GEÇEN hafta kaldığımız yerden devam
edelim…
O yıllarda Falih Rıfkı
Atay da aynı hayâl kırıklığını çeşitli yazılarında şöyle dile getiriyordu:
“Daha devrimin ikinci yılında Atatürk ve eserlerine
inananlardan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak veya memlekette rahat
ve kazanç mevkilerini elde etmekte sabırsızlanmakta idiler. Bu harap vatandan
uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Avrupa şehirlerinde bir devlet konağına
yerleşerek devlet arabası ve devlet dövizi ile ömürlerini hoşça geçirmek veya
Çankaya’daki nüfuzlarını iş piyasasına satarak bir iki vurgunda nesillik servet
edinmek hırsı, Çankaya’daki ihtilâlci yuvasını saray havası ile zehirliyordu. (Atay, 1998:447)
(…) Birçok arsa spekülasyoncuların eline
geçmişti. Bunlar en başta devlet dairelerinin bir mahallede toplanmak fikrine
karşı koydular. Çünkü Ankara’da nüfuz ticaretinin ilk kaynağı, meselâ Cebeci’de
ucuz bir arsa almak ve Maarif Vekiline konservatuarı orada yapmaya karar
verdirerek arsasını ona satmaktı. (Atay, 1998:424)
(…) Bir gün Millî Savunma’nın bir eksiltmesine
katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilcisinin aynı milletvekili olduğu
görülmüştü. (Atay, 1998:454)”
Falih Rıfkı Atay,
Ankara’da ilk gecekonduculuğun ne zaman başladığını da şöyle anlatır: “Dışarıdan gelenler Ankara Kalesi
tarafındaki sırtlarda ilk gecekonduları tecrübe ettiler. İmar Komisyonu yıkılma
kararı verdi. Vilâyet ve belediye aldırış bile etmedi. Türkiye’de gecekondu
faciası, işte o zamanlar Ankara Belediyesi’nin imar plâncılığını bu türlü
baltalamasından aldı, yürüdü.” (Atay, 1998:426)
Dönemin şahitlerinden
Ali Naci Karacan da şu analizi yapar: “Genç
Cumhuriyet’i köstekleyenler, eski İmparatorluk kalıntıları, İttihatçı
döküntüleri, ırkçı-dinci geri politikaların gizli militanları değildi. Devrim,
güya yandaş görünenlerin ihanetine uğruyordu. Onlar, Mustafa Kemal’in çağdaş
hayata erişmek ilkelerini alıyorlar, güya onlara sahipmiş gibi görünüyorlar,
sonra da kendi bilgisizliklerinin ve kısır ihtiraslarının örslerinde hepsinin
biçimlerini bozup kendilerine mızraklar hazırlıyorlardı.” (Karacan-Tanju, 1986:140)
Dönemin en önemli
şahitlerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu da bir romanına yazdığı
girişte, yaşanan büyük hayâl kırıklığını çok yalın bir şekilde şöyle anlatır:
“Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya
vermek üzere geçirirken bir düş görüyor gibi oldum. Kendimi toparlayarak
etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın birinci bölümünde
belirtmeye çalıştığım Millî Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum. Ya
son bölümde hayâlini de kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme
olmuş mudur?
Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile
geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliği ile bu ideal bir Türkiye’ye
yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl
daha geçmiş bulunuyor. Fakat biz o sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları
bakımından hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım
Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.” (Karaosmanoğlu, 2005:9)
Ali Naci Karacan, bu
anlamda noktayı şöyle koyar: “Özellikle Cumhuriyet’in
o ilk yıllarında, herkeste böyle ‘önemli adam’ görünmek, ‘özel görevli’ pozları
takınmak pek modalaşmıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı tribünden seyredenler,
hatta bu zahmete bile katlanmayanlar, maçı ya da yarışı kendileri kazanmışlar
gibi öyle şirret bir böbürlenme havasındaydılar.” (Karacan-Tanju, 1986:216)
Ankara’nın sönük gaz
lâmbasının ışığına alışkın halkı için içeridekiler, bir meşale gibi yanan elektrik
lâmbalarının altında dans edenler, elbiseleri, yiyip içmeleri, davranışları ile
çok uzak bir dünyanın temsilcileridirler.
Mustafa Kemal,
Ankara’yı başkent yapmaya karar verdiğinde, mebuslar, bürokratlar ve yakınlar,
o zamanlar her yeri arsa ve kır olan toprakları hemen tapularına geçirmişler,
birkaç kere de artan paralarla satılmasına, mülklerin el değiştirmesine sebep
olmuşlardı.
