Dut ağacı ve Gülistan

Bütün çocukların ellerindeki karadut lekesi Sinan’ın ise bıyıklarında… Cami lojmanının bahçesi hiç bu kadar çocuğun sesine tanıklık etmemiştir. Ahde vefayı, kıymeti, hatır görmeyi öğreniyordu çocuklar bir ağaç altı sohbetinde. Tohumu hangi toprağa atacağını biliyordu Sinan.

BİR otobüs koltuğunun cam kenarından, göz kapakları arasında sıkıştırdığı kıvrımlı düşüncelerini uzayıp giden yollara serpiyordu. Şehirlerarası yolculukta, arkasında iz bırakırsa dönüşü daha kolay olur zannediyordu. Hâlbuki yolları ezberlemek bu masal için doğru bir karar değildi.    

Yâd ellerde kaybolmak pahasına kalbinin ilk defa çarptığı bu güzergâhta bir bavul dolusu idealini, hayâlini ve emeğini taşıyordu. Hangi takım elbise onu bundan daha güzel gösterebilirdi ki?

Yana doğru yasladığı gür saçları alnında oluşan ter baloncuklarına yapışmış alevden bir sıcak, beyaz yüzünü yanık iklimlere boyuyordu. Kucağında Rasim Özdenören’in ilk öykü kitabı “Hastalar ve Işıklar”ı tutuyordu. Derin bir nefes aldı koklar gibi yağmuru. Apaçık bir ihtilâldi bu yaşadığı. Doğduğu, büyüdüğü, hafızlık yaptığı, okuduğu kentten -ki kentlerin en gözdesinden-, annesinden ve kız kardeşinden ayrılıyordu. Bütün bildiği ezberler bozulmuştu. Bir nehrin üzerine düşmüş yaprak gibi, suyun akışında öylece gidiyordu.

Kitabından bir bölüm çevirip okumaya başladı. Ancak odaklanamadı. Kırgın kirpiklerine asılı kalmış ayrılık türküleri onu bir an olsun kendi hâlinde bırakmadı. Yanlış iliklenmiş bir düğme vardı bu kumaşta. Dengi dengine örülmemişti yahut heceler. Gitmekle kalmak arasında sıkışmış bir huzursuzluk vardı göğüs kafesinin altında.

Babasının vasiyeti, dudağının kenarına düşmüş yekpare bir sancıydı. Gece gündüz dilinden düşürmediği Kur’ân, artık hafızasının bahçesinde mavi bir gül dalıydı. Kolay olmadı hiç ama bir an olsun gönül koymadı rahmetli babasına. Kutlu bir zamanın eşiğindeydi günler. Marmara İlâhiyat’taki arkadaşlarına göz gezdirdi telefondaki rehberinden. “Sınavları ve mülâkatı geçen bir avuç öğrenci şimdi cübbe giyip imam-hatiplik mi yapacak, olduk mu o kadar?” dedi, gülümsedi.

Annesine de kızmıyordu, onun ısrarlarına yenik düştüğü için kendisine de. Dedim ya, suyun üzerinde kayıp giden bir yaprak gibiydi. Hafızlığın hakkını vermek yahut hakkını korumak ancak böyle mümkün olabilirdi. “Yoldaki çizgiler gibi bir uzayıp bir kısalan işaretler hayatın şarkısını bize böyle söyletecek belki” dedi içinden, “İlâhi demeliydim” deyip gülümsedi sonra. Terden yapış yapış olan saatinin deri kordonunu oynattı bileğinde. Buğulanmış cam içerisinde durmaksızın ilerleyen akreple yelkovana baktı. Görev mahalline az kalmıştı yolu. Silik zamanların muamma beşiğinde uyanma vaktiydi artık. Besmele ilk adımı…

