Düzenin ötekileşmesi (4)

Şef’in adamları, çapları ne olursa olsun, sahip oldukları imtiyazın ya da unvanın arkasına saklanarak her istediklerini elde edebiliyorlardı. “Onlar, kendi hesaplarına değil, herkesin hesabına eğlendiklerinin” düşüncesini taşıyorlardı aynı zamanda. Kendilerini ülkenin vazgeçilmez varlıkları görmek, aile içinde tevarüs eden bir olguydu. “CHP’nin son yıllarına kadar, bir bakanın oğluna ‘Ne olmak istiyorsun?’ diye sorulduğunda, hepsinin verdiği cevap ortaktı: ‘Bakan olacağım.’”

GEÇEN hafta kaldığımız yerden devam edelim…

O yıllarda Falih Rıfkı Atay da aynı hayâl kırıklığını çeşitli yazılarında şöyle dile getiriyordu:

“Daha devrimin ikinci yılında Atatürk ve eserlerine inananlardan çoğu, bir fırsatını bulup memleketten çıkmak veya memlekette rahat ve kazanç mevkilerini elde etmekte sabırsızlanmakta idiler. Bu harap vatandan uzakta, bu yoksul halktan ırakta, Avrupa şehirlerinde bir devlet konağına yerleşerek devlet arabası ve devlet dövizi ile ömürlerini hoşça geçirmek veya Çankaya’daki nüfuzlarını iş piyasasına satarak bir iki vurgunda nesillik servet edinmek hırsı, Çankaya’daki ihtilâlci yuvasını saray havası ile zehirliyordu. (Atay, 1998:447)

(…) Birçok arsa spekülasyoncuların eline geçmişti. Bunlar en başta devlet dairelerinin bir mahallede toplanmak fikrine karşı koydular. Çünkü Ankara’da nüfuz ticaretinin ilk kaynağı, meselâ Cebeci’de ucuz bir arsa almak ve Maarif Vekiline konservatuarı orada yapmaya karar verdirerek arsasını ona satmaktı. (Atay, 1998:424)

(…) Bir gün Millî Savunma’nın bir eksiltmesine katılan iki rakip firmadan ikisinin de temsilcisinin aynı milletvekili olduğu görülmüştü. (Atay, 1998:454)”

Falih Rıfkı Atay, Ankara’da ilk gecekonduculuğun ne zaman başladığını da şöyle anlatır: “Dışarıdan gelenler Ankara Kalesi tarafındaki sırtlarda ilk gecekonduları tecrübe ettiler. İmar Komisyonu yıkılma kararı verdi. Vilâyet ve belediye aldırış bile etmedi. Türkiye’de gecekondu faciası, işte o zamanlar Ankara Belediyesi’nin imar plâncılığını bu türlü baltalamasından aldı, yürüdü.” (Atay, 1998:426)

Dönemin şahitlerinden Ali Naci Karacan da şu analizi yapar: “Genç Cumhuriyet’i köstekleyenler, eski İmparatorluk kalıntıları, İttihatçı döküntüleri, ırkçı-dinci geri politikaların gizli militanları değildi. Devrim, güya yandaş görünenlerin ihanetine uğruyordu. Onlar, Mustafa Kemal’in çağdaş hayata erişmek ilkelerini alıyorlar, güya onlara sahipmiş gibi görünüyorlar, sonra da kendi bilgisizliklerinin ve kısır ihtiraslarının örslerinde hepsinin biçimlerini bozup kendilerine mızraklar hazırlıyorlardı.” (Karacan-Tanju, 1986:140)

Dönemin en önemli şahitlerinden biri olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu da bir romanına yazdığı girişte, yaşanan büyük hayâl kırıklığını çok yalın bir şekilde şöyle anlatır:

“Otuz yıl önce yazdığım bu romanı, üçüncü baskıya vermek üzere geçirirken bir düş görüyor gibi oldum. Kendimi toparlayarak etrafıma bakıyorum, o devirden bu yana ne kalmış diye. Kitabın birinci bölümünde belirtmeye çalıştığım Millî Mücadele ruhundan hemen hiçbir iz bulamıyorum. Ya son bölümde hayâlini de kurduğum Türkiye’nin gerçekleşmesine doğru bir gelişme olmuş mudur?

Ben, o zamanlar, bir gün gelip öleceğini aklımdan bile geçirmediğim Atatürk’ün öncülüğü ve rehberliği ile bu ideal bir Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum. Şimdi o yirmi yıl üstünden bir yirmi yıl daha geçmiş bulunuyor. Fakat biz o sosyal, kültürel ve ekonomik devrim şartları bakımından hâlâ romanımın ikinci bölümünde verdiğim ve karikatürünü yaptığım Ankara’nın içinde tepinip durmaktayız.” (Karaosmanoğlu, 2005:9)

Ali Naci Karacan, bu anlamda noktayı şöyle koyar: “Özellikle Cumhuriyet’in o ilk yıllarında, herkeste böyle ‘önemli adam’ görünmek, ‘özel görevli’ pozları takınmak pek modalaşmıştı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı tribünden seyredenler, hatta bu zahmete bile katlanmayanlar, maçı ya da yarışı kendileri kazanmışlar gibi öyle şirret bir böbürlenme havasındaydılar.” (Karacan-Tanju, 1986:216)

Ankara’nın sönük gaz lâmbasının ışığına alışkın halkı için içeridekiler, bir meşale gibi yanan elektrik lâmbalarının altında dans edenler, elbiseleri, yiyip içmeleri, davranışları ile çok uzak bir dünyanın temsilcileridirler.

