GEÇEN hafta kaldığımız yerden devam
edelim…
İdris
Küçükömer, ülke içinde bir sınıfa dayanmadan her zaman iktidar olabilen ve
artık üründen önemli bir kısma el atabilen hem Osmanlı ve hem de Cumhuriyet
bürokratları için bu tanımlamanın çok örtüştüğünden bahseder.
İkinci Meşrutiyet’te, İslâmcı
çerçeveye sığınmış halk ile lâik bürokrat kavgasının devamını gördük.
Cumhuriyet döneminde de aynı kavgayı görüyoruz maalesef. Kavga, Batıcı olmaktan
dolayı ilerici (!) denilen lâikler ile dinciler arasında bir üst yapı kavgası
hâlinde bırakılmıştır.
Ona göre, Cumhuriyet
bürokrat grubu, adına kendilerinin devrim ya da reform dedikleri hareketlerin de
halk ile gerçek organik bir bağlantısını sağlayamadılar. Cumhuriyet bürokratı,
gerçekten de üretim ilişkilerinde anlamlı bir değişiklik getirmedi. İttihat ve
Terakki okulunun yeni koşullar altında sadece bir devamı oldu.
İdris
Küçükömer, hakikî bir Solcu bakış açısıyla son yüzyılda yaşanan süreci işte
böyle analiz ediyor.
Bu
çarpıcı gerçeği İttihatçıların önemli teorisyenlerinden Ahmet Ağaoğlu’nun oğlu
Samet Ağaoğlu, hatıralarında şöyle anlatıyor:
“Şimdi şu satırları
yazarken düşünüyorum; bir cemiyeti yeni yönlere götürmek isteyenler, ne
derecede idealist olurlarsa olsunlar, kendi hayat şartlarında da önderlik etmek
zorundadırlar. Halkı inandırmanın tek yolu bu! Fransız ve Rus inkılapçılarının
ilk yıllarda akıllara durgunluk veren başarılarının ana sebebini yine bu
noktada aramak gerekir. İttihatçılar samimî idealistlerdi. Fakat halkın içinden
çıktıkları hâlde halktan olamadılar. Enver Paşa’nın saraya damat olması üzerine
Süleyman Nazif’in ‘Enver Paşa, Enver Bey’i öldürdü!’ sözündeki gerçek budur.
Ben, Tanzimat’tan bu yana girişilmiş Batılılaşma hareketlerinin bu kadar yavaş
gelişmesinin sebepleri arasında, yine halkın içinden çıkmış idealistlerin
yaşama şartlarını halkın kazancına göre değil, devletin veya özel kaynaklarının
sağladığı gelire göre düzenlemelerini de görüyorum.
Hatırlıyorum, babamın
Birinci Dünya Savaşı sırasında mebusluk aylığı, bir kâğıt lira bir altın
karşılığı olarak, aşağı yukarı yüz lira idi. O zamana göre büyük para. Hepsini
de harcıyordu. Bu paranın sağladığı hayat seviyesi, halkın ortalama hayat
seviyesinin çok üstüne çıkıyor, fakir Mollagürani insanlarının gözüne
batıyordu. Türk idealistlerinin bu zaafı hâlâ sürüyor. Millî Mücadele’de,
inkılaplar sırasında, Atatürk devrinde, ondan sonra hep aynı manzara…” (Ağaoğlu Samet, 2013:55-56)
Anadolu İhtilâli’nin yazarı
Selahattin Selek, Anadolu İhtilâli’nin halkçı karakterini zaferden hemen sonra
unuttuğuna dikkat çeker. Ona göre tıpkı İttihatçılar döneminde olduğu gibi
Cumhuriyet döneminde de ortaya yeni bir zengin sınıfı çıkarılmıştı.
Anadolu’nun içine düştüğü bu açlık
ve yoksulluk çukurunun derinleşmesinde, Ankara hükûmetlerinin ilgisizlik ve
beceriksizlikleri kadar, Ankara’yı içten içe kemiren yozlaşmanın da önemli
tesirleri vardı. “Her rejimin kendi burjuvasını ortaya çıkarması” şeklinde
özetlenen sosyal merhale şimdi Ankara’da da yaşanıyor, dün cephelerde vuruşan
kahramanlar, bugün ülkenin geriye kalmış menfaatlerinden pay kapmanın kıyasıya
mücadelesini veriyorlardı.