Zeytin ağaçları Bafa gölünün etrafını bir gelin tacı gibi süslüyordu. Köyün içerisinde yer alan antik kalıntılar Muğla’nın gerdanında bir mücevher değerinde varlığını koruyordu. Yol kenarında yer alan seyir tepeleri Beşparmak dağlarının güzelliğini avuca konan kına gibi ellerinin arasına ahengi getiriyordu. “Peki, ya dağların ardı?” diye düşündü Sinan. Gamzeli yanaklarından süzülen bahar yağmurlarını kim toplayacaktı kardeşinin? Annesinin ak saçlarında yakamozlar, hangi gecenin koyu yalnızlığına düşecekti? Bir köz düğümü boğazında, gurbetin prangaları daha şimdiden ayaklarında…

Modern çizgilerin ön plânda olduğu mermer bir çeşmeye rast geldi yürüdüğü yayla yolunda. Su içti. Elini yüzünü yıkayıp başını göğe kaldırdı. Rüzgârı teninde duymaya çalıştı. Hararetten kaynayan gönlüne bir sel sebil ilişti, “Sinan, adını aldığın mübârek şahsiyet hatırına omuzla artık şu yolları!” dedi, “Gölün kıyısında sıralanmış kayıklar gibi salınmayı bırak”.

Ürperti dolu kalbiyle, başında heybet hissiyle, kulağında anneciğinin ninnisi, göğsünde babasının nişanesiyle varıp geldi köy yerine. Muhtarı buldu ilkin, tanıttı kendini. Sonra hemen köy kahvesine haberler iletildi: “Cami hocası gelmiş!”

Biraz soluklanıp hâl hatır faslından sonra, “Ezan vakti yakındır” deyip köy ahalisiyle birlikte camiye yol aldı Sinan…

Minyatür bir ev gibidir onu bekleyen hane. Kiremitten çatısı, vitray camları ve iki katı vardır. Kubbesi yapılamamış ya da yıkılmış; buna rağmen minaresi tarihî motiflerini korumuş görünmektedir. Sütunları, merdivenleri, duvarları yeşile boyanmış. Minberi ahşaptan yapılmış küçük bir cami. Ve o camiden yankılanan Davudî bir ses: “Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!”

Güneşin ışığını kesen yüksek binalar arasından, insanın boğazını tıkayan egzoz dumanları arasından, kalpleri sağır eden gürültülü kalabalıklar arasından, kilometrelerce uzayan yollar arasından namaza davet olan Ezan-ı Muhammediye, Medine usulü olarak ruhlara çağrı yapıyordu.

Allah’ın huzurunda secdeye baş koymakla tanış olmuşlardı. Âlem-i Ervah’tan bilindik bir çehre idi gördüğü her kişi. Zor olmadı hiç lojmana üç beş eşya atıp yerleşmek. Zaten Ramazan da gelmişti. Sinan her akşam bir başka evin iftar konuğuydu. Kalbi yatışmış, ruhu uyum sağlamıştı. Aile sıcaklığı ile ekmek sıcaklığı en sevdiği iki şeydi. Bir de mevsimin kavurucu sıcaklığı olmasa…

İlk cenazesini defnedişi Ramazan’a denk gelmişti. Hatta ilk mevlid-i şerifi okuması da… Nice insanın gönlünde yer etmiş, kalpleri titreten, gözleri nemlendiren “Velâdet bahri”ni ezbere biliyordu. Diğer kısımlara kitaptan bakıyordu. Acemiliğini gizleme gereği duymuyordu. Tam da dilinin damağına yapıştığı bir vakit aşkla okuyordu Süleyman Çelebi’nin kasidesini: “Susadım gayet hararetten kati./ Sundular bir cam dolusu şerbeti./ Şerbeti karşımda tuttu huriler./ ‘Bunu sana verdi Allah’ dediler.”

Yaşadığı ilkler arasında yaz Kur’ân kursu da Ramazan ayının güzelliğine denk gelmişti. Durup hüzünlenmeye bir an olsun vakit kalmıyordu. Sabahları çocuklarla hem ders yapan, hem de oyunlar oynayan Sinan, teravih çıkışlarında yine çocuklarla dondurma yiyor, futbol sahasına gidiyor, onların gönüllerine hiç unutamayacakları tahtı kuruyordu. Bayram temizliğini cami içerisinde bir yarışmaya çeviriyor, ödülünü ise hepsine dağıtıyordu. İmam odasında bir çocuk kütüphanesi oluşturmaya çalışıyordu. 

