Durdum bir gazel neşvesi kadar

Durdum... İnsan kaybettiğini arar. Bulmak için durdum. Ömür nihayet nihayete yetişti. Yola çıkmaya hazır hissediyorum artık kendimi. Ben hazırlık ile uğraşmışım bunca dem. Ancak gel ki, yolun ucu göründü. Doğrusu “tünelin ucu” olacaktı, değil mi? Doğru! O vakit...

DURDUM... Zira yola çıkmışlığını nasıl bilir insan? Canı canana duyurmanın zorluğunu ne kadar bilir ise, hayatın en orta yerinde, yangının cana ulaştığı kıvılcımda susmak kaç yaraya denk ise o kadar bilir. Bir iletinin kendisi midir iletişimi sağlayan, yoksa muhataplar arasında ona karşı hazır bulunmuş olmak mı? Yolun vasfı ne olursa olsun, onun farkındalığını hissedebilmek için yola çıkmış olmak yeterli değil. Yolun sadece bir yönüyle değil, doğru bir yönüyle ve doğru bir yerinden inkıtaa uğratılması ve demlendiği dönemden sonra birleştirildiğinde ayrımın parçalarının birbirini doğrulaması gerekir: Üzerinden geçilen aynı toprağın parçalarıyız.

Bir gazel neşvesi kadar ömrümüz

Durdum... Düşünmeden geçtim. Doğrusu “geçemedim” olacaktı. O vakit… Harfler ve kelimeler bile o kadar aşina ki bir geçiş cümlesine… Beklenen bir giriş cümlesine... Aslında “olağan kabul edilen ve beklenen çizgisinde” kırılıyor, parça-bütün, bizi titreten ne varsa. Titremek bile bizde korkudan ya... Korku bile irademizden değil de bizi idare eden, daha ziyade idareyi ele geçiren karanlık dünyamızın gölgesinde yeşerip kök salmış cihetinden ya...

Sonbahardı... Her şey gibi solmak için mi renk değiştiriyor mevsimler? Bu öyle değildi, biliyordu. Mevsim, gözü biraz alaca, biraz görece bir algıyla kendine bağlayıp bizi kendimizden uzağa götürmüyor muydu?

Üşüdüm, gelmemek için direndim ilkin. Yolculuk, bir ah çekiş hikâyesi... Bir ahı öbürüne iliklemek değil miydi? Bunları söylerken insana duyduğu özlemin koyuluğunun aksine yüzü sarıdan uzak, beyaza yakındı. Beyazın bile vakti geçmişti belki. Elleri, soğukla tanışan ve rengi değişen bir iklimin girizgâhı gibi. Daha doğrusu, içinde olması beklenen vaktinden uzak bir mevsimde, yaşama fersah fersah uzak olması ile yaşamın içindeki yeri arasında kalmışlık hâli gibi özünden uzak görünen, özünden uzağa götüren bir dünyaya göz açması onu olgunlaştırsa da, tadı ve rengi pek tabiî kaçmış görünüyordu. Vakti orta yaşa çoktan varmıştı. Gelmeden, görmeden, duymadan... Hayat ile hep geçmek üzerinden, hep ânı kaçırmak üzerinden mahsuplaşmak ağır yük!

Yük değiliz kaç yaprağın omzuna

Durdum... Anladım ki varmak değil bir hedefin kalbine... Kalp hedefine silahı doğrultmamak... Doğrusu “doğru tutmak” olacaktı bir kalp karşısında kendi kalbini. O vakit...

Şakası olmayacak eylemleri yapmak yerine, evvelâ -ve belki de ilk ve son kez- bulundurma değil de bir kalbi taşıma ruhsatı almak, onun hayat damarları için en iyi sigorta olacaktır. Aksi hâlde kendi yükünü çekmeye namzetlik ne çare? Kendi yükünü çekemeyen, başkasının yüküne omuz verebilir mi? Bunları söylerken omzunda acısı dinmiş ve nasırlaşmış hücrelerin kendinden bahsedildiğinden haberi olduğu belliydi. Belliydi ki, kendi dünyası gibi bir başka dünyanın daha üstü çizilmesin diliyor. Yola düşen her kim ise bilsin! Bilsin ki, yol değil, varmak değil, yolda lazım erzak değil, hatta yolda düşülecek kuyular bile değil. Bunlar ile hemhâl olurken bitecek bir hikâyede mühim olan “bir yola düşme hâli”, “yolda her bir âna düşen hâl”,  “yoldan bağımsız ancak yol ile bütün olan bir hâlet-i ruhiyenin kendi canını da, bir başka canı da incitmekten uzak durma hâli”dir.

