
ŞÜKÜRLER olsun, yeniden “Türkiye Yüzyılı” yolundayız!
14 Mayıs’taki ilk tur öncesinde neye inanacağımızı bilemiyorduk. Ne anketler belli bir ortalamada tahmin veriyordu, ne de sokaktaki vatandaşın tavrından net bir sonuca ulaşabiliyorduk. “Kazanacağız” diyen tarafların hiçbiri kendinden emin değildi galiba. “Her yarışın bir kazananı vardır” denir ama 14 Mayıs’ın birden fazla kazananı ve çokça kaybedeni oldu. Bizim beklediğimiz, Erdoğan’ın kazanmasıydı tabiî ama ne kazandık, ne de kaybettik…
Cumhurbaşkanlığı Seçiminde yeni sistemin azizliğine uğrayıp sonucu iki hafta beklemek zorunda kaldık maalesef; keşke ilk turda bitirebilseydik. İkinci seçimin ekonomik yükünden kurtulurduk en azından. Eskiden olsa bu iki haftaya ülke için kayıp olarak bakardık ama Hükûmet, önceki birkaç ayda olduğu gibi yine çalışmaya, üretmeye, icraata devam ettiği için rutin kayıp dönemini de yaşamamış olduk.
Partiler neler yaptılar?
AK Parti, bir icra partisi olduğunu 2002’de iktidara geldiğinden beri gösterdi vatandaşına. Şekil ve yöntem olarak beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ama 80 yılda yapılmayan kadar çok işin 21 yılda yapıldığını inkâr etmenin mümkün olmadığı da bir gerçek. Buna rağmen bir gerileme dönemi yaşıyor Erdoğan’ın partisi. Neredeyse siyaset sahnesine çıktığı ilk seçimde aldığı oy oranına kadar geriledi AK Parti. Demokrasi tarihinin olmazsa olmazlarından bu sonuç aslında.
Erdoğan’ın “metal yorgunluğu” diye tanımladığı teşkilatlardaki sıkıntı, bu kadar uzun iktidar sürecinde seçmene de yansıyor elbette. Yani bizim “Bu kadar icraata rağmen nasıl olur da oylar bu kadar erir?” sorumuzun cevabı, seçmen sosyolojisinde çok normal bir durum. Zaten 15 Temmuz sonrası MHP ile başlayan ittifakı genişletme çabalarının altında yatan da bu seçmen davranışına karşı önlem alma amacı olmalı. Yoksa bu kadar icraat üzerine ne DSP’nin, ne HÜDA-PAR’ın üç beş oyuna ihtiyaç duyardı Erdoğan. Bu iki partinin toplamda yüzde 1 oyu olduğunu varsaysak, AK Parti oylarının yüzde 34,5’e kadar düştüğünü görürüz ki seçimden birinci parti olarak çıkmış olmasına rağmen bunu bir galibiyet olarak analiz etmek çok zorlaşır.
Evet, Cumhur İttifakı olarak Meclis çoğunluğu alınmıştır ama 2002’de aynı oy oranı ile tek başına Meclis çoğunluğunu sağlayan AK Parti, iki partiden seçilen beş vekilin de istifası ile 263 sandalyeye düşecek yani salt çoğunluğun altında kalacak. İşte, “birinci olmak” ile “kazanmak” arasındaki fark budur ve AK Parti, TBMM seçimlerinin kaybedenleri arasına ismini yazdırmıştır.
Kayıp-kazanç tablosunu herkes kendi açısından değerlendirip değişik sonuçlara varabilir elbette. Hiç vekil çıkaramayan Zafer Partisi, Cumhurbaşkanı adayı gösterdiği Sinan Oğan’ın aldığı yüzde 5,17 oyla siyaset sahnesinde kalıcı olma iddiasına ulaştığını söyleyebilir meselâ. Eğer bu 5,17 puan kendi oyları olsaydı, iddialar da gerçek kabul edilebilirdi tabiî.