İlim ve irfanla kalpten kalbe yol bulan beyitler büyütüyordu içinde. Muhtarın tavsiyesi üzerine bıyık da bırakmıştı. Çocuklarla bu kadar haşir neşir olmanın üzerine giydirdiği “Biraz çocuksu” etiketine bıyık ciddiyeti takmışlardı. Bu yine çocukların işine gelmiş, günlerce gülebilecek bir sebepleri olmuştu.

Bütün çocukların ellerindeki karadut lekesi Sinan’ın ise bıyıklarında… Cami lojmanının bahçesi hiç bu kadar çocuğun sesine tanıklık etmemiştir. Ahde vefayı, kıymeti, hatır görmeyi öğreniyordu çocuklar bir ağaç altı sohbetinde. Tohumu hangi toprağa atacağını biliyordu Sinan. Bey amcalarıyla da sohbeti ihmâl etmiyor, hanım ablaların hatırını sormadan yanlarından geçmiyordu. Kahve ahalisine dut ağacının nasıl mest oluşunu anlatıyor ama inandıramıyordu. “Ağaç ağaçtır, nasıl mest olup durur” diyorlardı. Kâh gölgesiyle, kâh meyvesiyle içlerinde büyümeye yüz tutmuş putların bir bir devrilişine şahitlik ediyordu. Ağaç, Allah’ın ayetini dalgalandırıyordu, Sinan da şehit babasının emanetini.

Karşı evin penceresinde bütün bu olup bitenleri anlamaya çalışan bir çocuk daha vardı. Farklı bir çocuk… Gül mevsimi gelmiş ama çiçek açamamış. Derin denizlerin sükûtu boyunu aşmış, nazenin bir bedende eksik kalmış aklı. Bunlara rağmen kuru dallar arasında nefes bulmaya çalışan gözleri vardı. Dudağının kenarından hayat fışkırıyordu. İçini didiklese de karşı komşusunun kapısını çalmaya cesaret edemiyordu Sinan. Evlerinin duvarları isli, yüzleri sisli insanlardı hane sahipleri. Pencere önünde duran boş saksılara mı gömmüşlerdi gülüşlerini? Gülistan’ın önüne birkaç çubuk kraker bırakıp odun toplamaya gidiyorlardı. Ağacın yanına inmek, diğer çocukların oyunlarını seyretmek için can atan gözleri her geçen gün biraz daha sönüyordu. Bir ağacın gövdesine yaslanamamanın ıstırabı damlıyordu cama vuran ellerinden.

Dayanamadı bir gün, konuşmak istedi. Ve gördü ki, gelişim geriliği Gülistan’da değil, onu bu hâliyle sevmeyi öğrenemeyen, onu bir pencere kenarına mahkûm eden anne babadaydı.

Zaman geçip dururken, dut ağacının kurumaya yüz tutmuş dalları, pencere önünden başka bir hayatı olmayan Gülistan’ın kolları kadar cılızdı artık. “Nazar değdi” diyorlardı. Oysa Sinan, ağacın dibine dökülen kimyasalın farkındaydı. Ses etmiyordu. Ağacın sesi bir sır atına binmiş, sahibine gidiyordu. Kötülüğün rengi de sahibinin suratına bir şamar gibi kapkara iniyordu.

Toprak Gülistan’a ağaç kokusunu bahşedecekti belki defnedildiği yerde. Ama gönlünde bir bahar estiremeyenlere, avucunda bir çiçek bitiremeyenlere Sinan ve Sinan gibiler ne yapacaktı?

Gelinlik çağa erişmiş kız kardeşine, saçları ağarmış annesine sözü vardı. Küsmüyordu. Kıvrımlı düşüncelerini bir virajdan daha geçirip emaneti heba eden insanlar üzerine andı büyük zeytini ve inciri örtüyordu...