GEÇEN hafta kaldığımız yerden devam
edelim…
Başbakan İnönü kadar
iktidar partisi CHP’nin de içinde bulunduğu konum, rant paylaşım safahatını
daha ziyade teşvik eder bir vaziyetteydi. “Devlet
bürokrasisi de, CHP teşkilâtı da her türlü prensipten uzak, küçük çıkarların
peşinde koşan, halktan kopmuş bir çıkar şirketi hâline gelmiş durumdaydı.” (Yetkin,1997:30)
Kemal Karpat,
Ankara’da yaşanan elitleşme sürecini şöyle analiz eder: “CHP’nin taşradaki orta düzey kadroları büyük kazançlar getiren devlet
tekellerinin kontrolünü ele geçirdiler ve büyük servetler edindiler. CHP
liderleri, 1850’lerden beri modernistler arasındaki belirgin bir eğilimin
sonucunda, artık bir elit grubu olarak tam bir hâkim sınıfa dönüşmüştü.”
(Karpat, 2007:186)
Bu sosyal yozlaşmadan
dolayı ülkenin en ileri kesiminde bile halk kitleleri yeni devletle
kaynaşamamıştı. Halk şüpheli, kasvetli ve gayr-ı memnundu. “Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan itibaren Ankara burjuvası iktisat
politikasını vergiler ve tekeller kanalı ile yoksul kitlelerin sırtından
yürüterek geçiniyordu.” (Ahmad, 1999:78)
Esasen CHP bir “halk
fırkası” hâline bir türlü gelememişti. CHP halkın dışında dar, basit bir
bürokrat hizbi ile bu hizbe seçim ve menfaat bağlantıları olan mahallî bir
kadrodan ibaretti. Yetkin’e göre, “Bu
sonuç CHP’nin halkla karşı karşıya gelmiş olmasından başka bir anlam
taşımıyordu” (Yetkin,1997:96).
Halkla düzenin
yabancılaşması o dereceye kadar varmıştı ki,
“devrin CHP iktidarı Erzincan depremi için Romanya’dan gelen kereste yardımıyla
Ankara’da Saraçoğlu adıyla bir mahalle kurabiliyordu” (Arvas, 1946:77).
Devrin Kütahya Mebusu
Besim Atalay bu devri “kurtarılan memleketin kurtarıcılarına peşkeş çekilmesi”
şeklinde tefsir ederken, Mihri Belli de döneme ait anılarında ironik bir üslûp
kullanarak, “Kemalist seçkinlere devlet
‘Yürü ya kulum!’ demişti” (Belli,
1989:51) diyerek döneme ışık tutuyordu.
Ankara burjuvazisinin
rant paylaşımında, ülkede yeni bankaların kurulması önemli bir milât teşkil
eder. Yeni kurulan bankaların idare heyetleri bir anda Halk Partisi’nin
kodamanları ve Ankara seçkinlerinin kaymak tabakasıyla dolar. “İş Bankası kurulduktan sonra, banka
aracılığıyla dış sermayeye komisyonculuk yapan kompradorların bir anda
villaları, apartmanları yükselmeye başlar” (Sertel Sabiha, 1987:112).
Aralarında Mustafa
Kemal’in en yakın arkadaşlarının da bulunduğu ve “Aferistler” şeklinde isimlendirilen bu bürokrat şahıslar, zaman
içerisinde hükûmetle menfaat çatışmasına girecek kadar güçlenmişlerdi
(Bila, 1999:57).
Kurucusu Celâl Bayar,
İdare Kurulu Başkanı Siirt Mebusu ve Milliyet Gazetesi sahibi Mahmut Soydan
olan İş Bankası, söylenenlere göre “birçok kapitalist imâl edecek, dünün Kuvay-ı
Milliyecileri burada iş hayatının tadına varacaklardı” (Ekinci, 1997:105).
O günlerde kurulan ve
içinde 54 milletvekili, 37 tüccar ve bazı sivil, asker, bürokrat bulunan Milli
İthalat ve İhracat Anonim Şirketi, yabancı sermayenin ülkeye giren koçbaşı
misyonunu yüklenir. Şirketin kurucuları âdeta CHP hükûmeti gibidir. Yunus Nadi,
Şükrü Kaya, Ali Çetinkaya, Kılıç Ali, Tunalı Hilmi gibi isimlerden kurulu bu
grup, kısa zamanda hayâl edilemeyecek bir servet ve nüfuza sahip olur.
