Dünyanın son günü

Güya Türkiye’nin bağımsızlığına çok düşkün olan bu “müzelik çevre”, bir caminin açılışı için gerekli olan özgüvene ve cesarete sahip değildir. Türkiye’yi, bir camiyi açma kararını almaya hak sahibi dahi görmüyorlar zira. Türk’ün yüzlerce yıllık birikimi olan tarihî eserleri, camileri yok ederken gözlerini kırpmayıp acımayanlar, Bizans eserleri ve sembolleri söz konusu olunca birdenbire tarihî eserlerin değerini, insanlığın ortak mîrasını hatırlamaktadırlar.

İSTANBUL’UN fethedildiği gün İstanbul’dan ayrılan Batılı bir seyyah, “Bugün, dünyanın son günü” diye kendince olayı özetlemiştir.

Aslında bu cümlenin doğru bir tarafı vardır. Çünkü 29 Mayıs 1453, Bizans’ın son günüydü. Bu yüzden olmalı ki, Türkiye’de de Bizans kalıntısı bazı çevreler, “Zulüm 1453’te başladı” diyorlar.

Herkesin bildiği gibi 29 Mayıs, dünyanın son günü olmadı. Dünya dönmeye, hayat akıp gitmeye devam etti. Fakat İstanbul’un Fethi’nin dünya tarihinde benzersiz olaylardan birisi olduğu tartışma götürmez.

İstanbul’un Fethi’ni belki de İslâm tarihi, Türk tarihi ve Osmanlı tarihi gibi bölümlere ayırarak ele almak daha anlamlı olur. Çünkü Hazreti Muhammed’in İslâm’a davet için gönderdiği elçisi Haris Bin Umeyr El-Ezdi’nin Bizans İmparatorluğu’na bağlı Hıristiyan Arap olan Gassanîler tarafından öldürülmesi, tarihin akışını değiştirmiştir. Bu olaydan sonra Hazreti Muhammed döneminde Bizans ile Mute (629) ve Tebük (631) Savaşları, Hazreti Ömer döneminde (634-644) Suriye-Filistin-Mısır Savaşları birbirini takip etmiştir.

Emevîler, kısa ömürlerinde Akdeniz, Türkiye, Kuzey Afrika gibi pek çok yerde Bizans ile savaştıkları gibi (668-674) iki defa doğrudan İstanbul’u almak için kuşatmışlardı. Emevî (661-750) ve Abbasî (750-1257) dönemlerinde de Arap-Bizans savaşları devam ettiği gibi, aşağı yukarı benzer nedenlerle Türkler ile Bizanslılar arasında da yüzlerce yıl sürüp giden savaşlar olmuştur.

Türk tarihi açısından da olaya bakıldığında, Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinden önce Avarların Avrupa Hunları ile İstanbul’u kuşatsa da sonuç alamadıkları bilinmektedir. Türklerin İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra batıya yönelmeleri ve Anadolu’ya gelmeleri ile birlikte Bizans ile doğrudan savaşları da başlamıştır. Müslümanların (Arap-Türk) İstanbul’u kuşatmalarını, fethetme çabalarını, Hazreti Muhammed’in “İstanbul’un fethi hakkındaki hadîsi” ile açıklamak, neredeyse tarihî bir gelenek hâlindedir. Hazreti Muhammed’in gaybı bilemeyeceği, dolayısı ile gelecekten (İstanbul’un Fethi gibi) haber vermiş olmasının söz konusu olamayacağı hakkındaki görüşün dayandırıldığı âyetler (Cin, 26-27; Lokman, 34; Hud, 31; En’âm, 50; Âl-i İmran, 179), her nasılsa fetih açıklamalarında dikkate alınmamıştır. Bu tutumun İslâm tarihi bakımından önemli bir sorun oluşturduğu açıktır.

Türkler, Anadolu’ya gelmeleriyle birlikte, Pasin (1048) ve Malazgirt (1071) adıyla bilinen iki büyük savaşı Bizans’a karşı yapmışlardır. Tarihte Müslümanların (Arap-Türk) saldıran, Bizans’ın savunan taraf olduğu iddiası doğru değildir. Hatırlanmalıdır ki, ilk savaş olan Mute Savaşı, Lût gölünün güneyinde (Kudüs’e 50 kilometre) olmuştur. Bizans’ın orada ne işi vardı?

