BU hikâye, önce
Konya’ya, sonra Karaman il olunca Karaman’a bağlanan Ermenek ilçesi, Adiller
nahiyesi, Sarıveliler beldesi, Adiller köyünde Yörük bir ailenin çocuğu olarak
dünyaya gelmiş olan Emin Canan’ın hikâyesidir.
Yıl,
1943… Doğduğunda diğer kardeşlerinden farklı bir çocuk olduğu anlaşılmış Emin
Bey’in. Daha altı yaşında iken Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmiş ve namazlarını hiç
kaçırmadan (tadil-i erkân) kılmaya başlamış.
Sert
görünüşlü ama son derece merhametli, kendi hâlinde bir çocuk olan Emin Bey,
ilkokuldan sonra Ermenek Küçükpınar Medresesi’ne kaydolur. Başarılı bir
öğrencidir. Harf Devrimi, tekke ve zaviyelerin ve de tabiî medreselerin
kapatılması sonucu ortaokul diploması ile mezun edilir. Askerlik çağına
gelinceye kadar çiftçilikle geçinen ailesine yardım ederek geçirir günlerini.
Askerliğini Yozgat Boğazlıyan’da onbaşı rütbesi ile karakol amiri olarak yapar.
Dört buçuk yıl süren uzun ve zorlu askerlik sonrası memleketine döner.
Çeşitli
kurumlara iş için başvurur ve beklemeye başlar. Ankara’da, Toprak Mahsulleri
Ofisi’nde memur olarak çalışmaya başlaması uzun sürmez. Tek odalı bir yer
kiralar ve ev denebilirse evden işe, işten eve geçen günler başlar. Hayatına
böyle devam ederken, İkinci Dünya Savaşı dolayısı ile ikinci kez askere
alınması gündeme gelir. Daha uzun ve yorgun askerlik günlerinin izleri üzerinde
iken olacak iş değildir bu durum. O yıllarda polisler askerlik yapmadığından,
polis olmaya karar verir. İlk görev yeri olarak da Diyarbakır Genelev Karakolu’na
tayin edilir. Görevine başlamak üzere karakola giderken, yolda kaçmakta olan
bir cezaevi firarisi ve onu kovalamakta olan jandarmalara rast gelir. Elinde
bıçak olan firarinin üzerine atlar ve kıskıvrak yakalar. Ama o arada yedi
yerinden bıçaklanır.
Bir buçuk ay hastanede yatan Emin Bey’i, başta vali olmak üzere bütün devlet erkÂnı ziyaret eder. Zamanın valisi, Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bir yazı yazarak, bu kahraman, gözü kara, güçlü kuvvetli genç polis memurunun değerlendirilmesini ister. Bu mektup üzerine Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne koruma olarak atanır genç Emin Canan. Devrin Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü’dür.
“Emin
Hoca”
Ve
tabiî karne yılları… Gençler bilmez o yılları. Ailede kişi başına yarım ekmek
alabilecekleri karneler vardı; kıtlık, yokluk yıllarıydı o yıllar. Emin Bey’in
ileride çocuklarına anlata anlata bitiremeyeceği yıllar...
Köşk’te arkadaşları adını “Emin Hoca” diye uygun görmüş, öyle hitap etmeyi yeğlemişlerdi. Dindarlığı, dürüstlüğü ve adı gibi emin oluşu yüzünden… Herkes çok seviyor, sayıyordu kendisini. Bu arada yıllar da su gibi akıp gidiyordu. Artık otuz üç yaşına gelmişti Emin Hoca. Bu yaş, o devir için artık evlilik yaşının gelip te geçtiğinin düşünüldüğü devirdir. Aynı yerde görev yaptıkları Komiser Yusuf Bey, konuya el atmaya karar verir. “Emin Hocam, böyle olmaz! Yalnızlık Allah’a mahsustur. Artık bir yuva kurman, çoluk çocuğa karışman gerek. Keçiören’de komşumuz olan Tepebaşı Camii müezzini Mehmet Fevzi Efendi’nin bir kızı var. Adı ‘Hüsniye’… Becerikli, temiz bir ev kızı… Eğer ‘Evet’ dersen, hemen devreye gireyim. Bir an önce bitsin bu bekârlık!”
“Tamam!” der Emin Hoca, Komiser Yusuf Bey ve
eşi Fatma Hanım, konuyu Mehmet Fevzi Efendi’ye açar. Hoca ve eşi Emine Hanım
makul karşılarlar teklifi. Ama gel gelelim, Hüsniye kız yıllar yılı “kaldırım
kargası” dediği bir polisle evlenmeyi kabul etmez. Yaş farkları da çoktur
üstelik. Emin Hoca otuz üç, Hüsniye ise henüz on sekiz yaşındadır.