Karpat’a göre CHP,
profesyonel bir bürokrasi oluşturmuştu: “CHP/CHP’yi
kendi örgütsel temelleri olarak kullanan bürokrasi ve aydınlar, kapsamlı ve
yoğun bir siyasal sosyalizasyon kampanyası aracılığıyla, çeşitli kentli ve
kırsal grupları modern ulus devletin siyasal kültürüne dâhil etti. Bunun
sonucunda siyasal sistem gerilimlere dayanıklı hâle gelip en azından teorik
olarak siyaset üstü bir profesyonel bürokrasi yarattı.” (Karpat, 2007:63)
Bürokratik
imtiyazlarla donatılmış her kademeden,
“CHP bürokratlarından zeytinyağı piyasasına tekel kuranlar, karaborsacılığı
koruyanlar, karneyle dağıtılan tüketim mallarını halka satarak zimmetine
geçirenlerin” (Karatepe, 1993:118) sayısı
çoktu.
Yabancı araştırmacı
Hale de benzeri bir tespit yapar: “Gerçekten
demokratik ve girişimci bir toplumdan elde edilebilecek çıkarlar üst
kademelerde bulunanlar tarafından anlaşılmadı; toplumun gelişmesine yardımcı
olmadılar.” (Hale, 1984:682)
Şef’in adamları,
çapları ne olursa olsun, sahip oldukları imtiyazın ya da unvanın arkasına
saklanarak her istediklerini elde edebiliyorlardı. “Onlar, kendi hesaplarına değil, herkesin hesabına eğlendiklerinin”
(Arzık, 1966:51) düşüncesini
taşıyorlardı aynı zamanda. Kendilerini ülkenin vazgeçilmez varlıkları görmek,
aile içinde tevarüs eden bir olguydu. “CHP’nin
son yıllarına kadar, bir bakanın oğluna ‘Ne olmak istiyorsun?’ diye
sorulduğunda, hepsinin verdiği cevap ortaktı: ‘Bakan olacağım.’” (Arzık, 1984:54)
Devrin ünlü Meclis
Başkanvekillerinden Mazhar Germen’in bir yakınına anlattığı vaka, halkın, bir
rejimin elinde nasıl eşya gibi kullanıldığının en bariz delillerinden biriydi:
“Ankara Palas’ta bana anlatıyordu: ‘Bizim hanım ve
kızım Avrupa’dan, düğün alışverişinden döneceklerdi. Annesiyle, kendisi için
uçakta yer vardı. Çeyiz için yer yoktu. Bir kolayını bulduk. Hariciye Vekiline
rica ettik. Müdahalede bulundu. İki yolcu uçaktan indirildi. Çeyizle birlikte
ana kız geldiler. Hö hö...” (Arzık, 1984:16)
Dönemin
önemli şahitlerinden biri olan Nimet Arzık’ın kitapları bu “kifayetsiz
muhteris” lümpenlerin Ankara’da yaşadığı bohem hayatını anlatan ayrıntılarla
doludur.
İktidar
sahipleri, Karpiç Lokantası ve Anadolu Palas arasında sıkışmış bir sefahat
hayatını dolu dolu yaşarken, Ankaralı ve Anadolu halkı ise hayata tutunmaya
çalışmaktadır.
Dönemin
bir başka önemli şahidi olan Samet Ağaoğlu’ndan, o günlerin Ankaralısının hâlini dinleyelim:
“O yıllarda Ankara’da
yaşayan bir başka köylü daha vardı. Bunlar Kızılcahamam’dan, Ayaş’tan, Güdül’den,
hatta daha uzaklardan zayıf eşeklerin sırtına on on beşer parça odun yükleyerek
Ankara’ya gelirler, en çok iki iki buçuk liraya satarak, bu para ile ne
alabilirlerse alıp dönerlerdi.
‘Odun alan, odun alan!’,
Ankara sokaklarının kış aylarında eksilmeyen feryadıydı. Buna başka bir ses de
karışırdı: ‘Odun kıran, odun kıran!’ Ellerinde balta, kadın erkek, yine çoğu
köylü, evlerin önünde odun keserek hayatlarını kazanmaya çalışıyorlardı.
Aradan yıllar geçti. Ankara
Hukuk Fakültesi’nde ekonomi profesörümüz Yusuf Kemal Tengirşek, bir gün
köylünün yoksulluğunu anlatırken bu odun satıcılarını örnek olarak göstermişti:
‘Üç günlük yoldan geliyor hayvanı ve kendisi. Dönüş de üç gün, etti altı.
Eşeğin yiyeceğiyle köylününki hemen hemen aynı mahiyette. O hâlde iki kişi altı
günde 250 kuruş, günde kırk kuruş. Yarısı hayvanın gıdası, kalıyor yirmi kuruş
köylüye. Anlayın ne hâldeyiz beyler, anlayın!” (Ağaoğlu Samet, 2013:162)
Bir
sonraki yazımızda konuyu incelemeye devam edeceğiz...