
DURDUM... Zira yola çıkmışlığını
nasıl bilir insan? Canı canana duyurmanın zorluğunu ne kadar bilir ise, hayatın
en orta yerinde, yangının cana ulaştığı kıvılcımda susmak kaç yaraya denk ise o
kadar bilir. Bir iletinin kendisi midir iletişimi sağlayan, yoksa muhataplar
arasında ona karşı hazır bulunmuş olmak mı? Yolun vasfı ne olursa olsun, onun
farkındalığını hissedebilmek için yola çıkmış olmak yeterli değil. Yolun sadece
bir yönüyle değil, doğru bir yönüyle ve doğru bir yerinden inkıtaa uğratılması ve
demlendiği dönemden sonra birleştirildiğinde ayrımın parçalarının birbirini
doğrulaması gerekir: Üzerinden geçilen aynı toprağın parçalarıyız.
Bir
gazel neşvesi kadar ömrümüz
Durdum...
Düşünmeden geçtim. Doğrusu “geçemedim” olacaktı. O vakit… Harfler ve kelimeler
bile o kadar aşina ki bir geçiş cümlesine… Beklenen bir giriş cümlesine...
Aslında “olağan kabul edilen ve beklenen çizgisinde” kırılıyor, parça-bütün,
bizi titreten ne varsa. Titremek bile bizde korkudan ya... Korku bile
irademizden değil de bizi idare eden, daha ziyade idareyi ele geçiren karanlık
dünyamızın gölgesinde yeşerip kök salmış cihetinden ya...
Sonbahardı...
Her şey gibi solmak için mi renk değiştiriyor mevsimler? Bu öyle değildi, biliyordu. Mevsim, gözü biraz alaca, biraz görece
bir algıyla kendine bağlayıp bizi kendimizden uzağa götürmüyor muydu?
Üşüdüm,
gelmemek için direndim ilkin. Yolculuk, bir ah çekiş hikâyesi... Bir ahı
öbürüne iliklemek değil miydi? Bunları
söylerken insana duyduğu özlemin koyuluğunun aksine yüzü sarıdan uzak, beyaza yakındı. Beyazın bile vakti geçmişti belki. Elleri,
soğukla tanışan ve rengi değişen bir iklimin girizgâhı gibi. Daha doğrusu,
içinde olması beklenen vaktinden uzak bir mevsimde, yaşama fersah fersah uzak
olması ile yaşamın içindeki yeri arasında kalmışlık hâli gibi özünden uzak
görünen, özünden uzağa götüren bir dünyaya göz açması onu olgunlaştırsa da,
tadı ve rengi pek tabiî kaçmış görünüyordu. Vakti orta yaşa çoktan varmıştı.
Gelmeden, görmeden, duymadan... Hayat ile hep geçmek üzerinden, hep ânı
kaçırmak üzerinden mahsuplaşmak ağır yük!
Yük
değiliz kaç yaprağın omzuna
Durdum...
Anladım ki varmak değil bir hedefin kalbine... Kalp hedefine silahı
doğrultmamak... Doğrusu “doğru tutmak” olacaktı bir kalp karşısında kendi
kalbini. O vakit...
Şakası
olmayacak eylemleri yapmak yerine, evvelâ -ve belki de ilk ve son kez-
bulundurma değil de bir kalbi taşıma ruhsatı almak, onun hayat damarları için en
iyi sigorta olacaktır. Aksi hâlde kendi yükünü çekmeye namzetlik ne çare? Kendi
yükünü çekemeyen, başkasının yüküne omuz verebilir mi? Bunları söylerken omzunda acısı dinmiş ve nasırlaşmış hücrelerin
kendinden bahsedildiğinden haberi olduğu belliydi. Belliydi ki, kendi dünyası gibi
bir başka dünyanın daha üstü çizilmesin diliyor. Yola düşen her kim ise bilsin!
Bilsin ki, yol değil, varmak değil, yolda lazım erzak değil, hatta yolda
düşülecek kuyular bile değil. Bunlar ile hemhâl olurken bitecek bir hikâyede
mühim olan “bir yola düşme hâli”, “yolda her bir âna düşen hâl”, “yoldan bağımsız ancak yol ile bütün olan bir
hâlet-i ruhiyenin kendi canını da, bir başka canı da incitmekten uzak durma
hâli”dir.
