
BERTRAND Russell, “30 yaşlarımda dünyayı değiştirmek istiyordum ama dünyayı anlamak daha doğru” şeklindeki sözünü 92 yaşında söylemiş. Yine o yaşlarda felsefenin görevinin dünyayı anlamak olduğunu söylüyor.
Eğer felsefe hâlen varsa ve o alanda bir şeyler yapılabiliyorsa, Russell’a göre dünyayı anlama işlemi henüz bitmemiş demektir. Russell gibi biri de Russell’dan 22 sene sonra doğup 3 sene sonra vefat eden Âşık Veysel. O da, “Bilmiyorum ne hâldeyim” demiş. İlk bakışta tuhaf veya komik gibi görünen bu söz, “Bir insan ne hâlde olduğunu nasıl bilmez?” sorusunu da akla getiriyor. Yunus Emre’nin “İlim kendin bilmektir” sözü de öyle.
Sanırım dünyayı değiştirmek isteyenlerin muhtemelen soracağı soru şu olurdu: “Bir insan acaba kendini bilmemeyi nasıl başarır?”
Düşünebiliyor musunuz, insan kendini, ne olduğunu bilmiyor. Belki bazıları, “Başkalarıyla ilişkilerde saygılı olmayı kastediyor” diye itiraz edebilir. Şiirde öyle bir kasıt yok tabiî. O öylesine bir yorum şekli. Dünyayı anlamak, kendini bilmek önemli bir şey gibi duruyor. Dünyayı anlamak ve kendini bilmekle/anlamakla başka şeyleri bilmek/anlamak arasında herhangi bir ilişki var mı acaba?
İnsanla evren arasında sanırım bir ilişki var. Demişler ki, “Evren büyük insan, insan küçük evren”. En azından şu an itibarıyla evren ile insan arasında bir ilişki olmadığına dair bir delilimiz yok. Hele bir de insan bedenini meydana getiren atomların evrendeki atomlarla aynı olduğunu düşünürsek, ciddiî ciddî ilişkili. O hâlde evreni anlamak, insanı anlamaktır. Veya insanı anlamak, evreni anlamaktır.
Bilmekle/anlamakla ilgili bir de hadis arz edelim: “Her kim nefsini (kendini) bilirse Rabbini bilir.”
Bir başka ifadeyle, insan, evren yahut Allah’tan hangisini anlar ve bilirsek, diğerlerini de rahatlıkla bilmiş olabiliyoruz.
Bu düşünce havuzunda birkaç kulaç attıktan sonra kendimi yokladım. Dünyayı anlama sürecimi bitirmediğimi fark ediyorum. Öleceğimi bile bile neden pek çok şeyim olsun diye uğraştım? Haydi en çok arzu ettiğim mala mülke kavuştuğum anda ölüverirsem, ne olacak? Yiyeceğin kokusunu hissettikten ve lokmanın ağzıma değmesinden sonra başlayıp diş fırçalamayla veya başka bir yiyecek veya içeceğin ağzıma değmesiyle bitecek bir lezzet için niçin bu kadar uğraşıyorum ve onca yiyorum? Ve neden sonra da zayıflamaya çalışıyorum? Neden ömrümden fazla kalacak olan ve belki de çocuklarımın bile oturmak istemeyeceği evler yapıyorum?
Bunları şahsen değil, bütün insanlık için de soruyorum aslında. “Sağlığımızı daha iyi nasıl koruyabiliriz, yapay kana ihtiyaç duymamayı nasıl başarabiliriz?” diye bakmak yerine neden birçok ilaç, yapay kan veya yapay doku icat etmeye çalışıyoruz? Bunlara gelinceye kadar bireysel dünyamda cevabını bilmediğim ve anlamadığım o kadar soru veya konu var ki… Anlamadığımız, bilmediğimiz şeyi değiştirmek mümkün mü? Veya doğru sonuç alınabilir mi?