Mustafa Kemal, Ankara’yı başkent yapmaya karar verdiğinde, mebuslar, bürokratlar ve yakınlar, o zamanlar her yeri arsa ve kır olan toprakları hemen tapularına geçirmişler, birkaç kere de artan paralarla satılmasına, mülklerin el değiştirmesine sebep olmuşlardı.

Karpat’a göre CHP, profesyonel bir bürokrasi oluşturmuştu: “CHP/CHP’yi kendi örgütsel temelleri olarak kullanan bürokrasi ve aydınlar, kapsamlı ve yoğun bir siyasal sosyalizasyon kampanyası aracılığıyla, çeşitli kentli ve kırsal grupları modern ulus devletin siyasal kültürüne dâhil etti. Bunun sonucunda siyasal sistem gerilimlere dayanıklı hâle gelip en azından teorik olarak siyaset üstü bir profesyonel bürokrasi yarattı.” (Karpat, 2007:63)

Bürokratik imtiyazlarla donatılmış her kademeden, “CHP bürokratlarından zeytinyağı piyasasına tekel kuranlar, karaborsacılığı koruyanlar, karneyle dağıtılan tüketim mallarını halka satarak zimmetine geçirenlerin” (Karatepe, 1993:118) sayısı çoktu.

Yabancı araştırmacı Hale de benzeri bir tespit yapar: “Gerçekten demokratik ve girişimci bir toplumdan elde edilebilecek çıkarlar üst kademelerde bulunanlar tarafından anlaşılmadı; toplumun gelişmesine yardımcı olmadılar.” (Hale, 1984:682)

Şef’in adamları, çapları ne olursa olsun, sahip oldukları imtiyazın ya da unvanın arkasına saklanarak her istediklerini elde edebiliyorlardı. “Onlar, kendi hesaplarına değil, herkesin hesabına eğlendiklerinin” (Arzık, 1966:51) düşüncesini taşıyorlardı aynı zamanda. Kendilerini ülkenin vazgeçilmez varlıkları görmek, aile içinde tevarüs eden bir olguydu. “CHP’nin son yıllarına kadar, bir bakanın oğluna ‘Ne olmak istiyorsun?’ diye sorulduğunda, hepsinin verdiği cevap ortaktı: ‘Bakan olacağım.’” (Arzık, 1984:54)  

Devrin ünlü Meclis Başkanvekillerinden Mazhar Germen’in bir yakınına anlattığı vaka, halkın, bir rejimin elinde nasıl eşya gibi kullanıldığının en bariz delillerinden biriydi:

“Ankara Palas’ta bana anlatıyordu: ‘Bizim hanım ve kızım Avrupa’dan, düğün alışverişinden döneceklerdi. Annesiyle, kendisi için uçakta yer vardı. Çeyiz için yer yoktu. Bir kolayını bulduk. Hariciye Vekiline rica ettik. Müdahalede bulundu. İki yolcu uçaktan indirildi. Çeyizle birlikte ana kız geldiler. Hö hö...” (Arzık, 1984:16)  

Dönemin önemli şahitlerinden biri olan Nimet Arzık’ın kitapları bu “kifayetsiz muhteris” lümpenlerin Ankara’da yaşadığı bohem hayatını anlatan ayrıntılarla doludur.

İktidar sahipleri, Karpiç Lokantası ve Anadolu Palas arasında sıkışmış bir sefahat hayatını dolu dolu yaşarken, Ankaralı ve Anadolu halkı ise hayata tutunmaya çalışmaktadır.

Dönemin bir başka önemli şahidi olan Samet Ağaoğlu’ndan, o günlerin Ankaralısının hâlini dinleyelim:

“O yıllarda Ankara’da yaşayan bir başka köylü daha vardı. Bunlar Kızılcahamam’dan, Ayaş’tan, Güdül’den, hatta daha uzaklardan zayıf eşeklerin sırtına on on beşer parça odun yükleyerek Ankara’ya gelirler, en çok iki iki buçuk liraya satarak, bu para ile ne alabilirlerse alıp dönerlerdi.

‘Odun alan, odun alan!’, Ankara sokaklarının kış aylarında eksilmeyen feryadıydı. Buna başka bir ses de karışırdı: ‘Odun kıran, odun kıran!’ Ellerinde balta, kadın erkek, yine çoğu köylü, evlerin önünde odun keserek hayatlarını kazanmaya çalışıyorlardı.

Aradan yıllar geçti. Ankara Hukuk Fakültesi’nde ekonomi profesörümüz Yusuf Kemal Tengirşek, bir gün köylünün yoksulluğunu anlatırken bu odun satıcılarını örnek olarak göstermişti: ‘Üç günlük yoldan geliyor hayvanı ve kendisi. Dönüş de üç gün, etti altı. Eşeğin yiyeceğiyle köylününki hemen hemen aynı mahiyette. O hâlde iki kişi altı günde 250 kuruş, günde kırk kuruş. Yarısı hayvanın gıdası, kalıyor yirmi kuruş köylüye. Anlayın ne hâldeyiz beyler, anlayın!” (Ağaoğlu Samet, 2013:162)

Bir sonraki yazımızda konuyu incelemeye devam edeceğiz...