
DUYGUDAŞLIK, bir başkasının duygularını, içinde bulunduğu durum ya
da davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek… Yani daha çok
bilindiği anlamla “empati”...
***
Anlaşılmak,
doğduğumuz andan itibaren ihtiyacımız olan birkaç şeyden biri. Çünkü insanoğlu
için en vahim durumların başında anlaşılmamak gelir. İnsan, en çok anlaşılmadığı
zaman üzülür. Anlaşılmama hâli ne kadar üzerse, anlayan insanla aradaki bağın
güçlenme ihtimâli de o kadar büyüktür. Bazen içimizdekinin kötü anlaşılacağı
zannıyla üzülürüz. Bir mevzuda bilgili bir insan bizi deşifre eder ve içimizden
geçen ne varsa o ortaya dökülür. İşte o hâlin anlaşılması bizi üzer! Bunun
dışında, kimsenin bizi anlamadığını düşünerek geçirdiğimiz hayatımızın içinde
anlaşıldığımız an, bizi anlayana bağlanırız.
Empatinin
gerçekleşebilmesi için gerekli şeylerden biri de tecrübedir. Tecrübeli insan,
empatik insandır. Bu durumun hâlihazırdaki en canlı örneği, anne/baba ve çocuktur.
Çocuk her zaman anlaşılmak zorunda olunan kısımdadır. Ne hissettiğini ya da
ağladığı zaman neye ihtiyacı olduğunu anlayan bir annesi olduğu için, anne ile
arasında bir bağ oluşur. Bu yüzden çocukluk çağına kadar ailemiz bizi en iyi
anlayanlardan kurulu olur ve onlara bu yüzden o kadar bağlanırız.
Çatışmalar
ise zaten bizi anlamadıkları zaman başlar. Çocukluktan sonra ergenlik dönemine
geçilmiştir ve genç, ailesi tarafından anlaşılmadığını zanneder -ki haklıdır-.
Çünkü anne/baba, çocuğun geçtiği yerden geçmiş olsa da başka bir yere gitmiştir.
Ancak
genç de mental olarak anne-babayı anlamaz ve çatışmalar gün yüzüne çıkar. Bu
durumda iki taraftan biri kendini diğerinin yerine koymaya kalksa, hangisi
diğerinin yerine daha kolay geçebilir?
Elbette
anne/babanın, kendini çocuğun yerine koyması daha kolaydır. Çünkü her anne/baba
bir zamanlar çocuk olmuştur. Ama hiçbir çocuk henüz anne/baba olmadığı için,
kendini neyin yerine empati edeceğini bilemez, dolayısıyla buna asla muvaffak
olamayacaktır.
***
Sadece
aile için değil, sosyal hayatımızda da kim bizi anlamıyorsa ondan uzaklaşırız.
Tüm ilişkiler, dostluklar bu yüzden biter. Hattâ insan, insandan bu yüzden
nefret eder. Diğer yandan insan, karşısındaki insanı anladığı için sever. Bazen
kalabalık ortamda bir konu konuşulur, bir dert anlatılmaya çalışılır, herkes
kendi hâlinde bir tavır takınır fakat yalnızca bir kişi derdin sahibini dinler.
Evet, karşıdaki sadece dinler; fakat anlamasa da, sadece dinlediğinden dolayı, derdi
olan için en değerli insan hâline gelir.
Peki,
empati ne işe yarar ve yapmasak ne olur?
Aslında hiç kimse yapmasa pek bir şey olmaz. Lâkin asıl sorun, her insanın
duygudaşlık yapılmasını beklediği yerde kimsenin bunu yapmamasıdır. Zaten
dünyadaki pek çok problemin temelinde de empatinin yoksunluğu yatmaktadır.
Hattâ, “Hayatın içindeki sır bu!”
diyebiliriz.
Meselâ,
hangimiz hedeflediğimiz yere ulaşabiliyoruz? Tabiî ki hiçbirimiz. Çünkü hiç
kimse hedefinin son noktasına kadar ulaşamaz ve herkesin işi mutlaka yarım
kalır.
Empati
kurmak için illâ ki aynı şeyleri yaşamış olmak gerekmemekte; ancak en azından
onun geçtiği yerden geçilmesi elzemdir. Elbette her zaman empati
kuramayabiliriz, her zaman karşıdakini anlamanın imkânı yoktur. Ama değerli
olan, empati kurabilmek için çaba göstermek yani karşıdakini anlamaya
çalışmaktır. Bazen sadece çaba göstermek, ulaşmaktan daha değerli olabilir.
Empati
kurmak için çaba sarf etmek ya da karşıdakini anlamak için dikkatle dinlemek
dahi anlaşılmayı hissettirir. Bu emek hâli, değerli olandır. Hayattaki yaşam
durumu da buna benzetilebilir.
***
Elbette
her şeyin sonucuna ulaşamayız, sadece o sonuca ulaşmak için gösterdiğimiz çaba
bile kâfi gelir. Çocuklarla bu örneği renklendirecek olursak…
Bir
çocuk, Cin Ali’den oluşan anne, baba ve çocuk çizse, bu resim ebeveyni için
dünyanın en değerli tablosundan daha değerli gelir. Çünkü o, elinden geleni
yapmıştır. Bu yüzden empatinin sırrı, çaba sarf etmektir. Zaten kendini başka
bir insanın yerine koyması imkânsızdır. Çünkü insan “biz” için yaşar. Her
insanın içinde “bizden öte bir biz vardır”. Başkasının yerine düşünemeyen insan
için, ne olursa olsun, önünde sonunda kendi nefsiyle baş başa kalan bir “ben”
vardır. O yüzden çaba sarf edebilir ama aslında empati yapamaz, yapmak için
çabalar.
İnsan
hayata doğar, hedef koyar, yol seçer, yürür, birçok şeye ulaşır… Fakat varılan
yer hayâlin kurulduğu ya da hedeflenen kadar değil, ona izin verilen kadardır.
Sen yolu, hedefe ulaşmayı, hedefi belirleyensindir ama bir de senin, yolunun ve
hedefinin Sahibi vardır. Bu yüzden insanın ne kadar gittiği değil, O’nun ne
kadar izin verdiği önemlidir. Zaten O da sadece elden gelenin yapılmasını
ister, çabalamayı emreder.
Yaratıcı’nın
sisteminin sırrı, “Bana tertemiz gel” değildir.
“Ben seni yaratan,
seni ve ne kadar kirleteceğini bilenim. Zaten seni de kirlenebileceğin bir yere
gönderiyorum. Benim için değerli olan, kirlenmemek adına ne kadar
çabaladığındır”
noktasıdır. İşte bu durum, empati noktasının zirve hâlidir. Seni yaratan, sana
hiçbir zaman kendini Yaratıcı’nın yerine koymanı, O’nunla empati kurmanı, öyle
yaşamanı söylemiyor. O, sürekli Yaratıcı hâliyle seni anlıyor, biliyor.
Dünyanın pisliğini, senin aczini, ne kadar kirleneceğini biliyor ve “Kirlenmeden
gel” demiyor ama “Olabildiğin kadar uzak
dur; velev ki kirlendin, yaptığın şeyden pişman ol!” diyor.
İnsanoğlu genel çerçevede yanlışa bulaşmamak üzere değil, yanlıştan ders çıkarmak üzere yaşar. Bu yüzden kulaklara küpe bir söz bırakalım buralara: Her hatâ bir ders; ne hata biter, ne ders!