Dürüstlük ve fedakârlık

Otuz yıl hizmetten sonra emekli olmaya karar verir Emin Hoca. On dört bin lira emekli ikramiyesini alır almaz, oğlu Mustafa’nın yanına gider. Telâşla, “Oğlum” der, “Ben bu paranın bir kısmını Emniyet Teşkilâtı’na geri vermek istiyorum. Bana bu konuda yardım et”. Şaşırır Mustafa, “Neden?” diye sorar…

BU hikâye, önce Konya’ya, sonra Karaman il olunca Karaman’a bağlanan Ermenek ilçesi, Adiller nahiyesi, Sarıveliler beldesi, Adiller köyünde Yörük bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş olan Emin Canan’ın hikâyesidir.

Yıl, 1943… Doğduğunda diğer kardeşlerinden farklı bir çocuk olduğu anlaşılmış Emin Bey’in. Daha altı yaşında iken Kur’ân-ı Kerim’i hatmetmiş ve namazlarını hiç kaçırmadan (tadil-i erkân) kılmaya başlamış.

Sert görünüşlü ama son derece merhametli, kendi hâlinde bir çocuk olan Emin Bey, ilkokuldan sonra Ermenek Küçükpınar Medresesi’ne kaydolur. Başarılı bir öğrencidir. Harf Devrimi, tekke ve zaviyelerin ve de tabiî medreselerin kapatılması sonucu ortaokul diploması ile mezun edilir. Askerlik çağına gelinceye kadar çiftçilikle geçinen ailesine yardım ederek geçirir günlerini. Askerliğini Yozgat Boğazlıyan’da onbaşı rütbesi ile karakol amiri olarak yapar. Dört buçuk yıl süren uzun ve zorlu askerlik sonrası memleketine döner.

Çeşitli kurumlara iş için başvurur ve beklemeye başlar. Ankara’da, Toprak Mahsulleri Ofisi’nde memur olarak çalışmaya başlaması uzun sürmez. Tek odalı bir yer kiralar ve ev denebilirse evden işe, işten eve geçen günler başlar. Hayatına böyle devam ederken, İkinci Dünya Savaşı dolayısı ile ikinci kez askere alınması gündeme gelir. Daha uzun ve yorgun askerlik günlerinin izleri üzerinde iken olacak iş değildir bu durum. O yıllarda polisler askerlik yapmadığından, polis olmaya karar verir. İlk görev yeri olarak da Diyarbakır Genelev Karakolu’na tayin edilir. Görevine başlamak üzere karakola giderken, yolda kaçmakta olan bir cezaevi firarisi ve onu kovalamakta olan jandarmalara rast gelir. Elinde bıçak olan firarinin üzerine atlar ve kıskıvrak yakalar. Ama o arada yedi yerinden bıçaklanır.

Bir buçuk ay hastanede yatan Emin Bey’i, başta vali olmak üzere bütün devlet erkÂnı ziyaret eder. Zamanın valisi, Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bir yazı yazarak, bu kahraman, gözü kara, güçlü kuvvetli genç polis memurunun değerlendirilmesini ister. Bu mektup üzerine Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne koruma olarak atanır genç Emin Canan. Devrin Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü’dür.


“Emin Hoca”

Ve tabiî karne yılları… Gençler bilmez o yılları. Ailede kişi başına yarım ekmek alabilecekleri karneler vardı; kıtlık, yokluk yıllarıydı o yıllar. Emin Bey’in ileride çocuklarına anlata anlata bitiremeyeceği yıllar...

Köşk’te arkadaşları adını “Emin Hoca” diye uygun görmüş, öyle hitap etmeyi yeğlemişlerdi. Dindarlığı, dürüstlüğü ve adı gibi emin oluşu yüzünden… Herkes çok seviyor, sayıyordu kendisini. Bu arada yıllar da su gibi akıp gidiyordu. Artık otuz üç yaşına gelmişti Emin Hoca. Bu yaş, o devir için artık evlilik yaşının gelip te geçtiğinin düşünüldüğü devirdir. Aynı yerde görev yaptıkları Komiser Yusuf Bey, konuya el atmaya karar verir. “Emin Hocam, böyle olmaz! Yalnızlık Allah’a mahsustur. Artık bir yuva kurman, çoluk çocuğa karışman gerek. Keçiören’de komşumuz olan Tepebaşı Camii müezzini Mehmet Fevzi Efendi’nin bir kızı var. Adı ‘Hüsniye’… Becerikli, temiz bir ev kızı… Eğer ‘Evet’ dersen, hemen devreye gireyim. Bir an önce bitsin bu bekârlık!”

“Tamam!” der Emin Hoca, Komiser Yusuf Bey ve eşi Fatma Hanım, konuyu Mehmet Fevzi Efendi’ye açar. Hoca ve eşi Emine Hanım makul karşılarlar teklifi. Ama gel gelelim, Hüsniye kız yıllar yılı “kaldırım kargası” dediği bir polisle evlenmeyi kabul etmez. Yaş farkları da çoktur üstelik. Emin Hoca otuz üç, Hüsniye ise henüz on sekiz yaşındadır.