Ancak herkesin ittifakla kabul ettiği durum, Sinan Oğan’ın aldığı oyların en azından yarısının Muharrem İnce’nin oyları olduğudur. İnce’nin seçmeni, değerlendirme yapma fırsatı bulamadan Oğan’a oy vermek zorunda kalmıştır. Şahsî fikrim, Zafer Partisi ve Sinan Oğan’ın ilk turun kazananları arasında olmadığıdır. Bu sebeple de Erdoğan-Oğan görüşmesinden çıkan destek sonucunu da çok gereksiz ve etkisiz bulduğumu söylemek isterim. Bence Oğan nereye destek verirse versin, ilk turda kendisine oy vermiş olan seçmen, ikinci turdaki olası tercihini değiştirmeyecekti. Sandığa gitmeyeceklerle birlikte, Erdoğan’a 1,5-2 puan gibi bir destek zaten gelecekti oradan. Ümit Özdağ’ın başarısı ise sadece ve sadece Kılıçdaroğlu’nun kazanmasına endekslendi ki bu bile ancak kendisine bir bakanlık getirebilirdi.
CHP ve İyi Parti’yi “kaybedenler” kulübüne yazarsak yanılmış olmayız herhâlde. 2015’e göre AK Parti 13 puan kaybetmesine rağmen, (toplam oyları 3 puan civarında tahmin edilse bile) dört partinin desteği ile oylarını arttıramamış olan CHP’nin halk gözünde bir iktidar alternatifi olmadığı ortaya çıkmıştır. Her türlü siyasal avantaja rağmen, Ecevit’ten sonra yerinde sayan bir CHP var. “Kaybeden” olmak için toplam 3 puanlık partilere 39 vekil vermesi ve kendi sandalye sayısını bir önceki seçime göre 16 aşağıya çekmesi bile yeter herhâlde.
Ve başbakanlık yani birinci parti olma iddiasıyla yola çıkan Meral Akşener... Altılı Masa’da kimseye vekillik vermediği hâlde bir önceki seçime göre sandalye kaybetti İyi Parti. Vekil sayısı bakımından birinci parti değil, ancak beşinci parti olabildi. Oyları da sabit kaldı. Milliyetçilik iddiasından vazgeçmeyip masaya geri dönmeseydi, Zafer Partisi ve MHP’ye giden oylardan da, İnce’nin tabanından da önemli bir oy devşirebilirdi belki. Ancak o, kumar masasına dönerek siyâsî geleceği adına büyük bir kumar oynamayı tercih etti. Bence kaybetti.
Kapatma dâvâsının sonucundan korkan HDP, “Yeşil Sol” adıyla girdiği seçimde kaybedenler arasındaydı. Gerek radikal sol partilere hareket imkânı tanıması, gerekse terörle elde edebildiği nüfuz alanını kaybetmesi sebebiyle önemli bir oy düşüşü yaşadı. Bu düşüş 6 sandalye kaybına da sebep oldu.
Hiç şüphe yok ki, MHP ve YRP, 14 Mayıs’ın en çok kazananları oldular. Barajı aşamayacağı konuşulan MHP, anket şirketlerini utandıran, milliyetçileri gururlandıran bir sonuç alarak hâlâ Ülkücü camianın en büyük partisi olduğunu gösterdi. Fatih Erbakan ise Millet İttifakı’nın küçük partilerinin aksine, kendi listeleriyle girdiği ilk seçimden 5 vekil alarak zaferle ayrıldı. Bu, hem tabela partisine dönüşen Saadet’in, hem de kendilerini dev aynasında gören DEVA ve Gelecek’in cesaret edemediği bir tercihti. Fatih Erbakan, 14 Mayıs gecesi resmen babasının koltuğuna oturmuş oldu.
Cumhur İttifakı’na vekil kaybettirmiş ve genel başkanını bile Meclis’e sokamamış olsa da, “Ben müstakil bir partiyim. Kimsenin eteğine yapışmam” diyerek kendi listesiyle seçime giren Destici ve BBP’ye de siyâsî etik açısından bir teşekkürü çok görmemeliyiz.
Kazanmış gibi görünen ancak tek dönemlik kazançlarına rağmen siyâsî parti mezarlığına gömülmekten kurtulamayacak olanlar var bir de. Varlığı ile yokluğu zaten fark etmeyen DP için söylenecek fazla bir söz yok. “Üst akıl” tarafından büyük umutlarla kurdurulan DEVA ve Gelecek Partisi, “Kullan, at” projesi olduklarını kabul etmiş gibiler. Siyasetin Erdoğan düşmanlığı üzerine kurulacak kadar sığ bir alan olmadığını gördüklerinde CHP’nin kucağında Meclis’e girmeyi akıl ettiler de beş yıllarını garanti altına aldılar belki. Karamollaoğlu’nun SP’si ise Kılıçdaroğlu’nu “Mücahit” diye anons ettiği gece bitmişti zaten. YRP’nin aldığı oy da bunun ispatı oldu. Velhâsıl bu üç parti, dünyalıklarını alıp ahireti düşünmeyi bıraktılar ve aldıkları 34 vekile rağmen kaybettiler.
