Düzenin ötekileşmesi (3)

“Vefasızlığın, hıyânetin siyâsî rekabet ihtirasının insanları sürüklediği çeşitli ahlâksızlıkları o yaşlarda tanıdım ve gördüm. Daha üç beş ay önce amca diye ellerini öptüklerimin sehpalarda sallanan cesetlerine korka korka, titreye titreye baktım. Birbirlerine ölünceye kadar sadık kalmaya yemin etmiş insanların, aradan çok geçmeden yine birbirlerini yok etmeye nasıl hazırlandıklarını hayretlerle dinledim.” (Samet Ağaoğlu)

GEÇEN hafta kaldığımız yerden devam edelim…

Başbakan İnönü kadar iktidar partisi CHP’nin de içinde bulunduğu konum, rant paylaşım safahatını daha ziyade teşvik eder bir vaziyetteydi. “Devlet bürokrasisi de, CHP teşkilâtı da her türlü prensipten uzak, küçük çıkarların peşinde koşan, halktan kopmuş bir çıkar şirketi hâline gelmiş durumdaydı.” (Yetkin,1997:30)

Kemal Karpat, Ankara’da yaşanan elitleşme sürecini şöyle analiz eder: “CHP’nin taşradaki orta düzey kadroları büyük kazançlar getiren devlet tekellerinin kontrolünü ele geçirdiler ve büyük servetler edindiler. CHP liderleri, 1850’lerden beri modernistler arasındaki belirgin bir eğilimin sonucunda, artık bir elit grubu olarak tam bir hâkim sınıfa dönüşmüştü.” (Karpat, 2007:186)

Bu sosyal yozlaşmadan dolayı ülkenin en ileri kesiminde bile halk kitleleri yeni devletle kaynaşamamıştı. Halk şüpheli, kasvetli ve gayr-ı memnundu. “Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan itibaren Ankara burjuvası iktisat politikasını vergiler ve tekeller kanalı ile yoksul kitlelerin sırtından yürüterek geçiniyordu.” (Ahmad, 1999:78)

Esasen CHP bir “halk fırkası” hâline bir türlü gelememişti. CHP halkın dışında dar, basit bir bürokrat hizbi ile bu hizbe seçim ve menfaat bağlantıları olan mahallî bir kadrodan ibaretti. Yetkin’e göre, “Bu sonuç CHP’nin halkla karşı karşıya gelmiş olmasından başka bir anlam taşımıyordu” (Yetkin,1997:96).

Halkla düzenin yabancılaşması o dereceye kadar varmıştı ki, “devrin CHP iktidarı Erzincan depremi için Romanya’dan gelen kereste yardımıyla Ankara’da Saraçoğlu adıyla bir mahalle kurabiliyordu” (Arvas, 1946:77).

Devrin Kütahya Mebusu Besim Atalay bu devri “kurtarılan memleketin kurtarıcılarına peşkeş çekilmesi” şeklinde tefsir ederken, Mihri Belli de döneme ait anılarında ironik bir üslûp kullanarak, “Kemalist seçkinlere devlet ‘Yürü ya kulum!’ demişti” (Belli, 1989:51) diyerek döneme ışık tutuyordu.

Ankara burjuvazisinin rant paylaşımında, ülkede yeni bankaların kurulması önemli bir milât teşkil eder. Yeni kurulan bankaların idare heyetleri bir anda Halk Partisi’nin kodamanları ve Ankara seçkinlerinin kaymak tabakasıyla dolar. “İş Bankası kurulduktan sonra, banka aracılığıyla dış sermayeye komisyonculuk yapan kompradorların bir anda villaları, apartmanları yükselmeye başlar” (Sertel Sabiha, 1987:112).

Aralarında Mustafa Kemal’in en yakın arkadaşlarının da bulunduğu ve “Aferistler” şeklinde isimlendirilen bu bürokrat şahıslar, zaman içerisinde hükûmetle menfaat çatışmasına girecek kadar güçlenmişlerdi (Bila, 1999:57).

Kurucusu Celâl Bayar, İdare Kurulu Başkanı Siirt Mebusu ve Milliyet Gazetesi sahibi Mahmut Soydan olan İş Bankası, söylenenlere göre “birçok kapitalist imâl edecek, dünün Kuvay-ı Milliyecileri burada iş hayatının tadına varacaklardı” (Ekinci, 1997:105).

