
“Allah Allah diyelim, sancak-ı şâhî çekelim,
Yürüyüp
her yaneden şarka sipâhî çekelim…”
(Muhibbî, Kanunî Sultan Süleyman)
***
PEK Muhterem Kari,
“Yaklaş evlat!” dedi Efrasiyab. Şeyhülislâm Mustafa Efendi Tekkesi’nin
tevhidhanesinde, bizim ihtiyarın tam karşısında diz kırdım, oturdum.
Süleymaniye Camiî’nin avlusunda başlayan bu esrarengiz serencamın yakında
nihayete ereceğini hissediyordum. Nihayet normal hayatıma dönebilecek, deliksiz
uyuyabilecek, kan ter içerisinde uyandığım kâbuslardan kurtulabilecek, endişe
etmeden ve sürekli arkamı kollamadan dolaşabilecek, hayâl ile gerçek arasındaki
araftan azat olabilecektim; sanırım. Lâkin ifa etmem gereken son bir vazifeden
sonra...
Her ne kadar ruhumun maceraperest tarafı enikonu alışmaya başladığı bu
maceranın sona ermesini arzu etmese de huzuru ve dinginliği arayan -hatta
özleyen- diğer tarafı “Artık yeter!” diyordu.
Sabahın ilk ışıkları ve kuş cıvıltıları camdan içeri süzülmeye başlarken, tevhidhanenin
ocağındaki son kütükler son çıtırtılarını, son rayihalarını ve son sıcaklığını
yaymaktaydı taş binanın içerisine.
Bir süre muhabbetle bakıştık Efrasiyab’la. Gözlerinde, çalışkan lâkin
haşere talebesini süzen bir muallimin bakışları vardı. Onu kızdırdığım, kendimi
ve daha fazlasını bilemediğim birçok şeyi tehlikeye attığım, defalarca onun
tarafından kurtarıldığım şeyler yapmıştım. Lâkin bunların hepsi -sanırım-
eğitimin birer parçası olarak müsaade edilen şeylerdi.
“Vakit geldi evlat!” dedi Efrasiyab epeyce bakıştıktan sonra, “Aslında
geç bile kaldık sayılır”.
Aklımda o kadar çok soru vardı ki hangisinden başlayacağıma karar
veremiyordum. “Peşimdekiler kimdi?” sorusu ile başladım yeniden takip
edildiğimdeki heyecanımı hatırlayarak ve yeniden irkilerek. “Senin
peşlerinde olman gerekenlerdi” diye karşılık verdi. Efrasiyab bu, hiç
değişmeyecek, illâ tüm cevapları yeni bir bilmece ile verecek: “Çıkacağın
son seyahat, onları olmaları gerektiği yere hapsedecek.”
“Onları benden başka gören yoktu sanki?” dedim. “Sen de
göremeyebilirdin. Görebildiğin için şanslısın ve o sebeple bugün buradasın.”
“Biliyorum, ilk günden itibaren ‘Neden ben?’ diyorsun. Birazdan bunun
cevabını öğreneceksin…”
Ayağa kalktı, ben de kalktım. Tevhidhanenin kapısını içeriden sürgüledi.
Köşede duran kilimi kenara çekti, tahta zeminde gizlenmiş bir kapağı kaldırdı.
Yeraltına doğru inen bir dehliz belirdi önümüzde.
Efrasiyab’ın peşinde, ılık nem kokusu ciğerlerime kadar işleyen, duvarları
kırmızı tuğlalarla örülü dar ve basık bir labirentte sağa sola döne döne ilerlemeye
başladık. Efrasiyab bir anda kaybolsa geri dönemeyeceğim korkusu klostrofobi
ile birleşiyor, bu katmerli korku hâli kalbimi sıkıştırıyordu.
Bir süre gittikten sonra dar dehliz, geniş sayılabilecek bir odada son
buldu. Efrasiyab dehlizin girişinde aldığı meşale ile odanın içindeki diğer
kandilleri yakmış olsa da içerisi hâlâ kasvetli ve ürkütücü idi.
Aynı tuğlalarla örülü bu loş odanın içerisindeki raflar ve ortada duran
masanın üzeri, daha önce hiç görmediğim garip alet edevatla doluydu. Çılgın bir
mucidin atölyesini andırıyordu burası.
Ahşap, kaba ama sağlam masaya karşılıklı olarak oturduk. Bana masanın
üzerinde duran bir mekanizmayı uzattı. Bir taraftan konuşurken, bir taraftan da
iki ucunda birer mil, üzerinde tırnaklar ve tırnakların kenarlarında sıralı
rakamlar olan mekanizmayı anlamak için kurcalamaya başladım.