Komşularından polis eşi olan hanımlara hep acımaktadır Hüsniye. Geceleri gündüzleri belli değildir çünkü. Ama Emin Hoca sevmiştir Hüsniye’yi. Ta Çankaya’dan Keçiören’e yürüyerek gelir, kalabalık ailelere ekmek karnesi temin eder. Çünkü devlet görevinde olanlara karne sınırlaması yoktur. Bu arada üç çocuğu olan Mehmet Fevzi Hoca’nın evini de ihmâl etmez. Mahallenin büyükleri ve hanımları söz birliği etmişçesine, “Kızım, bu devirde böyle kısmet tepilir mi?” diye Hüsniye’ye baskı yapar.

Hüsniye, sonunda kabul eder ve 1945 yılının yazında Emin Hoca ile evlenir. Bir yıl sonra ilk çocukları Mustafa dünyaya gelir. Mustafa üç yaşındayken küçük oğulları Mehmet doğar. Ve yıllar böyle geçmeye başlar. Bazı geceler nöbetlerde Köşk’te kalır, gündüz evde uyur Emin Hoca.

Sevgisini çok fazla gösteremeyen Emin Hoca, çocuklarına çok düşkündür ve onların okuyup başarılı olmaları için bütün hayatını harcamaya hazırdır. Kısıtlı gelirlerine rağmen okulun en şık, en temiz çocuklarıdır Mustafa ve Mehmet. Fedakâr bir baba ve titiz, tertipli, becerikli bir anneleri vardır.

Büyük aile

Hüsniye Hanım’a büyük fedakârlıklar düşüyordu. Öyle her istediğinde eve misafir kabul edemez, her istediğinde misafirliğe gidemezdi. Komşuları Nezihe Hanım’a hep acırdı bekârken. Onun kocası da polisti. 1960 yılındaki ihtilâle kadar hayat böyle devam edip gitti.

Emin Hoca, ihtilâl sonrası Demokrat Parti’ye yakınlığı yüzünden âdeta sürgün edilircesine Adana Soğukoluk’a tayin edilir. Kaderin bir cilvesi olarak, ilk görev yeri gibi burası da genelev karakoludur. Bu, sanırım zorlu bir imtihan olmuştur kendisi için. Hiç sorun etmeden görevine başlar ve karakolun bir odasında kalırken aldığı maaşın hepsini Ankara’daki ailesine yollar. Çocukları ve karısının mağdur olmalarını istemez. Her zorluğa katlanır.

Özlem dolu günler böyle geçmeye başlar. Hüsniye Hanım, bazen yaz tatillerinde çocuklarını alır, gider Adana’ya. Ama çok sık olmaz bu. Maddî yönden sarsar bu gidişler aileyi.

Titiz bir insan olan Emin Hoca, çamaşırlarını biriktirir, posta ile Ankara’ya yollardı. Mustafa ve Mehmet çamaşırlarını almaya postaneye gidince daha orada paketi açar, gelenleri hasretle koklar, özlemlerini yatıştırmaya çalışırlardı. Anneleri bu hasret kokulu çamaşırları kaynatır, yıkar, ütüler, yine posta ile yollardı Adana’ya. Bu durum tam yedi yıl devam eder. Sonunda sürgün biter ve Ankara’ya yeniden tayin olur Emin Hoca.

Atatürk Orman Çiftliği Karakolu’na atanır dönüşünde. İşte bu hikâyenin beni etkileyen bölümü de burada başlar!

Otuz yıl hizmetten sonra emekli olmaya karar verir Emin Hoca. On dört bin lira emekli ikramiyesini alır almaz, oğlu Mustafa’nın yanına gider. Telâşla, “Oğlum” der, “Ben bu paranın bir kısmını Emniyet Teşkilâtı’na geri vermek istiyorum. Bana bu konuda yardım et”. Şaşırır Mustafa, “Neden?” diye sorar. Cevap hazırdır: “Adana’da kaldığım sürece sizlere mektup yazarken Emniyet’in kâğıdını, kalemini kullandım. Daha bilmediğim kullanımlarım da olmuştur belki. Vicdanen rahat etmemi istiyorsan, bana bu konuda yardım et!”

Oğul Mustafa bu konuda hassas yetiştirildiği için “Tamam” der ve babasını, annesinin olacakları duymaması için tembihler. Kadıncağız bir ev alabilmek için dört gözle bu ikramiyeyi beklemiştir çünkü. Emniyet Müdürlüğü’ne gidip bu arzusunu iletince Emin Hoca, müdür muavini şaşırır. “Bizim böyle bir yetkimiz ve uygulamamız yok” der. Emin Hoca’nın ısrar etmesi üzerine, “Bunu kabul edemeyiz ama bir vatandaş olarak hazineye bir miktar bağışta bulunabilirsin” der. Oğul Mustafa, “Orası da devletin kasası, neden olmasın?” der ve on dört bin liranın iki bin lirasını hazineye bağışlar.