Ülke âdeta bir daha
kurtarılıyordu. Ama bugün herkes kendisi için bir arsa, bir dükkân, bir mâkâm,
bir bağ evi kurtarmanın telâşı içerisindeydi. İbni Haldun’un sosyolojik
tahminleri bir kez daha tezahür etmiş, şehri ele geçiren dağlılar, şehrin
menfaatlerini kapışmaya başlamışlardı.
Kurtuluş Savaşı’nda çeşitli cephelerde
vuruşanlar, şimdi zafer ganimetlerinin paylaşılması kavgasına girişmişlerdi. İsmail
Cem’in ifadesiyle, “harbin bitişiyle
birlikte ülkede kurulan mukaddes ittifak, kısa zamanda ortaya bir mutlu azınlık
çıkarmıştı; bunların bir kısmı mebus, bir kısmı eski subaylardı” (Cem,1975:299).
Devrimci cephedeki yozlaşma ve
şikâyet görüntüleri her geçen gün artıyor, rejim bu yozlaşmayı giderecek bilgi,
yetenek ve kararlılığı gösteremiyordu. Şükrü Karatepe, gelinen noktayı şöyle
özetler: “Milletvekilleri ülkeyi geliştirmeye
yönelik bir millî elit grup olmaktan çıkmış, çıkarlarını koruyan politikacılar
topluluğu hâline gelmişlerdi.” (Karatepe,
1993:121)
O günün Ankara’sının en belirgin
iki güç odağı vardı; bunlardan biri milletvekilleri, diğeri bürokratlardı.
Bileşik kaplar gibi, bazı aile münasebetleriyle iç içe geçen yaklaşık bin
kişiden müteşekkil bu topluluk Ankara’nın kaymak tabakasını teşkil ediyor ve
perva etmeden ülkenin kaynaklarını insafsızca tüketiyorlardı.
Bu döneme ait yozlaşmayı ve
paylaşımı “Ankara” ve “Panorama” gibi eserlerinde anlatarak geleceğe ışık tutan
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, arkadaşlarının Millî Mücadele ruhunun şahsî menfaat
duygusuna doğru nasıl evrim geçirdiğini canlı misâlleriyle anlatır. Onun
müşahedelerine göre, “dünün kahramanları
bugünün arsa spekülasyoncularıdır; devrimciler kadrosu bir kazanç ve menfaat
şirketi hâline dönüşmüştür” (Uyar, 1999:96).
Karaosmanoğlu şöyle devam eder: “İktisadî kalkınmamız kendi çıkarlarından
başka hiçbir şey düşünmeyen anaforcu birtakım tufeyli unsurların eline geçmiş,
yapılan tesisler aşırı pahalıya mâl olduğundan millet bunların sadece yükünü
çekmişti.” (Karaosmanoğlu, 1993:112)
Hikmet Özdemir, dünün
kahramanlarının bugün geldiği noktayı şöyle özetler: “Dünkü kahraman inkılap liderleri bile bugünün ipekli robdöşambrlarına
bürünmüş, fağfur banyolu kaşanelerinden dışarıya başlarını uzatmak istemez
olmuşlardı.” (Özdemir, 1995:132)
Samet Ağaoğlu’na göre, “bu gibiler parmakla sayılmayacak kadar
çoğalmıştı”. Zeytinyağı piyasasını tekeli altına alan bakanlar ve karaborsacıları
koruyan valiler, her köşe başında yerini almış çalışmaktadır” (Ağaoğlu
Samet, 1969:88).
Ekinci şöyle devam ediyor: “Bunların hepsi Kavaklıdere, Küçükesat ve
Büyükesat’taki köşklerinde oturmaktadır. Kilerleri balık yumurtasından taze
havyara kadar sürekli en nadide mezelik erzakla tıklım tıklım olup, bir
altınbaş rakı şişesi buzdolaplarında sürekli buğulanmaktadır.” (Ekinci, 1997:78)
Devrin Başbakanı İsmet İnönü zaman
zaman olanlara bazı eleştiriler getirse de, o da kendisine ve kardeşine düşen
hisseyi almaktan geri kalmıyordu. İsmet Paşa’nın rantçılara engel olmak için
koyduğu yasakların da çok geçmeden herkesi kapsamadığı görülmüştü: “Devlet kapıları, bazı çıkarcı
politikacılara daima açık tutulmuştu. Bu ise Meclis kulislerinde hep İsmet Paşa’ya
yönelik yoğun dedikoduları beraberinde getirmişti.” (Uyar, 1999:313)
Bir
sonraki yazımızda konuyu incelemeye devam edeceğiz…