Efrasiyab suallerime cevap verirken göz ucuyla da beni izliyordu. Tırnakları
mekanizmanın ekseni etrafında rastgele çeviriyor ve bunun ne menem bir şey
olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra tiz bir yay sesi ile birlikte
mekanizma ikiye ayrıldı. Mekanizmayı bozduğumu yahut kırdığımı düşünerek
irkildim. Lâkin Efrasiyab’ın keyfi yerine gelmişti, bu gülüşünü daha evvelden
hatırlıyorum. “İşte bu yüzden sen!” derken gözlerinin içi gülüyordu: “Muammayı
çözebilecek ve bu kilidi açabilecek birisi lâzımdı bize.”
Kurcalamam için elime verdiği mekanizmanın şifreli bir kilit olduğunu o an
anlayabilmiştim ancak…
Muhterem
Dostlar,
Bugünkü
tayy-i zaman seyahatimizde, sizleri neredeyse 500 yıl evvele, 24 Ocak 1526’ya
götüreceğim inşallah. Osmanlı sarayının mabeyninden bugüne düşen hisseyi
alabilmek ümidiyle paraya kıyıp depomuzu ağzına kadar dolduruyor, nişangâhları kuruyorum.
Hazırsanız kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…
Sefinemizi
Gülhane Parkı’nda güvenli bir yere gizleyip, Fransa’dan gelen sefir heyetinin
arasında Topkapı Sarayı’nın bâb-ı âlisinden dış bahçeye giriyorum. Bu soğuk
Dersaadet gününde dış bahçenin servileri, çınarları, çamları karşılıyor bizi.
İç bahçenin girişinde de abartı denecek kadar uzun kavukları ile Osmanlı
kethüdaları… Onlarla birlikte mabeyne, cihan sultanı Kanunî Sultan Süleyman Han’ın
huzuruna çıkıyoruz. Heyecandan kalbim yerinden fırlayacak gibi. Tüm heyetle
birlikte cihan sultanının önünde hürmetle eğiliyoruz. Dünyanın merkezindeymişim
gibi hissediyorum kendimi.
Üzerinde parlak
ve renkli kumaşlardan kıyafeti ve tüylü şapkası ile Kont Jean Frangipani nam
sefir, öne çıkarak etek öpüyor. Kont Frangipani, elan İspanya Kralı Şarlken’in
elinde esir tutulan Fransa Kralı Birinci Fransuva’nın annesi Düşes Louise de
Savoie vasıtasıyla Dersaadet’e gönderildi.
Sefir, Fransa
Kralı adına Sultan Süleyman’ın saadet sarayının eşiğine bağlılığını bildirip
kuvvet ve kudretin sığınağına tâbi olduğunu söyledikten sonra beraberinde
getirdiği nameyi okumaya başlıyor:
“Almanya
ve İspanya Kralı Şarlken, oğlum Fransuva’yı Pavia Muharebesi’nde esir edip
hapsetti. Şimdiye kadar oğlumun kurtulmasını onun insaniyetine bırakmıştım. Hâlbuki
beklediğimiz insaniyeti göstermediği gibi oğluma birtakım hakaretler dahi
etmektedir. Şimdi ise âlemin tasdik ettiği azamet ve şanınız ile oğlumu
düşmanımızın kahredici pençesinden kurtarmak lütfunu buyurmanızı zât-ı
şâhânenizden bilhassa niyaz ederim.”
Name devam
ediyor:
“Dünyanın
ma’mûr köşelerinden birçok ülke ve şehirlerin hâkim ve padişahı ve bütün
mazlumların dâdgâhı olan sultân-ı muazzam ve hâkân-ı mufahham hazretlerine
arzım budur ki, Avusturya Kralı Ferdinand üzerine hücum ettiğinizde biz dahi
himmet ve inayetinizle hapisten kurtulup Almanya Kralı Şarlken’in üzerine hücum
edip öcümüzü alırız. Siz ki, şehinşâh-ı celîlü’ş-şansınız, onun hakkından
gelmek için bize yardım buyrulduğu takdirde bundan böyle size ebediyen
minnettarlık duyacağıma emin olabilirsiniz.”
Takvimleri
bir sene evvele saralım...
Avrupa’da
yayılmacı bir politika izleyen İspanya Kralı Şarlken, 24 Şubat 1525’te, şimdiki
İtalya’nın kuzeyinde bulunan Pavia’da Fransa ordusunu yenmiş ve Kral Birinci
Fransuva’yı esir almıştı. Şarlken’in elinde esir olan Fransuva, bir yıldır
türlü işkencelere, hakaretlere ve aşağılamalara duçar olmaktaydı. Ana yüreği
işte, oğlu bir kral dahi olsa, dünyanın her yerinde her annenin kalbi aynı
şekilde atar. Bir yıl boyunca Şarlken’in bir krala yaraşır şekilde oğlu
Fransuva’yı serbest bırakmasını beyhude beklemiş, bu beklentisi boşa çıkmakla
kalmamış ve oğlunun kötü muamelelere maruz kaldığını görerek Sultan Süleyman’dan
yardım talep etmeye karar vermişti.
