Düşesin mektubu

500 sene evvelki gibi, iki Hıristiyan devlet olan Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta çözüm, Türk Devleti’nden bekleniyor. Her iki Hıristiyan Devlet ile birlikte tüm Avrupa -içten içe- Türk Devleti’nin adaletine ve asaletine inanıyor, güveniyor!

Allah Allah diyelim, sancak-ı şâhî çekelim,

Yürüyüp her yaneden şarka sipâhî çekelim…

(Muhibbî, Kanunî Sultan Süleyman)

***

PEK Muhterem Kari,

Yaklaş evlat!” dedi Efrasiyab. Şeyhülislâm Mustafa Efendi Tekkesi’nin tevhidhanesinde, bizim ihtiyarın tam karşısında diz kırdım, oturdum.

Süleymaniye Camiî’nin avlusunda başlayan bu esrarengiz serencamın yakında nihayete ereceğini hissediyordum. Nihayet normal hayatıma dönebilecek, deliksiz uyuyabilecek, kan ter içerisinde uyandığım kâbuslardan kurtulabilecek, endişe etmeden ve sürekli arkamı kollamadan dolaşabilecek, hayâl ile gerçek arasındaki araftan azat olabilecektim; sanırım. Lâkin ifa etmem gereken son bir vazifeden sonra...

Her ne kadar ruhumun maceraperest tarafı enikonu alışmaya başladığı bu maceranın sona ermesini arzu etmese de huzuru ve dinginliği arayan -hatta özleyen- diğer tarafı “Artık yeter!” diyordu.

Sabahın ilk ışıkları ve kuş cıvıltıları camdan içeri süzülmeye başlarken, tevhidhanenin ocağındaki son kütükler son çıtırtılarını, son rayihalarını ve son sıcaklığını yaymaktaydı taş binanın içerisine.

Bir süre muhabbetle bakıştık Efrasiyab’la. Gözlerinde, çalışkan lâkin haşere talebesini süzen bir muallimin bakışları vardı. Onu kızdırdığım, kendimi ve daha fazlasını bilemediğim birçok şeyi tehlikeye attığım, defalarca onun tarafından kurtarıldığım şeyler yapmıştım. Lâkin bunların hepsi -sanırım- eğitimin birer parçası olarak müsaade edilen şeylerdi.

Vakit geldi evlat!” dedi Efrasiyab epeyce bakıştıktan sonra, “Aslında geç bile kaldık sayılır”.

Aklımda o kadar çok soru vardı ki hangisinden başlayacağıma karar veremiyordum. “Peşimdekiler kimdi?” sorusu ile başladım yeniden takip edildiğimdeki heyecanımı hatırlayarak ve yeniden irkilerek. “Senin peşlerinde olman gerekenlerdi” diye karşılık verdi. Efrasiyab bu, hiç değişmeyecek, illâ tüm cevapları yeni bir bilmece ile verecek: “Çıkacağın son seyahat, onları olmaları gerektiği yere hapsedecek.”

Onları benden başka gören yoktu sanki?” dedim. “Sen de göremeyebilirdin. Görebildiğin için şanslısın ve o sebeple bugün buradasın.

Biliyorum, ilk günden itibaren ‘Neden ben?’ diyorsun. Birazdan bunun cevabını öğreneceksin…”

Ayağa kalktı, ben de kalktım. Tevhidhanenin kapısını içeriden sürgüledi. Köşede duran kilimi kenara çekti, tahta zeminde gizlenmiş bir kapağı kaldırdı. Yeraltına doğru inen bir dehliz belirdi önümüzde.

Efrasiyab’ın peşinde, ılık nem kokusu ciğerlerime kadar işleyen, duvarları kırmızı tuğlalarla örülü dar ve basık bir labirentte sağa sola döne döne ilerlemeye başladık. Efrasiyab bir anda kaybolsa geri dönemeyeceğim korkusu klostrofobi ile birleşiyor, bu katmerli korku hâli kalbimi sıkıştırıyordu.

Bir süre gittikten sonra dar dehliz, geniş sayılabilecek bir odada son buldu. Efrasiyab dehlizin girişinde aldığı meşale ile odanın içindeki diğer kandilleri yakmış olsa da içerisi hâlâ kasvetli ve ürkütücü idi.

Aynı tuğlalarla örülü bu loş odanın içerisindeki raflar ve ortada duran masanın üzeri, daha önce hiç görmediğim garip alet edevatla doluydu. Çılgın bir mucidin atölyesini andırıyordu burası.