Solgun değil kaç çiçeğe sesimiz

Durdum ikindi vaktine bir çeyrek kalası. Bir mahmur kavak yelinin ellerinden çıktığı belli bir musiki... Ruha kondurduğu o kadar nağme arasında bir rast dinginliği... Cana tesiri öyle ferahnak... Ferahnak mı doğrudur efendim? Ancak aslında doğrusu “suzinak” olacaktı. O vakit...

Susamayan kimse, suyun methini ne bilsin?! Yanmayan ruh, ferahlığı nasıl bilsin?! Gün yarıyı çoktan geçmiş. Yola çıkan, çoktan erteye geçmiş olmalı. Bir badem ağacı, çiçeğinin gözlerini çoktan kapatmış, meyvesini yaprakların altında çoktan büyütmüş olmalı.

Hatırlayamadığım bir şey de bu: Nasıl bir hazırlığı büyütür dalda meyve? Bir nağmeyi içimizdeki sırra katıp boylu boyunca nasıl işleriz? Bunları söylerken bir şeyleri söylemekten vazgeçtiği belliydi. Çocukluktan kalma kimi seslerin kulağında nasıl küpe olduğu... Kaybettiği kimi sesler, tozlanmış akort ayarı gibi; teller yeni, akort eski... Buket kültürünün çiçeklerin üstüne sıktığı parfüm  ve dalları yeşil, ömrü sarı gül ile bahçedeki güllerin rengini nasıl soldurduğu... Kokunun artık, konmuşsa vaktinde, yaprağından bir gülün, bir defterin yaprakları arasında köşe bucak nasıl arandığı...

Gün görmemiş toprağa yorgun gözümüz

Durdum... Dinlenmek üzere bir gölgede uyudum. Sonra diken üstünde uyur hâlde uyandım. Doğrusu “uyur hâlden uyandım” olacaktı. O vakit...

Hissettim ki gölgede uyuyan toprak uzaktır türlü çileden. Bu yüzden gölgede yetişen çoğu nebatın boyu uzun olsa da ömrü kısa olur. Çilesini güneşte çekmemiş toprağın, en küçük bir heyelanda toprak, ayakları altından çekilir. Canı çekilir bütün bedeninden. Bunları söylerken ayağındaki çatlaklardan süzülen kanlar, yürüdüğü yolların hangi dikenlerle süslendiğine de işaret ediyordu. Güneşe ve dikene razı gelmiş bir ömrün gözlerinin huzura nasıl kapandığına...

Rengi bulmak, “gün batma”dan kastımız

Durdum... İnsan kaybettiğini arar. Bulmak için durdum. Ömür nihayet nihayete yetişti. Yola çıkmaya hazır hissediyorum artık kendimi. Ben hazırlık ile uğraşmışım bunca dem. Ancak gel ki, yolun ucu göründü. Doğrusu “tünelin ucu” olacaktı, değil mi? Doğru! O vakit...

Tüneli bilmek için, öncesinde aydınlık bir yolda bir müddet yol almak gerekir, değil mi? Demek ki yol uzadığı yerde “mühlet” anlamında imiş. Kısaldığı yerde “idrak”... Demek ki kendi karanlığıma yine karanlık bir ışık tutmuşum. O yüzden yolumda zifiri karanlıklar... Gün batmadan dengemizi, yol bitmeden dengimizi bulamadığımız için kastımız kendimiz olmuş. Kastımız kendimiz olunca, kastetmişiz bir cana. Bunları söylerken diğer renkler uçup gitti. Benzinde sarıya yakın bir renk... Artık sözü bitirdi. Ancak aynaya bakmaya mecâli kalmamıştı. Biliyordu. Hayır, bilgiçlikle geçmiş bir ömrün son demi gibi bir bilmek değildi bu kez. Evet, hissediyordu; içinde binlerce kez kırılmış aynada yüzünün nasıl görüneceğini… Yine de el yordamıyla bakışlarını topladı ve son bir kez gurbete yakışır bir sarı renge büründü gözleri.

Eşitlersen şarkısını gurbete/ Bir gazel neşvesi kadar ömrümüz…