzımdır.”

Bir sonraki yazımızda konuyu incelemeye devam edeceğiz.