Bizans, elbette yayılmacı bir sömürge imparatorluğu idi. Bu yüzden Mute’ye, Tebük’e ordu göndermişti. Pasin (Erzurum) ve Malazgirt (Muş), dönemin tarihî metinlerinde bir Bizans/Rum toprağı olarak değil, “Ermeniye” diye adlandırılmıştır. Rum ırkından ve mezhebinden olmayan Ermenilere karşı daima katliamcı davrandıklarına ise Ermeni tarihçi Mateos şâhitlik etmiştir. (Urfalı Mateos Vekayinâmesi, 952-1136, Türkçeye Çeviren: Hrant D. Andreasyan, TTK, Ankara 2000.)

Türklerin Anadolu’ya gelmeleri Ermeniler için o dönemde bir kurtuluş olmuştur. Sömürgeci Bizans’ın zaman içinde kolu kanadı kırılmış, Marmara Denizi sahillerine hapsedilmiştir. Ancak Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Türklerine karşı Haçlı seferlerinin tertiplenmesine ön ayak olduğu gibi, taht kavgalarının ve diğer Türk beyliklerinin Osmanlılara karşı ittifak hâlinde saldırmalarının da her zaman teşvik edicisi, hazırlayıcısı olmuştur. Bu hâliyle Bizans, Osmanlılar için zamanla bir iç sorun hâlini almıştır. Üstelik Osmanlıların Balkanlara yayılması ile birlikte Osmanlı toprakları içinde kalan Bizans, bir bekâ sorunu hâline gelmiştir. Bu iç sorunu ortadan kaldırmanın tek yolu da İstanbul’u fethetmek olmuştur.

Diğerinin hakkını teslim edip korumak, Türklerin ve bütün Müslümanların ortak özelliği ve ahlâkıdır. Aksine Fatih’in bu tutumu Bizans olmadığını, Bizans’a benzemediğini göstermiştir!

Türkler İstanbul’u fethedip doğuda İslâm hâkimiyetini tahkim ederken, batıda ise Endülüs’te İslâm adına kanlı bir tasfiye yaşanmaktaydı. Doğudaki yükseliş, batıdaki tasfiyeye çâre olamadı. Ancak Anadolu’da Türk/Osmanlı varlığını kalıcı hâle getirdi. İslâm’ın kurtarıcı soluğunu Balkanlara yaydı. Arnavutluk’ta, Bosna-Hersek’teki İslâm varlığı bu dönemin eseridir.

Yüzyıllar boyunca Osmanlı Türkleri kendilerini, bütün İslâm dünyasını Batı’nın saldırılarına karşı korudular. İstanbul’un Fethi’ni de belki bu koruma çabası içinde ele almak daha gerçekçi olabilir.

Osmanlı/Türk tarihi içinde, dünya tarihi bakımından elbette pek çok olay vardır. Ancak bunların içinde belki de birincisi İstanbul’un Fethi’dir.

Ne yazık ki İstanbul’un Fethi, günümüzde, tarihteki önemine denk düşecek bir şekilde ele alınıyor değildir. Arap dünyasında İstanbul’un Fethi’ni küçümseyen tuhaf sesler duyulduğu gibi, Türkiye’den de bu tür sorunlu seslerin zaman zaman bir şamata hâlinde yükseldiği bilinmektedir. Oysa akıl/vicdan sahibi bir insan, Fatih ile aynı görüşleri, hayat tarzını benimsemese bile fetih olayını, tarihteki karşılığına denk gelecek şekilde ele alacaktır.

Ama önyargıları ve takıntıları nedeniyle aklı sorunlu hâle gelen, vicdanının doğru ile yanlışı ayırma yeteneği kaybolan kimselerin bu olayı sıradan, basit bir olay gibi görmesine dair örnek de çoktur.

Üstelik bu büyük işin mimarı Fatih’i “Bizans imparatoru” gibi unvanlarla güya takdir etmeye heveslenen kimseler de bilinmektedir.

Oysa beğenin veya beğenmeyin, Fatih, bir Müslüman’dır ve Türk’tür. Fatih’in İstanbul’da Bizans eserlerini koruması, Bizanslıların temel insan haklarını teslim etmesi, kendisini Bizans imparatoru saymasının sonucu değildir. Aynı işi İstanbul’dan önce ele geçirdikleri şehirlerde bulunan gayr-i Müslimlere karşı diğer Osmanlı padişahları da yapmışlardı. Hazreti Ömer’in Kudüs ve diğer yerleri fethetmesinin sonunda da bu tavrı görmek mümkündür.