Komşularından
polis eşi olan hanımlara hep acımaktadır Hüsniye. Geceleri gündüzleri belli
değildir çünkü. Ama Emin Hoca sevmiştir Hüsniye’yi. Ta Çankaya’dan Keçiören’e
yürüyerek gelir, kalabalık ailelere ekmek karnesi temin eder. Çünkü devlet
görevinde olanlara karne sınırlaması yoktur. Bu arada üç çocuğu olan Mehmet
Fevzi Hoca’nın evini de ihmâl etmez. Mahallenin büyükleri ve hanımları söz
birliği etmişçesine, “Kızım, bu devirde böyle kısmet tepilir mi?” diye Hüsniye’ye
baskı yapar.
Hüsniye,
sonunda kabul eder ve 1945 yılının yazında Emin Hoca ile evlenir. Bir yıl sonra
ilk çocukları Mustafa dünyaya gelir. Mustafa üç yaşındayken küçük oğulları
Mehmet doğar. Ve yıllar böyle geçmeye başlar. Bazı geceler nöbetlerde Köşk’te
kalır, gündüz evde uyur Emin Hoca.
Sevgisini
çok fazla gösteremeyen Emin Hoca, çocuklarına çok düşkündür ve onların okuyup
başarılı olmaları için bütün hayatını harcamaya hazırdır. Kısıtlı gelirlerine
rağmen okulun en şık, en temiz çocuklarıdır Mustafa ve Mehmet. Fedakâr bir baba
ve titiz, tertipli, becerikli bir anneleri vardır.
Büyük
aile
Hüsniye
Hanım’a büyük fedakârlıklar düşüyordu. Öyle her istediğinde eve misafir kabul
edemez, her istediğinde misafirliğe gidemezdi. Komşuları Nezihe Hanım’a hep
acırdı bekârken. Onun kocası da polisti. 1960 yılındaki ihtilâle kadar hayat
böyle devam edip gitti.
Emin
Hoca, ihtilâl sonrası Demokrat Parti’ye yakınlığı yüzünden âdeta sürgün
edilircesine Adana Soğukoluk’a tayin edilir. Kaderin bir cilvesi olarak, ilk
görev yeri gibi burası da genelev karakoludur. Bu, sanırım zorlu bir imtihan
olmuştur kendisi için. Hiç sorun etmeden görevine başlar ve karakolun bir
odasında kalırken aldığı maaşın hepsini Ankara’daki ailesine yollar. Çocukları
ve karısının mağdur olmalarını istemez. Her zorluğa katlanır.
Özlem
dolu günler böyle geçmeye başlar. Hüsniye Hanım, bazen yaz tatillerinde
çocuklarını alır, gider Adana’ya. Ama çok sık olmaz bu. Maddî yönden sarsar bu
gidişler aileyi.
Titiz
bir insan olan Emin Hoca, çamaşırlarını biriktirir, posta ile Ankara’ya
yollardı. Mustafa ve Mehmet çamaşırlarını almaya postaneye gidince daha orada
paketi açar, gelenleri hasretle koklar, özlemlerini yatıştırmaya çalışırlardı.
Anneleri bu hasret kokulu çamaşırları kaynatır, yıkar, ütüler, yine posta ile
yollardı Adana’ya. Bu durum tam yedi yıl devam eder. Sonunda sürgün biter ve
Ankara’ya yeniden tayin olur Emin Hoca.
Atatürk
Orman Çiftliği Karakolu’na atanır dönüşünde. İşte bu hikâyenin beni etkileyen
bölümü de burada başlar!
Otuz
yıl hizmetten sonra emekli olmaya karar verir Emin Hoca. On dört bin lira
emekli ikramiyesini alır almaz, oğlu Mustafa’nın yanına gider. Telâşla, “Oğlum”
der, “Ben bu paranın bir kısmını Emniyet Teşkilâtı’na geri vermek istiyorum.
Bana bu konuda yardım et”. Şaşırır Mustafa, “Neden?” diye sorar. Cevap
hazırdır: “Adana’da kaldığım sürece sizlere mektup yazarken Emniyet’in kâğıdını,
kalemini kullandım. Daha bilmediğim kullanımlarım da olmuştur belki. Vicdanen rahat
etmemi istiyorsan, bana bu konuda yardım et!”
Oğul
Mustafa bu konuda hassas yetiştirildiği için “Tamam” der ve babasını, annesinin
olacakları duymaması için tembihler. Kadıncağız bir ev alabilmek için dört
gözle bu ikramiyeyi beklemiştir çünkü. Emniyet Müdürlüğü’ne gidip bu arzusunu
iletince Emin Hoca, müdür muavini şaşırır. “Bizim böyle bir yetkimiz ve
uygulamamız yok” der. Emin Hoca’nın ısrar etmesi üzerine, “Bunu kabul edemeyiz
ama bir vatandaş olarak hazineye bir miktar bağışta bulunabilirsin” der. Oğul
Mustafa, “Orası da devletin kasası, neden olmasın?” der ve on dört bin liranın
iki bin lirasını hazineye bağışlar.
Zaten
az olan ikramiye böylece daha da azalınca, ev almak hayâl olur ve bu sır, evde
oğlu ile babası arasında kalır. Hüsniye Hanım ise yıllar yılı söylenir durur
“Onca yıl çalıştırdılar, bir ev alacak kadar bir emekli ikramiyesi vermediler”
diye.