Zaten az olan ikramiye böylece daha da azalınca, ev almak hayâl olur ve bu sır, evde oğlu ile babası arasında kalır. Hüsniye Hanım ise yıllar yılı söylenir durur “Onca yıl çalıştırdılar, bir ev alacak kadar bir emekli ikramiyesi vermediler” diye.

Ve emeklilik yılları başlar Emin Hoca’nın. Bütün hayatı cami ve ev arasında geçer. Beş vakit namazını mutlaka cemaatle kılar, evde de Kur’ân-ı Kerim ve dinî kitaplar okurdu. Cuma namazı için erkenden boy abdestini alır, güzel kokular sürünür ve Ankara Hacı Bayram Camii’nin yolunu tutardı. Cuma namazı sonrası emekli arkadaşları ile buluşur, sohbet eder, ikindi namazı sonrası eve dönerdi.

Önce büyük oğlu Mustafa, birkaç yıl sonra da küçük oğlu Mehmet evlenir. Mustafa’nın Sinan ve Selim, Mehmed’in de Mustafa ve Mehmet Ali adında ikişer oğlu olur. Bu arada Emin Hoca ve eşi Hüsniye, iyice yaşlanmışlardır.

Torunu Sinan, dedesine “Dua makinemiz” der, “Dedem! Sen olmasan biz ayakta duramayız. Ne olur duanı hiç eksik etme üzerimizden!” diye eklerdi. İlk torunuydu ve çok severdi Sinan’ı. Bütün dinî bilgilerini, sûreleri ve Kur’ân okumayı dedesinden öğrenmişti. Dedesi aynı zamanda ilk hocası idi. Din konusunda çok donanımlı ve çok hassastı.


Babam!

“İşte bu adam benim babam!” desem? Evet, aynen öyle! Benim kaim-i pederim, bu güzel insandı işte! Beni bir gün yanına çağırdı ve önüme eski, sararmış birkaç cilt kitap koydu. “Bak kızım, bu kitaplar benim sana mirasımdır. Sen bunların değerini öğrendiğin zaman bana dua edeceksin. Çünkü bunlar Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin eserleri olan Risale-i Nûr’ların ilk Türkçe baskılarıdır. Mutlaka okumalı ve bunlara sahip çıkmalısın” dedi. Tabiî ben şoktaydım. Onun yaşlılıktan ne dediğini bilmediğini, miras diye bıraktığı eşyanın eski beş altı cilt kitap olduğunu düşünmüştüm. Yıllar geçip de onlara vâkıf olunca (Elhamdülillah), ne kadar değerli bir hazine bağışladığını anladım sevgili babacığımın.

Çocukluğumda (rahmetli) kendi babacığımın eşyaları arasından çıkan “Küçük Sözler” vardı. Adını yazmış, imzalamıştı. Ben hiç görmemiştim o kitapları. Çatı katındaki eski sobamızın içinden gazete kâğıtlarına sarılmış kitaplardan biriydi. Diğerleri de aynı konudaki kitaplardı ve yasak yayınlardı. O yüzden köşe bucak saklanmış olan o kitaplar ne derya imiş, o zaman anlayabilmiştim.

Yine kaim-i pederim ile ilgili bir anıyı paylaşmadan geçemeyeceğim: Büyük oğlu Mustafa, gençlik yıllarında arkadaşları ile ihtilâfa düştükleri bir konuyu Hacı Bayram Camii’nin imamı olan hocasına sorar. Kur’ân-ı Kerim öğreten hocası bakar Mustafa’nın yüzüne ve “Be oğlum, sen evinizdeki âlimden bîhaber misin ki bu soruyu bana soruyorsun? Öyle âlim bir babanın evlâdı olmak her kula nasip olmaz. Git bu sorunu ona sor. Bizler onun bilgisinin yanında çok cahil kalırız. Selâmımı söyle, ellerinden de öp benim için” der.

Yetmiş altı yaşına girdiği yıl, Hac farizasını yerine getirme hazırlıkları içindeyken ciddî bir mide kanaması geçirmişti. Ama bu durumu herkesten saklayarak Hacca gitti ve sapasağlam turp gibi dönüp geldi. Bu, iman kuvveti değil de nedir? Sonra bir de umre nasip oldu kendisine. Ve artık iyice rahatsızlığı artmaya başlamıştı. Yapılan tetkikler sonucunda kendisine “özafagus cea” yani “yemek borusu kanseri” teşhisi konuldu. Bu hastalık ile on üç yıl yaşadı. Aynı iman, ibadet ve taat ile seksen dokuz yaşında vefat etti.

Arkasında dini bütün, merhametli, dürüst iki erkek evlât, dört erkek torun bırakarak fani âlemden baki olan âleme göç etti, vatan-ı aslîsine kavuştu. Vefat ettiğinde, torunu Sinan Canan’ın söylediği söz dün gibi aklımda: “Artık dua makinemiz yok, attığımız adımlara dikkat etmeliyiz!”

Ben de bu mübarek insanın gelini (kızı) olmaktan gurur duymaya devam edeceğim. Allah mekânını cennet, bizleri de şefaatine nail eylesin! (Âmin.)