Çünkü diğerinin hakkını teslim edip korumak, Türklerin ve bütün Müslümanların ortak özelliği ve ahlâkıdır. Aksine Fatih’in bu tutumu Bizans olmadığını, Bizans’a benzemediğini göstermiştir!

Bizans’ın kendi ırkından/mezhebinden olmayan Ermenilere ve Süryanilere karşı nasıl kötülükler yaptığını, Müslümanlara karşı ise soykırımcı bir siyasetin sahibi olduğunu herkes bilmektedir.

Dolayısı ile Fatih’in hoşgörüsü, diğeri ile bir arada ve barış içinde yaşama siyaseti Bizans’ın değil, Türk/Müslüman olmasının bir sonucudur.

Yine mi “dünyanın son günü”(!)?

TV’lerin neredeyse paylaşamadığı bir tarih profesörü, İstanbul’un Fethi için, Fatih ile Kemal Paşa’nın fotoğrafını paylaşmış, “Biri fethetti, biri kurtardı” diye ancak Halkevlerindeki duvarlara yazılacak bir cümle icat etmiştir.

İstanbul’un fetih gününde Kemal Paşa niye anılır? Ancak Malazgirt Savaşı yıldönümü törenlerinde, Kemal Paşa heykeline çelenk koymayı marifet sayan bir geleneğin tekrarıdır bu. Kemal Paşa’nın doğumundan 700 yıl önceki Malazgirt Savaşı için Kemal Paşa adını hatırlayanlar, aynı tekrarı İstanbul’un Fethi için de yapmaktadırlar.

Oysa 13 Kasım 1918’de İstanbul’un İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmesi, Suriye Cephesi’ndeki benzersiz yenilgiden dolayıdır. Hatırlanmalıdır ki, Kemal Paşa, Suriye Cephesi’nde ordu komutanıdır. Ayrıca Kemal Paşa, uzun yıllar İstanbul’un işgaline “işgal” dememiştir.

İstanbul’un Fethi’nin sembolü, tartışmasız bir şekilde Ayasofya Camii’dir. Ayasofya ise ne işgal, ne de gasp edilmiştir; o doğrudan bir kılıç hakkıdır. Ayasofya, 1453-1932 yılları arasında 479 yıl cami olmuştur. İstanbul’un 1918-1923 arasındaki yıllarda işgal altındayken bile burası cami olarak kalmıştır. İşgalciler Ayasofya’yı cami olmaktan çıkaramamıştır. Ama işgalden on yıl sonra camilikten çıkarılarak müze yapılmıştır. İstanbul, işgal döneminde yaşamadıklarını, kurtulduktan sonra yaşamıştır.

29 Mayıs 2020’de, fethin 567’nci yıldönümü kutlamaları da, teslim edilmelidir ki sönük ve silik geçmiştir. Hakkında o kadar söz edilen fethin sembolü Ayasofya, müzeliğe devam etmiştir. Ayasofya’daki törende Fetih Sûresi’nin okunması ise, Türkiye’de camiyi müze yapmakla övünen çevre (müzeci) ile Yunanistan’ın tepkisine neden olmuştur.


Müzeci çevrenin iddiasına bakılırsa, Ayasofya’nın cami yapılmasına dünyadan büyük tepkiler gelecektir. Türk halkını “dünyanın tepkisi” ile korkutmaya çalışmaktadırlar. Elbette bu müzecilerin ya da müzeliklerin “dünya” dediği, ABD ve AB’dir. Haklarını teslim etmeli ki, dünyanın içinde Yunanistan da vardır.

Güya Türkiye’nin bağımsızlığına çok düşkün olan bu “müzelik çevre”, bir caminin açılışı için gerekli olan özgüvene ve cesarete sahip değildir. Türkiye’yi, bir camiyi açma kararını almaya hak sahibi dahi görmüyorlar zira. Türk’ün yüzlerce yıllık birikimi olan tarihî eserleri, camileri yok ederken gözlerini kırpmayıp acımayanlar, Bizans eserleri ve sembolleri söz konusu olunca birdenbire tarihî eserlerin değerini, insanlığın ortak mîrasını hatırlamaktadırlar.

Bu tutumları ile 29 Mayıs 1453’ün Bizans için dünyanın son günü olmadığını, Bizans’ın günlerinin hâlâ devam ettiğini göstermektedirler.