İSTANBUL’UN fethedildiği gün İstanbul’dan ayrılan Batılı bir
seyyah, “Bugün, dünyanın son günü” diye kendince olayı özetlemiştir.
Aslında bu cümlenin doğru bir tarafı vardır. Çünkü 29
Mayıs 1453, Bizans’ın son günüydü. Bu yüzden olmalı ki, Türkiye’de de Bizans
kalıntısı bazı çevreler, “Zulüm 1453’te
başladı” diyorlar.
Herkesin bildiği gibi 29 Mayıs, dünyanın son günü
olmadı. Dünya dönmeye, hayat akıp gitmeye devam etti. Fakat İstanbul’un Fethi’nin
dünya tarihinde benzersiz olaylardan birisi olduğu tartışma götürmez.
İstanbul’un Fethi’ni belki de İslâm tarihi, Türk
tarihi ve Osmanlı tarihi gibi bölümlere ayırarak ele almak daha anlamlı olur.
Çünkü Hazreti Muhammed’in İslâm’a davet için gönderdiği elçisi Haris Bin Umeyr
El-Ezdi’nin Bizans İmparatorluğu’na bağlı Hıristiyan Arap olan Gassanîler
tarafından öldürülmesi, tarihin akışını değiştirmiştir. Bu olaydan sonra
Hazreti Muhammed döneminde Bizans ile Mute (629) ve Tebük (631) Savaşları,
Hazreti Ömer döneminde (634-644) Suriye-Filistin-Mısır Savaşları birbirini
takip etmiştir.
Emevîler, kısa ömürlerinde Akdeniz, Türkiye, Kuzey
Afrika gibi pek çok yerde Bizans ile savaştıkları gibi (668-674) iki defa
doğrudan İstanbul’u almak için kuşatmışlardı. Emevî (661-750) ve Abbasî
(750-1257) dönemlerinde de Arap-Bizans savaşları devam ettiği gibi, aşağı
yukarı benzer nedenlerle Türkler ile Bizanslılar arasında da yüzlerce yıl sürüp
giden savaşlar olmuştur.
Türk tarihi açısından da olaya bakıldığında, Türklerin
İslâmiyet’i kabul etmelerinden önce Avarların Avrupa Hunları ile İstanbul’u
kuşatsa da sonuç alamadıkları bilinmektedir. Türklerin İslâmiyet’i kabul
etmelerinden sonra batıya yönelmeleri ve Anadolu’ya gelmeleri ile birlikte
Bizans ile doğrudan savaşları da başlamıştır. Müslümanların (Arap-Türk)
İstanbul’u kuşatmalarını, fethetme çabalarını, Hazreti Muhammed’in “İstanbul’un
fethi hakkındaki hadîsi” ile açıklamak, neredeyse tarihî bir gelenek
hâlindedir. Hazreti Muhammed’in gaybı bilemeyeceği, dolayısı ile gelecekten
(İstanbul’un Fethi gibi) haber vermiş olmasının söz konusu olamayacağı hakkındaki
görüşün dayandırıldığı âyetler (Cin, 26-27; Lokman, 34; Hud, 31; En’âm, 50; Âl-i
İmran, 179), her nasılsa fetih açıklamalarında dikkate alınmamıştır. Bu tutumun
İslâm tarihi bakımından önemli bir sorun oluşturduğu açıktır.
Türkler, Anadolu’ya gelmeleriyle birlikte, Pasin
(1048) ve Malazgirt (1071) adıyla bilinen iki büyük savaşı Bizans’a karşı
yapmışlardır. Tarihte Müslümanların (Arap-Türk) saldıran, Bizans’ın savunan
taraf olduğu iddiası doğru değildir. Hatırlanmalıdır ki, ilk savaş olan Mute Savaşı,
Lût gölünün güneyinde (Kudüs’e 50 kilometre) olmuştur. Bizans’ın orada ne işi
vardı?
Bizans, elbette yayılmacı bir sömürge imparatorluğu
idi. Bu yüzden Mute’ye, Tebük’e ordu göndermişti. Pasin (Erzurum) ve Malazgirt
(Muş), dönemin tarihî metinlerinde bir Bizans/Rum toprağı olarak değil,
“Ermeniye” diye adlandırılmıştır. Rum ırkından ve mezhebinden olmayan
Ermenilere karşı daima katliamcı davrandıklarına ise Ermeni tarihçi Mateos şâhitlik
etmiştir. (Urfalı Mateos Vekayinâmesi, 952-1136, Türkçeye Çeviren: Hrant D.