“2x kaç eder?” (2x=?) sorusundaki x’in yerine sonsuz sayıda değer koyabiliriz. Bir başka ifadeyle, “O da olabilir, bu da olabilir, şu da olabilir”. Yani “Olamaz” diyeceğimiz bir şey olamaz. Dağın arkasında bilmediğimiz varlıklarla iş yapmaya benzer bu. Sen güzel bir kız diye hayâl edersin, karşına çıkagelir bir dudağı yerde, bir dudağı gökte bir dev. Şu ana kadar da hep böyle olmadı mı? Gelişme, ilerleme, yenilik, teknoloji diye bize yutturulan neredeyse her şey maalesef sakıncalı çıktı. Margarin, glikoz şurubu gibi birçok gıda maddesini yıllarca yedik. Şimdi de bunların olmadığı gıda ürünlerini arayıp bulmaya çalışıyoruz. Yıllarca gelişme, kalkınma adı altında sanayileşmeye çalıştık. Gel gör ki, şimdi de iklim kriziyle, deniz ve doğa kirlilikleriyle uğraşıyoruz. Plastik, dağın arkasındaki güzel kızdı bir zamanlar. Sonra çıkageldi hayatımızı mahveden bir dev. Peki, anlama-bilme sürecini tamamlamadık diye hiçbir şey yapmayacak mıyız?
Burada akıl vermektense bu soruya verdiğim cevabı, daha doğrusu kendi yaptığımı ve uygulamayı söyleyeyim: Önce kendime sabiteler yani referanslar belirliyorum. Kur’ân ve hadisler en güçlü referanslar. Onlar bütün zamanlar, mekânlar ve âlemlere yönelik olduğu için kastedilenlerin hepsini anlayamıyorum. Onun için bunu anlamış olanların sözlerini, hatıralarını anlamaya çalışıyorum. Tabiî diğer taraftan farklı toplumların hayat pratiklerinden de bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum. Şu ana kadar öğrendiğimse, bir başkasını değiştirmeye teşebbüs etmek veya bunu aklından bile geçirmenin son derece aptalca bir şey olduğu.
Bir insanı anlamak o kadar kolay bir şey mi? Daha kendini anlama sürecini tamamlamamış biri olarak benim başkasını anlamam ve hatta onu değiştirmeye kalkmam son derece komik. O yüzden kurduğum cümleler meselâ şöyle: “Yabancı dil öğrenme fikri sana nasıl geliyor?” “Öğrenmelisin” diyemiyorum. Bunlardan sonra söyleyebileceğim şeyse şu: Dünyayı, toplumları, insanları değiştirmektense, doğal yani fıtratlarına uygun yaşamalarına destek olmak en doğrusu gibi geliyor bana. Tabiî insanların doğallıklarının üstü örtüldüğü ve fıtratları dışına çıkmak zorunda bırakıldıkları da bir gerçek.
Kendisi olamayan, başkalarının şekillendirdiği insan olmak zorunda kalıyoruz özellikle de son yüzyılda. Meselâ engelliler; yapay üretim yöntemleri, fıtrata uygun olmayan şehirleşme, eğitim, yönetim sistemleri yani fiziksel ve sosyal sistemler yüzünden aciz, üretemeyen, yok edilmesi gereken ve insanların kendilerinden kaçtığı bir kitle oluverdiler. Hâlbuki Kani Karaca, Âşık Veysel, Kemalettin Tuğcu, Udi Hrant gibi engelliler, fıtratlarına ters sistemlerle karşılaşmadıklarından dolayı fıtratlarını ortaya koyabildiler. Sonraki zamanlarda yaşamış pek çok insan, insan doğallığına/fıtratına aykırı, adeta bir dudağı yerde bir dudağı gökte dev fiziksel ve sosyal sistemlerin dişleri arasında paramparça edildiler.
Fıtratımı/doğallığımı tanıdıkça kendimden memnun kalıyor, kendimi ilginç buluyorum. Fıtratına uygun yaşamayı herkese öneriyorum.