Birinci
Fransuva’nın annesi, sadece oğlunun kurtarılmasını değil, aynı zamanda
devletinin Şarlken’e karşı daha emin olması için Şarlken’e harp ilân etmesi konusunda
Kanunî Sultan Süleyman’a yalvarıyordu.
29 Ağustos
1526’daki Mohaç Meydan Muharebesi’nin mühim sebeplerinden biri de hiç şüphesiz
Avrupa’yı kana bulayan Şarlken’i durdurmak içindi. İtalya’daki hükûmetlerin
çoğu korku içinde, açıkça Osmanlılara yanaşmıyorsa da Osmanlıların galip
gelmesini temenni ediyorlardı. Fransa ve İtalya gibi devletler, kendi
dinlerinden olan bir başka ülkenin vahşi saldırılarına ve muamelelerine maruz
kalmaktansa Osmanlı’nın adaletine ve himayesine sığınmayı tercih etmekteydiler.
Osmanlı
Devleti, yüzyıllarca ayağını bastığı, atını sürdüğü tüm coğrafyalarda
insanlığın ve adaletin timsali olmuştur. Kanunî Sultan Süleyman emir buyuruyor
ve kâtibini çağırıyor; kâtip ise aharlanmış, üzerine tuğra çekilmiş ferman kâğıdını,
hokkasını ve kamışını alarak Divanî hat ile Sultan Süleyman Han’ın
söylediklerini yazmaya başlıyor:
“Ben ki
sultanü’s-salâtin (sultanlar sultanı) ve bürhânü’l-havâkîn (hakanlar hakanı)
tâc-bahş-ı hüsrevân-ı (hükümdarlara taç giydiren) rû-yı zemîn zıllullahi (Allah’ın
yeryüzündeki gölgesi, halifesi) fi’l-arazîn (şu arazilerin) Akdeniz’in ve
Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Vilâyet-i
Zülkadriyye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acem’in ve
Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve
külliyyen Diyâr-ı Arab’ın ve Yemen’in ve dahi nice memleketlerin -ki âbâ-yı
kirâm ve ecrâd-ı izâmım enârallahu- berâhinehüm (kerem ve azamet sahibi
atalarımızın) kuvvet-i kahireleriyle (ezici kuvvetleriyle) fethettikleri ve
cenâb-ı celâdet-me’âbım dahi tîğ-ı ateş-bâr ve şimşîr-i zafer-nigârım ile
(benim dahi ateş saçan kılıcımla) fetheylediğim nice diyârın sultanı ve
padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım.
Sen ki, Françe vilâyetinin kralı Françesko’sun...”
Her ne kadar
kendisine kralın annesinden name gelmiş olsa da Sultan Süleyman, bir sultana
yakışır şekilde hitabını Fransa Kralı’na yapıyor ve devam ediyor:
“Dergâh-ı
selâtîn-penâhıma yarar (sultanların sığınma yeri olan kapıma) adamın Frangipani
ile mektup gönderip ve bazı ağız haberi dahi ısmarlayıp memleketlere düşman
müstevli (istilası) olup el-an hapisde idüğünüz i’lâm edip (bildirilip) halâsınız
(kurtulmanız) husûsunda bu cânibden (taraftan) inâyet meded ve inâyet
eylemişsiz (yardım ve medet istemişsiniz).
Her ne ki,
demiş iseniz benim pâye-i serîr-i âlem-masîrime (benim yüksek katıma) arz
olunup alâ-sebîli’t-tafsîl ilm-i şerîfim muhît olup tamam ma’lûm oldu
teferruatıyla öğrenmiş bulunmaktayım).
İmdi
padişahlara sınmak (yenilmek) ve hapsolunmak acep (tuhaf) değildir. Gönlünüzü
hoş tutup âzürde-hâtır olmayasız (hatırınızı incitmeyiniz). Eyle olsa bizim
âbâ-i kirâm ve ecdâd-ı izâmımız nevverallahu merkadehüm (bizim ulu ecdadımız) dâimâ
def’-i düşmân (düşmanı kovmak) ve feth-i memâlik (memleketler fethetmek) için
seferden hâli (geri) olmayıp biz dahi onların tarikine sâlik olup (onların
yolundan yürüyüp) her zamanda memleketler ve sa’b ve hasîn (kuvvetli) kal’alar
fetheyleyip gece ve gündüz atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmış ve Hakk
Sübhânehu ve Te’âlâ hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve irâdeti neye müte’allik
olmuş ise vücûda gele (Allah hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun).
