Düş peşine kendinin

Artısı eksisiyle, öğrendiklerimiz ve keşfettiklerimizle, kocaman bavullarla geri dönerken bu seyahatten, zamanın bize hâkim olmasından azade olup zamana hükmedeceğiz. Aklımızın mecali gönlümüzün mealine yetecek düzeye eriştiğinde ise, “İşte bu benim!” diyeceğiz.

“SANA yolculuk yapmak istiyorum/ Kes yüreğine giden bir bilet/ Cam kenarı değil/ Can kenarı olsun…” (Cemal Süreya) 

Yol uzun ve meşakkatli, gidiş telaşlı, düşüncelerimiz ise bulanık. İçimizde hırslı ve toy bir yardımcı pilot. Sağı solu incelemeye vakit yok. Oysa bizi biz yapan değerler, farkındalığın o geniş havzasında saklı değil mi? Biraz dursak, kim bilir, nelere şahitlik edeceğiz. Bir çiçeğin rengine, bir çocuğun gülümsemesine, bir garibin kederine… Fakat yetişmemiz gereken yerler, yapmamız gereken işler, buluşmamız gereken kimseler var hayatımızda. Bu koşuşturmalar değil mi ruhumuzu gasp eden, bizi bizden eden?  

Yollar… Ana yollar, tali yollar… Rampaları dik, kavşakları keskin, taşlı, tozlu yollar… Bizleri eve, işe, sılaya, gurbete getirip götüren; kimine iş, kimine emek, kimine şenlik olan; bazen bir yere varmak dilediğimiz, bazen kaçmak istediğimiz… Gideceğimiz yerin adresi ve o adreste kim ya da kimlerle buluşacağımız belli olan… Kâh hasreti bitirecek kadar dost, kâh bir kan dâvâlısı gibi düşman bilinen yollar…

İki şeritli uzunca boylu bu yollardan, en çok kullandığımız güzergâh ise dümdüz, asfalt dökülmüş, sert zeminde, kesik beyaz çizgilerin hızımızla bütünleşip sonsuz bir çizgiye dönüştüğü, ağır fakat hızlı seyrettiğimiz, dursan hedefe varamayacağın, yavaşlasan trafiğin ritmini bozacağın, kolektif bir ruh hâliyle yol aldığımız ve her gün defaatle gerçekleştirdiğimiz, bir önceki günü ertesi güne kopya ettiğimiz, gidip gelmekten usandığımız fakat şartlar gereği vazgeçemediğimiz yollardan biridir anayolda olmak.  

Alışkanlıklarımızın otomatik pilotunda yol alırken kendimizden uzaklaştığımız, hayatın içinde herkes ve her şeyle tanış olduğumuz, kendimize yabancılaştığımız, hızından yelkovanın rüzgârında savrulduğumuz, akrebin bir milim dahi yol almadığına dair şikâyet ettiğimiz belli bir düzen içerisinde ne az, ne de uz gidebildiğimiz, sanki tarla sürer gibi dönüp durduğumuz, maddî anlamda kazançlar elde etsek de manevî anlamda bir arpa boyu yol alamadığımız, ihtiyaçlar hiyerarşisinin ana hattı olan bu yollarda, kimsenin “ben” olmadığı hengâme miydi bizi bizden uzaklaştıran? Benliğimize duyduğumuz o acemi hasretin kendisi miydi hücrelerimize dolan? 

Bin parçaya bölünmüşlüklerimizle, her şeye yetişme telaşı ve bu durumun getirdiği yetersizlik hissiyle, kendimizle olan çekişmelerimiz, hep yarım kalmış duygular nedeniyle sahibini tanımayan elbiseler gibiyiz.  

Şu üç günlük dünyanın ikinci gününde hem ilk günün hevesi, hem de üçüncü gününün heyecanı ve merakı yitip gidiyor içimizde. Hani şöyle yükümüzü bir kenara bırakıversek, anayollara açılan sokaklardan patikalara doğru yol alsak, anayolda, bize yönerge veren tüm işaret ve tabelalardan uzaklaşsak, kuralların olmadığı, kolektif bir tutum sergilemediğimiz, zihnimize takıp takıştırdığımız o pranga ve kelepçeleri kırsak, kendi içimizdeki kentin yollarında kaybolsak, başka pencerelerde izlemeye ç/alıştığımız manzaraya yüz çevirip özümüzdeki leb-i deryanın keşfine çıksak... 

Şimdi, hiç olmadığı kadar ihtiyaç duyduğumuz o münzevi vakitleri kollamalı, neresinde kaldığımızı unuttuğumuz o filme yeniden bir bilet almalı, asıl kahramanı bulmalıyız. Ve ona sıkıca tutunup giriş yaptığımız o patika yolda bir müteferriç edasıyla dikenli/çiçekli, bazen güneşli, belki de bulutlu, sisli puslu havalarda kendi ayak izlerimizi takip etmeli ve yolun sonunda o okyanusa ulaşmalıyız. 

Zülkarneynce varlığımızın batısına ve doğusuna seferler düzenlemeli, bu seyahatin bizde oluşturduğu farkındalıkla bizi öz benliğimizden uzaklaştıran Yecüc ve Mecüc’ün önüne setler kurduğumuzda ruhumuza iyi gelecek baharları karşılamamız kaçınılmaz olacak. Sınırlarımızı, kırmızı çizgilerimizi, beyaz bayrağımızı, potansiyelimizi keşfedeceğimiz bu yolculukta, bunca zaman arafta geçirdiğimiz o vakitlerde kendimize ne kadar yabancılaştığımızı göreceğiz. 

Artısı eksisiyle, öğrendiklerimiz ve keşfettiklerimizle, kocaman bavullarla geri dönerken bu seyahatten, zamanın bize hâkim olmasından azade olup zamana hükmedeceğiz. Aklımızın mecali gönlümüzün mealine yetecek düzeye eriştiğinde ise, “İşte bu benim!” diyeceğiz.  

Bizi bu yollardan alıkoyan neydi? Kendimizden uzaklaştığımız için karşılaşacağımız asıl “ben” ile tekrar göz göze gelmenin korkusu ve kaygısı mı, onun bize hatırlatacağı, üzerine kalın perdeler çektiğimiz, anımsamaktan imtina ettiğimiz yaşanmışlıklarımız mı, yoksa bizden beklenen ve bize yüklenen sıfatların içini doldurma gayreti mi kendimizle olan bu gurbetin müsebbibi?   

Kendimizle aramızda açtığımız bu açık y/ara mesafe, ağır gelmez mi hem bedenimize, hem de ruhumuza?