Solgun
değil kaç çiçeğe sesimiz
Durdum
ikindi vaktine bir çeyrek kalası. Bir mahmur kavak yelinin ellerinden çıktığı
belli bir musiki... Ruha kondurduğu o kadar nağme arasında bir rast
dinginliği... Cana tesiri öyle ferahnak... Ferahnak mı doğrudur efendim? Ancak
aslında doğrusu “suzinak” olacaktı. O vakit...
Susamayan
kimse, suyun methini ne bilsin?! Yanmayan ruh, ferahlığı nasıl bilsin?! Gün
yarıyı çoktan geçmiş. Yola çıkan, çoktan erteye geçmiş olmalı. Bir badem ağacı,
çiçeğinin gözlerini çoktan kapatmış, meyvesini yaprakların altında çoktan
büyütmüş olmalı.
Hatırlayamadığım
bir şey de bu: Nasıl bir hazırlığı büyütür dalda meyve? Bir nağmeyi içimizdeki
sırra katıp boylu boyunca nasıl işleriz? Bunları
söylerken bir şeyleri söylemekten vazgeçtiği belliydi. Çocukluktan kalma kimi
seslerin kulağında nasıl küpe olduğu... Kaybettiği kimi sesler, tozlanmış akort
ayarı gibi; teller yeni, akort eski... Buket kültürünün çiçeklerin üstüne
sıktığı parfüm ve dalları yeşil, ömrü
sarı gül ile bahçedeki güllerin rengini nasıl soldurduğu... Kokunun artık,
konmuşsa vaktinde, yaprağından bir gülün, bir defterin yaprakları arasında köşe
bucak nasıl arandığı...
Gün
görmemiş toprağa yorgun gözümüz
Durdum...
Dinlenmek üzere bir gölgede uyudum. Sonra diken üstünde uyur hâlde uyandım. Doğrusu
“uyur hâlden uyandım” olacaktı. O vakit...
Hissettim
ki gölgede uyuyan toprak uzaktır türlü çileden. Bu yüzden gölgede yetişen çoğu
nebatın boyu uzun olsa da ömrü kısa olur. Çilesini güneşte çekmemiş toprağın,
en küçük bir heyelanda toprak, ayakları altından çekilir. Canı çekilir bütün
bedeninden. Bunları söylerken ayağındaki
çatlaklardan süzülen kanlar, yürüdüğü yolların hangi dikenlerle süslendiğine de
işaret ediyordu. Güneşe ve dikene razı gelmiş bir ömrün gözlerinin huzura nasıl
kapandığına...
Rengi
bulmak, “gün batma”dan kastımız
Durdum...
İnsan kaybettiğini arar. Bulmak için durdum. Ömür nihayet nihayete yetişti.
Yola çıkmaya hazır hissediyorum artık kendimi. Ben hazırlık ile uğraşmışım
bunca dem. Ancak gel ki, yolun ucu göründü. Doğrusu “tünelin ucu” olacaktı,
değil mi? Doğru! O vakit...
Tüneli
bilmek için, öncesinde aydınlık bir yolda bir müddet yol almak gerekir, değil
mi? Demek ki yol uzadığı yerde “mühlet” anlamında imiş. Kısaldığı yerde
“idrak”... Demek ki kendi karanlığıma yine karanlık bir ışık tutmuşum. O yüzden
yolumda zifiri karanlıklar... Gün batmadan dengemizi, yol bitmeden dengimizi
bulamadığımız için kastımız kendimiz olmuş. Kastımız kendimiz olunca,
kastetmişiz bir cana. Bunları söylerken diğer
renkler uçup gitti. Benzinde sarıya yakın bir renk... Artık sözü bitirdi. Ancak
aynaya bakmaya mecâli kalmamıştı. Biliyordu. Hayır, bilgiçlikle geçmiş bir
ömrün son demi gibi bir bilmek değildi bu kez. Evet, hissediyordu; içinde
binlerce kez kırılmış aynada yüzünün nasıl görüneceğini… Yine de el yordamıyla
bakışlarını topladı ve son bir kez gurbete yakışır bir sarı renge büründü
gözleri.
Eşitlersen
şarkısını gurbete/ Bir gazel neşvesi kadar ömrümüz…