Ahşap, kaba ama sağlam masaya karşılıklı olarak oturduk. Bana masanın üzerinde duran bir mekanizmayı uzattı. Bir taraftan konuşurken, bir taraftan da iki ucunda birer mil, üzerinde tırnaklar ve tırnakların kenarlarında sıralı rakamlar olan mekanizmayı anlamak için kurcalamaya başladım.

Efrasiyab suallerime cevap verirken göz ucuyla da beni izliyordu. Tırnakları mekanizmanın ekseni etrafında rastgele çeviriyor ve bunun ne menem bir şey olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra tiz bir yay sesi ile birlikte mekanizma ikiye ayrıldı. Mekanizmayı bozduğumu yahut kırdığımı düşünerek irkildim. Lâkin Efrasiyab’ın keyfi yerine gelmişti, bu gülüşünü daha evvelden hatırlıyorum. “İşte bu yüzden sen!” derken gözlerinin içi gülüyordu: “Muammayı çözebilecek ve bu kilidi açabilecek birisi lâzımdı bize.”

Kurcalamam için elime verdiği mekanizmanın şifreli bir kilit olduğunu o an anlayabilmiştim ancak…  


Muhterem Dostlar,

Bugünkü tayy-i zaman seyahatimizde, sizleri neredeyse 500 yıl evvele, 24 Ocak 1526’ya götüreceğim inşallah. Osmanlı sarayının mabeyninden bugüne düşen hisseyi alabilmek ümidiyle paraya kıyıp depomuzu ağzına kadar dolduruyor, nişangâhları kuruyorum. Hazırsanız kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Sefinemizi Gülhane Parkı’nda güvenli bir yere gizleyip, Fransa’dan gelen sefir heyetinin arasında Topkapı Sarayı’nın bâb-ı âlisinden dış bahçeye giriyorum. Bu soğuk Dersaadet gününde dış bahçenin servileri, çınarları, çamları karşılıyor bizi. İç bahçenin girişinde de abartı denecek kadar uzun kavukları ile Osmanlı kethüdaları… Onlarla birlikte mabeyne, cihan sultanı Kanunî Sultan Süleyman Han’ın huzuruna çıkıyoruz. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacak gibi. Tüm heyetle birlikte cihan sultanının önünde hürmetle eğiliyoruz. Dünyanın merkezindeymişim gibi hissediyorum kendimi.

Üzerinde parlak ve renkli kumaşlardan kıyafeti ve tüylü şapkası ile Kont Jean Frangipani nam sefir, öne çıkarak etek öpüyor. Kont Frangipani, elan İspanya Kralı Şarlken’in elinde esir tutulan Fransa Kralı Birinci Fransuva’nın annesi Düşes Louise de Savoie vasıtasıyla Dersaadet’e gönderildi.

Sefir, Fransa Kralı adına Sultan Süleyman’ın saadet sarayının eşiğine bağlılığını bildirip kuvvet ve kudretin sığınağına tâbi olduğunu söyledikten sonra beraberinde getirdiği nameyi okumaya başlıyor:

Almanya ve İspanya Kralı Şarlken, oğlum Fransuva’yı Pavia Muharebesi’nde esir edip hapsetti. Şimdiye kadar oğlumun kurtulmasını onun insaniyetine bırakmıştım. Hâlbuki beklediğimiz insaniyeti göstermediği gibi oğluma birtakım hakaretler dahi etmektedir. Şimdi ise âlemin tasdik ettiği azamet ve şanınız ile oğlumu düşmanımızın kahredici pençesinden kurtarmak lütfunu buyurmanızı zât-ı şâhânenizden bilhassa niyaz ederim.”

Name devam ediyor:

Dünyanın ma’mûr köşelerinden birçok ülke ve şehirlerin hâkim ve padişahı ve bütün mazlumların dâdgâhı olan sultân-ı muazzam ve hâkân-ı mufahham hazretlerine arzım budur ki, Avusturya Kralı Ferdinand üzerine hücum ettiğinizde biz dahi himmet ve inayetinizle hapisten kurtulup Almanya Kralı Şarlken’in üzerine hücum edip öcümüzü alırız. Siz ki, şehinşâh-ı celîlü’ş-şansınız, onun hakkından gelmek için bize yardım buyrulduğu takdirde bundan böyle size ebediyen minnettarlık duyacağıma emin olabilirsiniz.”

Takvimleri bir sene evvele saralım...