O günlerde kurulan ve içinde 54 milletvekili, 37 tüccar ve bazı sivil, asker, bürokrat bulunan Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi, yabancı sermayenin ülkeye giren koçbaşı misyonunu yüklenir. Şirketin kurucuları âdeta CHP hükûmeti gibidir. Yunus Nadi, Şükrü Kaya, Ali Çetinkaya, Kılıç Ali, Tunalı Hilmi gibi isimlerden kurulu bu grup, kısa zamanda hayâl edilemeyecek bir servet ve nüfuza sahip olur.

Resmî kayıtlara göre 1929 Türkiye’sinde 25 sanayi ve maden şirketi bulunuyordu. Bunların idarelerinde ise 20 civarında mebus vardı: “Mevcut 38 bankada ise 31 adet mebus vazifeli bulunuyordu. Yani hemen hemen her büyük yerli şirketin Meclis’te bir mebusu mevcuttu. Sadece İş Bankası’nın idaresinde 13 mebus vardı.” (Başkaya, 1991:118)

Falih Rıfkı Atay da Çankaya’sında İş Bankası’nın kurulmasının bünyeyi tahrip eden ilk çürüme alâmetlerinden olduğunu ifade eder. Ona göre, “İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulması Cumhuriyet tarihi için pek acıklı bir salgının başlangıcıydı” (Atay, 1998:59).

Ankara burjuvazisinin, ruhanî bir ideal birlikteliğinin ardından bir rant paylaşımı adına düştüğü hâller çok acıklıdır. Aydın zümre kendi içinde birbirlerine olan güvenini kaybetmiş, birbirinden korkan insanlar hâline gelmişlerdi. Ankara’da hürriyet idealinin yerine başka idealler filizlenmeye başlamıştı.

O günün Ankara’sında egemenlerin içine düştükleri bu sosyal depresyonu Samet Ağaoğlu, dokunaklı bir ifadeyle çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer:

“Vefasızlığın, hıyânetin siyâsî rekabet ihtirasının insanları sürüklediği çeşitli ahlâksızlıkları o yaşlarda tanıdım ve gördüm. Daha üç beş ay önce amca diye ellerini öptüklerimin sehpalarda sallanan cesetlerine korka korka, titreye titreye baktım. Birbirlerine ölünceye kadar sadık kalmaya yemin etmiş insanların, aradan çok geçmeden yine birbirlerini yok etmeye nasıl hazırlandıklarını hayretlerle dinledim.

Yalnız küçük dağları değil, büyükleri de kendisinin yarattığını sanan kabadayılar gördüm. Süngüler arasında kendisini sorguya çeken dünkü arkadaşlarının önünde yerlere kadar eğilerek hayatını bağışlamaları için yalvaranları gördüm.

Profesörler gördüm; öğrencilerini hükûmete jurnal ediyorlardı. Valiler gördüm; siyâsî hasımlarının ipe çekildiği zaman çıkardıkları seslerin taklidini yaparak, vücutlarının gevşemesinin neticesi beliren bazı hâlleri kahkahalarla anlatıyorlardı.

Millî Mücadele’nin her biri bir cephesinde yarı ilâhlar gibi ölüme hükmetmiş yüzlerini gördüm; sokaklarda kendilerini belli etmemek için duvar diplerini sürünerek geçiyorlardı.” (Ağaoğlu Samet, 1969:24)

Kemal Karpat da gelinen noktayı şöyle özetler: “Osmanlı’da ve 1950’lere kadar Cumhuriyet’te üst düzey sivil ve asker bürokrasi, ülkedeki en yüksek gelir grubunu oluşturdu, sosyal ve siyasal piramidin en tepesinde yer aldı.” (Karpat, 2007:144)

Şevket Süreyya Aydemir, tüm bu yaşananların adını “iktidar yorgunluğu” olarak koyarak şöyle anlatır: “Çünkü ortada büyük bir hastalık vardı. Adı söylenmeyen, ama herkes tarafından bilinen ve gittikçe artan bir hastalık: İktidar yorgunluğu! Evet, iktidar artık hastaydı. İktidar yorulmuştu. Kararsızlık ve dağınıklık, bu hastalığın buhranlarıydı. İktidar, damarlarına zerk etmek istediği taze kanlara rağmen eski usullerin, eski otoritelerin baskısı altındaydı. İktidar, her gün biraz daha hâlsizleşiyordu.” (Aydemir, 1974:502)

Karaosmanoğlu, bu yozlaşma ve yabancılaşmanın vardığı son noktaya şöyle dikkat çeker: “CHP’nin 300 kişilik Meclis kadrosu içinde inkılâp heyecanını duyanlar parmakla sayılacak kadar azdı.” (Karaosmanoğlu, 2005:5)

Bir sonraki yazımızda konuyu incelemeye devam edeceğiz.