Andreasyan, TTK, Ankara 2000.)
Türklerin Anadolu’ya gelmeleri Ermeniler için o dönemde bir kurtuluş olmuştur. Sömürgeci Bizans’ın zaman içinde kolu kanadı kırılmış, Marmara Denizi sahillerine hapsedilmiştir. Ancak Bizans, Selçuklu ve Osmanlı Türklerine karşı Haçlı seferlerinin tertiplenmesine ön ayak olduğu gibi, taht kavgalarının ve diğer Türk beyliklerinin Osmanlılara karşı ittifak hâlinde saldırmalarının da her zaman teşvik edicisi, hazırlayıcısı olmuştur. Bu hâliyle Bizans, Osmanlılar için zamanla bir iç sorun hâlini almıştır. Üstelik Osmanlıların Balkanlara yayılması ile birlikte Osmanlı toprakları içinde kalan Bizans, bir bekâ sorunu hâline gelmiştir. Bu iç sorunu ortadan kaldırmanın tek yolu da İstanbul’u fethetmek olmuştur.
Diğerinin hakkını teslim edip korumak, Türklerin ve bütün Müslümanların ortak özelliği ve ahlâkıdır. Aksine Fatih’in bu tutumu Bizans olmadığını, Bizans’a benzemediğini göstermiştir!
Türkler İstanbul’u fethedip doğuda İslâm hâkimiyetini
tahkim ederken, batıda ise Endülüs’te İslâm adına kanlı bir tasfiye
yaşanmaktaydı. Doğudaki yükseliş, batıdaki tasfiyeye çâre olamadı. Ancak
Anadolu’da Türk/Osmanlı varlığını kalıcı hâle getirdi. İslâm’ın kurtarıcı
soluğunu Balkanlara yaydı. Arnavutluk’ta, Bosna-Hersek’teki İslâm varlığı bu
dönemin eseridir.
Yüzyıllar boyunca Osmanlı Türkleri kendilerini, bütün
İslâm dünyasını Batı’nın saldırılarına karşı korudular. İstanbul’un Fethi’ni
de belki bu koruma çabası içinde ele almak daha gerçekçi olabilir.
Osmanlı/Türk tarihi içinde, dünya tarihi bakımından
elbette pek çok olay vardır. Ancak bunların içinde belki de birincisi
İstanbul’un Fethi’dir.
Ne yazık ki İstanbul’un Fethi, günümüzde, tarihteki
önemine denk düşecek bir şekilde ele alınıyor değildir. Arap dünyasında
İstanbul’un Fethi’ni küçümseyen tuhaf sesler duyulduğu gibi, Türkiye’den de bu
tür sorunlu seslerin zaman zaman bir şamata hâlinde yükseldiği bilinmektedir.
Oysa akıl/vicdan sahibi bir insan, Fatih ile aynı görüşleri, hayat tarzını
benimsemese bile fetih olayını, tarihteki karşılığına denk gelecek şekilde ele
alacaktır.
Ama önyargıları ve takıntıları nedeniyle aklı sorunlu
hâle gelen, vicdanının doğru ile yanlışı ayırma yeteneği kaybolan kimselerin bu
olayı sıradan, basit bir olay gibi görmesine dair örnek de çoktur.
Üstelik bu büyük işin mimarı Fatih’i “Bizans
imparatoru” gibi unvanlarla güya takdir etmeye heveslenen kimseler de
bilinmektedir.
Oysa beğenin veya beğenmeyin, Fatih, bir Müslüman’dır
ve Türk’tür. Fatih’in İstanbul’da Bizans eserlerini koruması, Bizanslıların
temel insan haklarını teslim etmesi, kendisini Bizans imparatoru saymasının
sonucu değildir. Aynı işi İstanbul’dan önce ele geçirdikleri şehirlerde bulunan
gayr-i Müslimlere karşı diğer Osmanlı padişahları da yapmışlardı. Hazreti
Ömer’in Kudüs ve diğer yerleri fethetmesinin sonunda da bu tavrı görmek
mümkündür.