Resmî kayıtlara göre
1929 Türkiye’sinde 25 sanayi ve maden şirketi bulunuyordu. Bunların idarelerinde
ise 20 civarında mebus vardı: “Mevcut 38
bankada ise 31 adet mebus vazifeli bulunuyordu. Yani hemen hemen her büyük
yerli şirketin Meclis’te bir mebusu mevcuttu. Sadece İş Bankası’nın idaresinde
13 mebus vardı.” (Başkaya, 1991:118)
Falih Rıfkı Atay da
Çankaya’sında İş Bankası’nın kurulmasının bünyeyi tahrip eden ilk çürüme alâmetlerinden
olduğunu ifade eder. Ona göre, “İş
Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulması Cumhuriyet tarihi
için pek acıklı bir salgının başlangıcıydı” (Atay, 1998:59).
Ankara burjuvazisinin,
ruhanî bir ideal birlikteliğinin ardından bir rant paylaşımı adına düştüğü hâller
çok acıklıdır. Aydın zümre kendi içinde birbirlerine olan güvenini kaybetmiş,
birbirinden korkan insanlar hâline gelmişlerdi. Ankara’da hürriyet idealinin
yerine başka idealler filizlenmeye başlamıştı.
O günün Ankara’sında
egemenlerin içine düştükleri bu sosyal depresyonu Samet Ağaoğlu, dokunaklı bir
ifadeyle çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer:
“Vefasızlığın, hıyânetin siyâsî rekabet ihtirasının insanları
sürüklediği çeşitli ahlâksızlıkları o yaşlarda tanıdım ve gördüm. Daha üç beş
ay önce amca diye ellerini öptüklerimin sehpalarda sallanan cesetlerine korka
korka, titreye titreye baktım. Birbirlerine ölünceye kadar sadık kalmaya yemin
etmiş insanların, aradan çok geçmeden yine birbirlerini yok etmeye nasıl
hazırlandıklarını hayretlerle dinledim.
Yalnız küçük dağları değil, büyükleri de kendisinin
yarattığını sanan kabadayılar gördüm. Süngüler arasında kendisini sorguya çeken
dünkü arkadaşlarının önünde yerlere kadar eğilerek hayatını bağışlamaları için
yalvaranları gördüm.
Profesörler gördüm; öğrencilerini hükûmete jurnal
ediyorlardı. Valiler gördüm; siyâsî hasımlarının ipe çekildiği zaman
çıkardıkları seslerin taklidini yaparak, vücutlarının gevşemesinin neticesi
beliren bazı hâlleri kahkahalarla anlatıyorlardı.
Millî Mücadele’nin her biri bir cephesinde yarı ilâhlar
gibi ölüme hükmetmiş yüzlerini gördüm; sokaklarda kendilerini belli etmemek
için duvar diplerini sürünerek geçiyorlardı.” (Ağaoğlu Samet, 1969:24)
Kemal Karpat da
gelinen noktayı şöyle özetler: “Osmanlı’da
ve 1950’lere kadar Cumhuriyet’te üst düzey sivil ve asker bürokrasi, ülkedeki
en yüksek gelir grubunu oluşturdu, sosyal ve siyasal piramidin en tepesinde yer
aldı.” (Karpat, 2007:144)
Şevket Süreyya Aydemir,
tüm bu yaşananların adını “iktidar yorgunluğu” olarak koyarak şöyle anlatır: “Çünkü ortada büyük bir hastalık vardı. Adı
söylenmeyen, ama herkes tarafından bilinen ve gittikçe artan bir hastalık:
İktidar yorgunluğu! Evet, iktidar artık hastaydı. İktidar yorulmuştu.
Kararsızlık ve dağınıklık, bu hastalığın buhranlarıydı. İktidar, damarlarına
zerk etmek istediği taze kanlara rağmen eski usullerin, eski otoritelerin
baskısı altındaydı. İktidar, her gün biraz daha hâlsizleşiyordu.” (Aydemir,
1974:502)
Karaosmanoğlu, bu
yozlaşma ve yabancılaşmanın vardığı son noktaya şöyle dikkat çeker: “CHP’nin 300 kişilik Meclis kadrosu içinde
inkılâp heyecanını duyanlar parmakla sayılacak kadar azdı.” (Karaosmanoğlu,
2005:5)
Bir sonraki yazımızda konuyu incelemeye devam edeceğiz.