Ve
emeklilik yılları başlar Emin Hoca’nın. Bütün hayatı cami ve ev arasında geçer.
Beş vakit namazını mutlaka cemaatle kılar, evde de Kur’ân-ı Kerim ve dinî
kitaplar okurdu. Cuma namazı için erkenden boy abdestini alır, güzel kokular
sürünür ve Ankara Hacı Bayram Camii’nin yolunu tutardı. Cuma namazı sonrası
emekli arkadaşları ile buluşur, sohbet eder, ikindi namazı sonrası eve dönerdi.
Önce
büyük oğlu Mustafa, birkaç yıl sonra da küçük oğlu Mehmet evlenir. Mustafa’nın
Sinan ve Selim, Mehmed’in de Mustafa ve Mehmet Ali adında ikişer oğlu olur. Bu
arada Emin Hoca ve eşi Hüsniye, iyice yaşlanmışlardır.
Torunu Sinan, dedesine “Dua makinemiz” der, “Dedem! Sen olmasan biz ayakta duramayız. Ne olur duanı hiç eksik etme üzerimizden!” diye eklerdi. İlk torunuydu ve çok severdi Sinan’ı. Bütün dinî bilgilerini, sûreleri ve Kur’ân okumayı dedesinden öğrenmişti. Dedesi aynı zamanda ilk hocası idi. Din konusunda çok donanımlı ve çok hassastı.
Babam!
“İşte
bu adam benim babam!” desem? Evet, aynen öyle! Benim kaim-i pederim, bu güzel
insandı işte! Beni bir gün yanına çağırdı ve önüme eski, sararmış birkaç cilt
kitap koydu. “Bak kızım, bu kitaplar benim sana mirasımdır. Sen bunların
değerini öğrendiğin zaman bana dua edeceksin. Çünkü bunlar Bediüzzaman Said
Nursî Hazretleri’nin eserleri olan Risale-i Nûr’ların ilk Türkçe baskılarıdır.
Mutlaka okumalı ve bunlara sahip çıkmalısın” dedi. Tabiî ben şoktaydım. Onun yaşlılıktan
ne dediğini bilmediğini, miras diye bıraktığı eşyanın eski beş altı cilt kitap
olduğunu düşünmüştüm. Yıllar geçip de onlara vâkıf olunca (Elhamdülillah), ne
kadar değerli bir hazine bağışladığını anladım sevgili babacığımın.
Çocukluğumda
(rahmetli) kendi babacığımın eşyaları arasından çıkan “Küçük Sözler” vardı.
Adını yazmış, imzalamıştı. Ben hiç görmemiştim o kitapları. Çatı katındaki eski
sobamızın içinden gazete kâğıtlarına sarılmış kitaplardan biriydi. Diğerleri de
aynı konudaki kitaplardı ve yasak yayınlardı. O yüzden köşe bucak saklanmış
olan o kitaplar ne derya imiş, o zaman anlayabilmiştim.
Yine
kaim-i pederim ile ilgili bir anıyı paylaşmadan geçemeyeceğim: Büyük oğlu
Mustafa, gençlik yıllarında arkadaşları ile ihtilâfa düştükleri bir konuyu Hacı
Bayram Camii’nin imamı olan hocasına sorar. Kur’ân-ı Kerim öğreten hocası bakar
Mustafa’nın yüzüne ve “Be oğlum, sen evinizdeki âlimden bîhaber misin ki bu
soruyu bana soruyorsun? Öyle âlim bir babanın evlâdı olmak her kula nasip
olmaz. Git bu sorunu ona sor. Bizler onun bilgisinin yanında çok cahil kalırız.
Selâmımı söyle, ellerinden de öp benim için” der.
Yetmiş
altı yaşına girdiği yıl, Hac farizasını yerine getirme hazırlıkları içindeyken
ciddî bir mide kanaması geçirmişti. Ama bu durumu herkesten saklayarak Hacca
gitti ve sapasağlam turp gibi dönüp geldi. Bu, iman kuvveti değil de nedir?
Sonra bir de umre nasip oldu kendisine. Ve artık iyice rahatsızlığı artmaya
başlamıştı. Yapılan tetkikler sonucunda kendisine “özafagus cea” yani “yemek
borusu kanseri” teşhisi konuldu. Bu hastalık ile on üç yıl yaşadı. Aynı iman,
ibadet ve taat ile seksen dokuz yaşında vefat etti.
Arkasında
dini bütün, merhametli, dürüst iki erkek evlât, dört erkek torun bırakarak fani
âlemden baki olan âleme göç etti, vatan-ı aslîsine kavuştu. Vefat ettiğinde,
torunu Sinan Canan’ın söylediği söz dün gibi aklımda: “Artık dua makinemiz yok,
attığımız adımlara dikkat etmeliyiz!”
Ben de bu mübarek insanın gelini (kızı) olmaktan gurur duymaya devam edeceğim. Allah mekânını cennet, bizleri de şefaatine nail eylesin! (Âmin.)