Bâkî ahvâl
ve ahbâr ise mezkûr adamınızdan istintak olunup ma’lûmunuz ola. (Bunun
dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz). Şöyle bilesiz…”
Sultan daha
sonra fermanın altına mührünü basıyor ve sefir ile yalnız görüşmek istediğini
söylüyor. Heyetle birlikte geri geri yürüyerek huzurdan ayrılıyoruz. Kapıdan
çıkarken Sultan ile göz göze geliyoruz. Bakışları en içime kadar işliyor. Sanki
beni tanıdığını hissediyor, ürperiyorum.
Bir süre
kapının dışında sefirin çıkmasını bekliyoruz. Frangipani’nin yüzü gülüyor
çıkışta. Heyetle birlikte geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. Dış bahçe
kapısından çıktıktan sonra Ayasofya’dan ezan sesi yükseliyor. Dönmeden evvel bu
İlâhî davete icabet ediyorum…
***
Pek Muhterem Kari,
500 yıl evvel iki Hıristiyan devletin arasındaki müşkülü çözmek
Osmanlı Devleti’ne düşmüştü. Her ne kadar Osmanlı Devleti Müslüman olması
hasebiyle birçok kere Haçlı Seferlerine maruz kalmış olsa da, o Haçlı orduları
için bir araya gelen devletler, menfaatleri için birbirlerini boğazlamak için mütemadiyen
fırsat kollamışlardır.
Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’ni Kıta Avrupası için bir tehdit
olarak görseler dahi yine de bir Hıristiyan devlet tarafından işgal edilmek
yerine Osmanlı’nın hak, hukuk, adalet anlayışına ve hoşgörüsüne sığınmayı yeğlemişlerdir.
500 değil, bin yıl geçse de huylu huyundan vazgeçmiyor. Türk
Devleti bir zafiyet gösterecek olsa bu zafiyetten fayda sağlamak için de alesta
beklemişlerdir. Türk Devleti güçlü olduğu sürece âlemin nizam ve adalet membaı
olmuş, zaafa düştüğünde de bu devletlerin iştahları kabarmıştır.
Devletimiz kabuklarını kırdı, üzerindeki deli gömleğini yırtıp
attı ve Allah’ın izni ve inayeti ile yeniden, 500 sene evvel Kanunî Sultan
Süleyman’ın fermanındaki gibi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve
Rum’un ve Vilâyet-i Zülkadriyye’nin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve
Azerbaycan’ın ve Acem’in ve Şam’ın ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve
Medine’nin ve Kudüs’ün ve külliyyen Diyâr-ı Arab’ın ve Yemen’in ve dahi nice
memleketlerin hamisi durumuna geldi/geliyor.
Tarih,
coğrafya ve medeniyet yeniden bizleri çağırıyor. Hak için, adalet için,
insanlık için, nizam için… Sınırlarımızın içine hapsedilmiş
o narkoz durumundan uyandık, elhamdülillah. Artık hinterlandımızda, gönül
coğrafyamızda bizsiz yahut bize rağmen bir masa kurulamıyor.
500 sene evvelki gibi, iki Hıristiyan devlet olan Rusya ile Ukrayna arasındaki
savaşta çözüm, Türk Devleti’nden bekleniyor. Her iki Hıristiyan Devlet ile
birlikte tüm Avrupa -içten içe- Türk Devleti’nin adaletine ve asaletine
inanıyor, güveniyor!
Ukrayna ile Rusya bir ortak zeminde buluşacak ve silahları bırakacaksa, bu
ancak Türkiye’nin gayreti ve hakemliği ile olacaktır. Türkiye, yaşadığı onca
sıkıntıya rağmen yükselen gücü ve yeniden kazandığı sıkleti ile İkinci Dünya
Harbi’nden bugüne Avrupa’nın yaşadığı en büyük krizde çözümün tek adresi olarak
görülüyor.
Sığ muhalefet anlayışı ile “Ne işimiz var Libya’da, Irak’ta, Suriye’de,
Azerbaycan’da, Akdeniz’de, Karadeniz’de?” deyip içimize kapanmış olsaydık,
ülke ve devlet olarak ne bu sıklette olabilirdik, ne de coğrafyamızda kurulan
masalarda. Etliye sütlüye karışmayan bir Türkiye’den kim böyle bir arabuluculuk
isterdi ki?
Bugünlerimize şükürler olsun ve Allah, Devletimizin gücünü daim ve kavi
eylesin! Sadece bizim için değil, tüm insanlık için…