Avrupa’da yayılmacı bir politika izleyen İspanya Kralı Şarlken, 24 Şubat 1525’te, şimdiki İtalya’nın kuzeyinde bulunan Pavia’da Fransa ordusunu yenmiş ve Kral Birinci Fransuva’yı esir almıştı. Şarlken’in elinde esir olan Fransuva, bir yıldır türlü işkencelere, hakaretlere ve aşağılamalara duçar olmaktaydı. Ana yüreği işte, oğlu bir kral dahi olsa, dünyanın her yerinde her annenin kalbi aynı şekilde atar. Bir yıl boyunca Şarlken’in bir krala yaraşır şekilde oğlu Fransuva’yı serbest bırakmasını beyhude beklemiş, bu beklentisi boşa çıkmakla kalmamış ve oğlunun kötü muamelelere maruz kaldığını görerek Sultan Süleyman’dan yardım talep etmeye karar vermişti.

Birinci Fransuva’nın annesi, sadece oğlunun kurtarılmasını değil, aynı zamanda devletinin Şarlken’e karşı daha emin olması için Şarlken’e harp ilân etmesi konusunda Kanunî Sultan Süleyman’a yalvarıyordu.

29 Ağustos 1526’daki Mohaç Meydan Muharebesi’nin mühim sebeplerinden biri de hiç şüphesiz Avrupa’yı kana bulayan Şarlken’i durdurmak içindi. İtalya’daki hükûmetlerin çoğu korku içinde, açıkça Osmanlılara yanaşmıyorsa da Osmanlıların galip gelmesini temenni ediyorlardı. Fransa ve İtalya gibi devletler, kendi dinlerinden olan bir başka ülkenin vahşi saldırılarına ve muamelelerine maruz kalmaktansa Osmanlı’nın adaletine ve himayesine sığınmayı tercih etmekteydiler.

Osmanlı Devleti, yüzyıllarca ayağını bastığı, atını sürdüğü tüm coğrafyalarda insanlığın ve adaletin timsali olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman emir buyuruyor ve kâtibini çağırıyor; kâtip ise aharlanmış, üzerine tuğra çekilmiş ferman kâğıdını, hokkasını ve kamışını alarak Divanî hat ile Sultan Süleyman Han’ın söylediklerini yazmaya başlıyor:

Ben ki sultanü’s-salâtin (sultanlar sultanı) ve bürhânü’l-havâkîn (hakanlar hakanı) tâc-bahş-ı hüsrevân-ı (hükümdarlara taç giydiren) rû-yı zemîn zıllullahi (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, halifesi) fi’l-arazîn (şu arazilerin) Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilâyet-i Zülkadriyye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve külliyyen Diyâr-ı Arab’ın ve Yemen’in ve dahi nice memleketlerin -ki âbâ-yı kirâm ve ecrâd-ı izâmım enârallahu- berâhinehüm (kerem ve azamet sahibi atalarımızın) kuvvet-i kahireleriyle (ezici kuvvetleriyle) fethettikleri ve cenâb-ı celâdet-me’âbım dahi tîğ-ı ateş-bâr ve şimşîr-i zafer-nigârım ile (benim dahi ateş saçan kılıcımla) fetheylediğim nice diyârın sultanı ve padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım. Sen ki, Françe vilâyetinin kralı Françesko’sun...

Her ne kadar kendisine kralın annesinden name gelmiş olsa da Sultan Süleyman, bir sultana yakışır şekilde hitabını Fransa Kralı’na yapıyor ve devam ediyor:

Dergâh-ı selâtîn-penâhıma yarar (sultanların sığınma yeri olan kapıma) adamın Frangipani ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp memleketlere düşman müstevli (istilası) olup el-an hapisde idüğünüz i’lâm edip (bildirilip) halâsınız (kurtulmanız) husûsunda bu cânibden (taraftan) inâyet meded ve inâyet eylemişsiz (yardım ve medet istemişsiniz).

Her ne ki, demiş iseniz benim pâye-i serîr-i âlem-masîrime (benim yüksek katıma) arz olunup alâ-sebîli’t-tafsîl ilm-i şerîfim muhît olup tamam ma’lûm oldu teferruatıyla öğrenmiş bulunmaktayım).

İmdi padişahlara sınmak (yenilmek) ve hapsolunmak acep (tuhaf) değildir. Gönlünüzü hoş tutup âzürde-hâtır olmayasız (hatırınızı incitmeyiniz). Eyle olsa bizim âbâ-i kirâm ve ecdâd-ı izâmımız nevverallahu merkadehüm (bizim ulu ecdadımız) dâimâ def’-i düşmân (düşmanı kovmak) ve feth-i memâlik (memleketler fethetmek) için seferden hâli (geri) olmayıp biz dahi onların tarikine sâlik olup (onların yolundan yürüyüp) her zamanda memleketler ve sa’b ve hasîn (kuvvetli) kal’alar fetheyleyip gece ve gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmış ve Hakk Sübhânehu ve Te’âlâ hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve irâdeti neye müte’allik olmuş ise vücûda gele (Allah hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun).