Seçimlerde “Erdoğan”
Partiler bazında yorumlarım böyle. Gelelim Cumhurbaşkanlığı yarışına...
Erdoğan, beklendiği gibi birinci olarak çıktı ilk turdan. Sinan Oğan’ın aldığı oyların da milliyetçi ve ulusalcı tabandan geldiğini hesap edersek, 28 Mayıs “çantada keklik” gibi duruyordu. Bence, Erdoğan’ın hak ettiği daha büyük bir fark ve ilk tur zaferiydi ama iki buçuk milyon oy farkı bile kazanmaya yetmedi. Erdoğan’ın dediği gibi, artık rakip Kılıçdaroğlu değil, rehavetti.
Erdoğan ve ekibi bu rehavetin önüne geçebilmek, Kılıçdaroğlu ve ekibi de ümitsizliği umuda çevirebilmek için sandığa gitme çağrısını olabildiğince yinelediler. Nitekim bu çağrılar, sonucu neredeyse belli olan bir seçimde bile sandığa gitme oranını önemli ölçüde yukarı çekti ve 14 Mayıs’takine yakın bir noktaya getirdi.
Erdoğan, kazanmayı bilen bir lider. İnişli çıkışlı oy oranlarıyla da olsa, girdiği her seçimi kendisi ve partisi lehine sonuçlandırmayı başarmıştır. Şükürler olsun ki, bu son ve belki de Türkiye tarihinin en kritik seçimini de kazanarak bu konudaki başarısını perçinlemiştir. Seçimden sonra Kısıklı’daki daha ilk konuşmasında 2024 Yerel Seçimleri için destek istemesi bile siyaseti ne kadar iyi okuduğunun, ne kadar siyasetle birlikte yaşadığının, başarısının da buna bağlı olduğunun ispatıdır.
Birkaç yerde yazdım ve söyledim; Erdoğan’ın DSP ile yaptığı seçim iş birliğini gereksiz, HÜDA-PAR ile yaptığını da hem gereksiz, hem de riskli bulmuştum. Ama bir türlü içime sindiremediğim, Sinan Oğan ile yaşanan birliktelik oldu. Belki Oğan’la olan şahsî meselem de buna sebep olmuş olabilir ama ilk veriler ışığında Erdoğan’ın kazanmasına önemli bir katkı sağlamadığı kanısındayım.
Seçime katılımdaki yaklaşık 3 puanlık farka bakınca, Erdoğan’ın aldığı oyun içinde Oğan’ın oyları da olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak, yukarıda da söylediğim gibi, Oğan “Kılıçdaroğlu’nu destekliyorum” deseydi bile oradan 1,5-2 puan gelecekti zaten. Şimdi korkum, “Bak işte, benim desteğimle kazandı” demesidir.
Misâl; Diyarbakır ve Mardin’de seçime katılım düşmüş. Enteresandır, sandığa gitmeyenler, ilk turda Kılıçdaroğlu’na oy verenler. Yani Erdoğan’ın oyları neredeyse aynı, Kılıçdaroğlu’nun oyları ise düşmüş. Bu da gösteriyor ki, HDP seçmeni sandığa gitmeyerek Erdoğan’ın kazanmasına destek olmuş, Oğan değil. Ümit Özdağ ile ittifak yapılması HDP seçmenini sandıktan uzaklaştırdığı için Zafer Partisi ve CHP istemeden destek olmuş Erdoğan’a.
Henüz takvimler 28 Mayıs’ı gösteriyor. Dolayısıyla verileri tek tek analiz etme şansımız olmadı tabiî. İlerleyen günlerde bu iddiamı destekleyen başka verilere ulaşacağımızı zannediyorum. Yanıldıysam da yine buradan özür dilemekten çekinmem.
Kılıçdaroğlu ne yapar?
Kılıçdaroğlu için “Hayatının fırsatını tepti” demek çok da yanlış olmaz herhâlde. İlk defa tüm muhalefeti aynı tarafta toplama başarısını göstermiş ve matematiksel olarak kazanmaya ilk defa bu kadar yaklaşmışken yine bir seçim yenilgisi aldı. Yenile yenile yenmeyi öğrenemedi bir türlü. Peki, Kılıçdaroğlu nerede hata yaptı acaba?