Çünkü diğerinin hakkını teslim edip korumak, Türklerin
ve bütün Müslümanların ortak özelliği ve ahlâkıdır. Aksine Fatih’in bu tutumu
Bizans olmadığını, Bizans’a benzemediğini göstermiştir!
Bizans’ın kendi ırkından/mezhebinden olmayan
Ermenilere ve Süryanilere karşı nasıl kötülükler yaptığını, Müslümanlara karşı
ise soykırımcı bir siyasetin sahibi olduğunu herkes bilmektedir.
Dolayısı ile Fatih’in hoşgörüsü, diğeri ile bir arada
ve barış içinde yaşama siyaseti Bizans’ın değil, Türk/Müslüman olmasının bir
sonucudur.
Yine mi “dünyanın son günü”(!)?
TV’lerin neredeyse paylaşamadığı bir tarih profesörü,
İstanbul’un Fethi için, Fatih ile Kemal Paşa’nın fotoğrafını paylaşmış, “Biri
fethetti, biri kurtardı” diye ancak Halkevlerindeki duvarlara yazılacak bir
cümle icat etmiştir.
İstanbul’un fetih gününde Kemal Paşa niye anılır?
Ancak Malazgirt Savaşı yıldönümü törenlerinde, Kemal Paşa heykeline çelenk
koymayı marifet sayan bir geleneğin tekrarıdır bu. Kemal Paşa’nın doğumundan
700 yıl önceki Malazgirt Savaşı için Kemal Paşa adını hatırlayanlar, aynı
tekrarı İstanbul’un Fethi için de yapmaktadırlar.
Oysa 13 Kasım 1918’de İstanbul’un İtilâf Devletleri
tarafından işgal edilmesi, Suriye Cephesi’ndeki benzersiz yenilgiden dolayıdır.
Hatırlanmalıdır ki, Kemal Paşa, Suriye Cephesi’nde ordu komutanıdır. Ayrıca
Kemal Paşa, uzun yıllar İstanbul’un işgaline “işgal” dememiştir.
İstanbul’un Fethi’nin sembolü, tartışmasız bir şekilde
Ayasofya Camii’dir. Ayasofya ise ne işgal, ne de gasp edilmiştir; o doğrudan
bir kılıç hakkıdır. Ayasofya, 1453-1932 yılları arasında 479 yıl cami olmuştur.
İstanbul’un 1918-1923 arasındaki yıllarda işgal altındayken bile burası cami
olarak kalmıştır. İşgalciler Ayasofya’yı cami olmaktan çıkaramamıştır. Ama
işgalden on yıl sonra camilikten çıkarılarak müze yapılmıştır. İstanbul, işgal
döneminde yaşamadıklarını, kurtulduktan sonra yaşamıştır.
29 Mayıs 2020’de, fethin 567’nci yıldönümü kutlamaları da, teslim edilmelidir ki sönük ve silik geçmiştir. Hakkında o kadar söz edilen fethin sembolü Ayasofya, müzeliğe devam etmiştir. Ayasofya’daki törende Fetih Sûresi’nin okunması ise, Türkiye’de camiyi müze yapmakla övünen çevre (müzeci) ile Yunanistan’ın tepkisine neden olmuştur.
Müzeci çevrenin iddiasına bakılırsa, Ayasofya’nın cami
yapılmasına dünyadan büyük tepkiler gelecektir. Türk halkını “dünyanın tepkisi”
ile korkutmaya çalışmaktadırlar. Elbette bu müzecilerin ya da müzeliklerin “dünya”
dediği, ABD ve AB’dir. Haklarını teslim etmeli ki, dünyanın içinde Yunanistan da
vardır.
Güya Türkiye’nin bağımsızlığına çok düşkün olan bu “müzelik
çevre”, bir caminin açılışı için gerekli olan özgüvene ve cesarete sahip
değildir. Türkiye’yi, bir camiyi açma kararını almaya hak sahibi dahi görmüyorlar
zira. Türk’ün yüzlerce yıllık birikimi olan tarihî eserleri, camileri yok
ederken gözlerini kırpmayıp acımayanlar, Bizans eserleri ve sembolleri söz
konusu olunca birdenbire tarihî eserlerin değerini, insanlığın ortak mîrasını
hatırlamaktadırlar.
Bu tutumları ile 29 Mayıs 1453’ün Bizans için dünyanın
son günü olmadığını, Bizans’ın günlerinin hâlâ devam ettiğini
göstermektedirler.