NE çabuk düşüyoruz meyvesiz dallardan. Ne hızlı dönüyoruz sis çökmüş yollardan. Ve ne acımasızsa duygudan duyguya, sözden söze, eylemden eyleme geçiş yapıyoruz.
Birlik olmanın aynı menfaatlere aynı oranda sahip olmak olmadığını ve dahi bütün menfaatler yerle bir olduğunda bile mukaddes değerler, insanlık, ahlâk, toplum ve ailenin nizamına uygun düşecek vasatlarda bir arada bulunmanın hayatî damarlara kan taşıdığı gerçeğini ne çabuk bertaraf ediyoruz. Sonra verilen söz ve vaatleri suya düşmüş gölgeler misâli nasıl da hızla unutuyoruz.
Anlam yüklü insanı fizikî koşullara bırakılmış bir kütle gibi evirdiler. Şimdi duruma göre şekil almak, menfaate göre kelâm etmek ve birbirimizi entelekt değişkenlere uyacak biçimde yok saymak, artık sadece girdiği kabın şeklini alan bir mayi ya da bulunduğu koşullara göre kimyevî değişikliklere açık bir kütle olduğumuz sancısını kalbime düşürüyor.
Bütün hamasi sloganlar, bütün bu vazgeçişlere uyduruluyor. Bütün kutsal metinler, hadisler ve ayetler birbirimizi hedef alma yolunda hiç ar duyulmadan bir silah gibi kullanılıyor. Kendi yaşam alanında konforu sallanan, ilk iş olarak konforlu bir adres arıyor ve bulduğunu acımasız ithamlarla yerinden ediyor. Birkaç kuruş daha fazla kazanmak için malzemeden çalanı mı ararsın, sattığı ürünün katbekat üzerinde bir değerle satışa sunanı mı? Bir haksızlık gördüğünde bir başkasına da haksızca muamele etmeyi kendine hak gören zavallılığı mı?
Nerede birinin refah seviyesinde sarsıntılar meydana gelse bütün değerleri yerle yeksan edebiliyor. Yamalı şalvarıyla, kuru ekmeği suya banıp yiyen, kırık dökük evinden çıkıp da vatan mücadelesi veren dedelerimiz, ninelerimiz bu mukaddes mirası bizlere bırakamamış belli ki.
İşin daha da acı tarafı, bir zamanlar aynı ülküyü beraberce el üstünde tuttuğunuz ve hasmın bütün yergisine birlikte göğüs gerdiğiniz insanlar, bir an geliyor, hasmın bütün saldırı argümanlarını size karşı kullanır oluyor.
Bütün bunlar bir yana, düşen, çöküşe uğrayan, yıkıldı yıkılacak bir vaziyette gözlere sızı veren daha bir dolu trajik manzara var. Bunlardan biri de birbirini ezip geçmeye yeminli kalabalıklar içinde yaşıyor oluşumuz. Bu öyle bir kalabalık ki, içinde aynı inanca, aynı değerlere, aynı hassasiyetlere sahip insanlar da var. Ve bütün bu insanlar zıddında duranları ezip geçerken, aynı dertle kalbi sıkışan insanların da üzerine basıp geçmekten haz duyar vaziyetteler. İçimizden biri çıkıp da “Tam zıddımızda duranı dahi ezmemeliyiz” dediğinde, bu söz, atmosferde hızla emilen düşük bir frekans olmaktan öteye geçemiyor. Yankısının uzaklara erişmesinden geçtim, yanındakinin kulak zarlarında minimal bir titreşim dahi meydana getiremiyor.
İşin aslı, herkes silahlanmış durumda. Bu silahlar bildiğiniz tetikli, şarjörlü, kurşunlu, madenî vasıtalarda değil. Bu silahlar can almaz ama can acıtır, kan dökmez ama gözden yaş döker. Çünkü bu silahlar elle tutulmaz ama beş duyu organını yerle bir eder. Sözlerle, ithamlarla birbirini yok etmeye gayretli bir yığın oluşumuz bütün dinî ve ailevî değerlerimizle çatışma içinde.
Müslüman Müslümanın açığını, kabahatini bulmak, bulup da parlatmak ve gözler önüne sermek üzere canhıraş bir mücadele vermekte. İnsana fayda veren doğruları es geçip bir yanlışında seni yok hükmünde saymaya yeminliler. İnanılan ve savunulan ne kadar millî ve dinî değer varsa hepsi kişisel fayda aritmetiğine kurban edilmiş durumda.
Benim de tüm bu sızılı vaziyette boğulmaya beş kala buhranlı hâlimizden çıkışı murat ettirecek birkaç kelâmım var…
Birbirimizin kusuruyla uğraşmak yerine kusurları örtecek, onları iyileriyle değiştirecek bir insanî misâl olmalıyız.
“Vatan millet Sakarya” nidalarını işler iyi gittiğinde, cebimiz dolduğunda, refah seviyemiz arttığında değil, en darda, en zorda da atmalıyız.
İslâmî ve millî hassasiyetlerde buluştuğumuzda, ara sokaklarda birbirimizden ayrılan fikirlerimiz ve kanaatlerimiz için hemen kılıç kuşanmamalıyız.
İyiyi, doğruyu ve hak olanı anlatma gayretini gördüğümüz yerde üzerini alayiş, gösteriş iftirasıyla kapatmak yerine, el ele verip yolu tamam etmeliyiz.
El-Emin ümmeti olmanın şerefine uyacak bir mûsikîde yaşayabilmek için sözümüzden, vaadimizden duruma, şekle ve menfaate göre caymamalıyız.
Mukaddes değerler için maddî fedakârlıklar yapmaktan imtina ettiğimiz zamanlarda, bu değerler için karnına taş basanları, can verenleri, vücudu parça parça olanları hatıra getirmeli, aynı dâvâ uğruna can veremiyorsak da birkaç dünyalık kaygı için kulvar değiştirmemeliyiz.
Darda ve zorda olanın hakkını sadece sözle savunmaktansa, elimizi taşın altına koyacak bir duruş sergilemeliyiz.
Helâl kazancın kat kat kâr elde etmekten daha bereketli ve şerefli olduğunu aklımıza mıh gibi kazımalıyız.
Ancak helâl kazançla ve ancak paylaşarak huzura ereceğimiz şuuruyla ömrü kıymetlendirmeliyiz.
Dinimiz, yolumuz, kaygımız birken, birbirine zıt düşen şahsî duygu ve düşünceler için safları bırakmamalıyız.
Hazreti Mevlâna’nın bahsettiği hoşgörü bu olsa gerek. Ulaşacağımız zirvelerde bayrağımızın ve İslâm sancağının dalgalanacağı düsturuyla yol alıyorsak, bu yoldaki kusurlar ve gedikler için biraz daha hoşgörü, biraz daha gayret gerekiyor.