Bence ilk hatası, -anasının ak sütü gibi hakkı olduğunu düşünsem de- adaylığı konusunda direnmekti. Beş tane Sağ partiyi yanınıza alıp çok net bir Solcu lidere oy istemek çok da akılcı değildi. Siyâsî etiğe uymadığını düşünmeme ve günahım kadar bile sevmememe rağmen en doğru aday, Akşener’in de ısrarla öne sürdüğü Ekrem İmamoğlu idi bence. Hem Sağ’dan, hem Sol’dan, hem de terör örgütlerinden destek alabilecek kadar oynak bir karaktere sahipti çünkü. Neyse, Kılıçdaroğlu kendi adaylığını kabul ettirdi.
Adaylığı açıklanır açıklanmaz koştuğu yer HDP oldu. İşte hatalar zincirinin ikinci halkası da buydu. Siyâsî yelpazenin sağında duran partileri aynı masaya toplayabilirsiniz ama seçmenini aynı sandığa taşıyamazsınız. Nitekim olmadı da. DEVA ve Gelecek’in tam da bu sebeple AK Parti’den bir parça bile koparamadığını görmüş olduk. Saadet’in tabanını YRP’ye kaptırdığını test ettik. “Eridi” dediğimiz MHP’nin tam da bu yüzden can suyu bulduğuna şahitlik ettik. Ve seçime 3 gün kala Ümit Özdağ ile yapılan protokol, hesapları altüst eden son hata oldu. Önce gidip kayyumdan, terörle mücadeleden rahatsızlığını bildiğiniz HDP ile el sıkışacaksınız, sonra kayyumu, terörle mücadeleyi protokole koyan Özdağ’ı ittifaka alacaksınız, olmaz öyle şey! HDP seçmeni tepki olarak sandığa gitmekten imtina eder, siz de böyle bakar kalırsınız.
Aslında bu hataların tamamı bir siyâsî analiz hatasından kaynaklanıyor. Muhalefet zannetti ki, 2018’deki muhalif oyları alt alta koyup toplayacaklar, üstüne de ekonominin yıprattığı birkaç puanlık tepki oyunu koyacaklar, seçim gecesi de iktidar olacaklar. Yok öyle bir şey!
Siyasette böyle bir matematik hesabı yapılamaz. Siz bu hesapla, seçmen sosyolojisinden anlamadığınızı göstermiş olursunuz. Öyle ise ne yapmalıydı muhalefet, bir tüyo olarak verelim de beş yıl üzerinde çalışsınlar…
Ben olsam, HDP’ye aday çıkarttırırdım. Erdoğan HDP’ye tepki oylarını alamayacağı için ilk turda aldığından daha az oy alırdı bu defa. Bu arada ne Kandil’den, ne cezaevinden CHP’ye destek geleceğine göre, iktidarın terör kozunu alırdım elinden. İkinci tur öncesi HDP ile görüşür, son üç güne kadar anlaşma sağlamamış gibi görünür, hatta kavga ederdim. Üç gün kala HDP’den “Kerhen destek açıklaması” yaptırır, böylece terör örgütüyle ortaklık yapmıyormuş gibi görünürdüm. Sonuçta yine kaybederdim belki ama aradaki fark bir puanın altında olurdu bence.
Şaka bir yana, Hakan Bayrakçı’nın dediği gibi, “HDP ve PKK ile birlikte olan hiçbir ittifak bu ülkede seçim kazanamaz”, kazanamadı!
Şükürler olsun ki, “Bye bye Türkiye Yüzyılı” demedik bu seçimlerde. Seçmen, Türkiye’nin ihtiyaçlarına oy verdi; patates soğan fiyatı, kredi kartı borçlarının silinmesi, bedava ev veya şifresiz maç yayını gibi vaatlere değil. Seçmen dik duran Türkiye’ye, savunma sanayii başarılarına, PKK ve FETÖ başta olmak üzere teröre karşı mücadeleye, Mavi Vatan’a, doğalgaza, petrole, nükleere oy verdi; ABD’nin, AB’nin, İsrail’in, NATO’nun desteklediği, İngiliz tefecilerin vaat ettiği milyar dolarlara değil. Seçmen, onay makamı konumundaki TBMM’de çoğunluğu kime verdiyse, Cumhurbaşkanlığını da ona verdi; Cumhur İttifakı ülkeyi dolaylı olarak değil, direkt olarak yönetsin diye...
Teşekkürler Türkiye!