Bâkî ahvâl ve ahbâr ise mezkûr adamınızdan istintak olunup ma’lûmunuz ola. (Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz). Şöyle bilesiz…”

Sultan daha sonra fermanın altına mührünü basıyor ve sefir ile yalnız görüşmek istediğini söylüyor. Heyetle birlikte geri geri yürüyerek huzurdan ayrılıyoruz. Kapıdan çıkarken Sultan ile göz göze geliyoruz. Bakışları en içime kadar işliyor. Sanki beni tanıdığını hissediyor, ürperiyorum.

Bir süre kapının dışında sefirin çıkmasını bekliyoruz. Frangipani’nin yüzü gülüyor çıkışta. Heyetle birlikte geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. Dış bahçe kapısından çıktıktan sonra Ayasofya’dan ezan sesi yükseliyor. Dönmeden evvel bu İlâhî davete icabet ediyorum…

***

Pek Muhterem Kari,

500 yıl evvel iki Hıristiyan devletin arasındaki müşkülü çözmek Osmanlı Devleti’ne düşmüştü. Her ne kadar Osmanlı Devleti Müslüman olması hasebiyle birçok kere Haçlı Seferlerine maruz kalmış olsa da, o Haçlı orduları için bir araya gelen devletler, menfaatleri için birbirlerini boğazlamak için mütemadiyen fırsat kollamışlardır.

Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’ni Kıta Avrupası için bir tehdit olarak görseler dahi yine de bir Hıristiyan devlet tarafından işgal edilmek yerine Osmanlı’nın hak, hukuk, adalet anlayışına ve hoşgörüsüne sığınmayı yeğlemişlerdir.

500 değil, bin yıl geçse de huylu huyundan vazgeçmiyor. Türk Devleti bir zafiyet gösterecek olsa bu zafiyetten fayda sağlamak için de alesta beklemişlerdir. Türk Devleti güçlü olduğu sürece âlemin nizam ve adalet membaı olmuş, zaafa düştüğünde de bu devletlerin iştahları kabarmıştır.

Devletimiz kabuklarını kırdı, üzerindeki deli gömleğini yırtıp attı ve Allah’ın izni ve inayeti ile yeniden, 500 sene evvel Kanunî Sultan Süleyman’ın fermanındaki gibi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilâyet-i Zülkadriyye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve külliyyen Diyâr-ı Arab’ın ve Yemen’in ve dahi nice memleketlerin hamisi durumuna geldi/geliyor.

Tarih, coğrafya ve medeniyet yeniden bizleri çağırıyor. Hak için, adalet için, insanlık için, nizam için… Sınırlarımızın içine hapsedilmiş o narkoz durumundan uyandık, elhamdülillah. Artık hinterlandımızda, gönül coğrafyamızda bizsiz yahut bize rağmen bir masa kurulamıyor.

500 sene evvelki gibi, iki Hıristiyan devlet olan Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşta çözüm, Türk Devleti’nden bekleniyor. Her iki Hıristiyan Devlet ile birlikte tüm Avrupa -içten içe- Türk Devleti’nin adaletine ve asaletine inanıyor, güveniyor!

Ukrayna ile Rusya bir ortak zeminde buluşacak ve silahları bırakacaksa, bu ancak Türkiye’nin gayreti ve hakemliği ile olacaktır. Türkiye, yaşadığı onca sıkıntıya rağmen yükselen gücü ve yeniden kazandığı sıkleti ile İkinci Dünya Harbi’nden bugüne Avrupa’nın yaşadığı en büyük krizde çözümün tek adresi olarak görülüyor.

Sığ muhalefet anlayışı ile “Ne işimiz var Libya’da, Irak’ta, Suriye’de, Azerbaycan’da, Akdeniz’de, Karadeniz’de?” deyip içimize kapanmış olsaydık, ülke ve devlet olarak ne bu sıklette olabilirdik, ne de coğrafyamızda kurulan masalarda. Etliye sütlüye karışmayan bir Türkiye’den kim böyle bir arabuluculuk isterdi ki?

Bugünlerimize şükürler olsun ve Allah, Devletimizin gücünü daim ve kavi eylesin! Sadece bizim için değil, tüm insanlık için…