SABAHIN en soğuk ve donuk
saatlerinden birine uyandı. Göz kapakları açılmak istemiyor, gözlerinin üzerinde
bir yük hâline geliyordu.
Geceden
açık unuttuğu pencereden içeriye soğuk hava hücum ediyordu. Ayaklarının
üşüdüğünü hissetti. Soğuk, parmak uçlarına kadar işlemişti. Bir cenin hâline
bürünerek sarıldı kendine. Yorganın en derinlerine doğru bir yolculuk yapmaktı
dileği. Birkaç dakika boyunca tekrar uykuya dalmayı denedi. Olmadı.
Uykusu
olmasına rağmen uyuyamadığı için sinirlenmeye başladığını hissetti. Bu kadar
uykusuzluğa rağmen neden kendi kendine uyandığını da anlayamamıştı bir türlü. İlaçlarını
kullanmaya başladığından beri uyku problemi yaşıyordu.
Hışımla
yorganı attı üzerinden. Önce sol ayağını değdirdi zemine, ardından sağ ayak da
peşi sıra taklit etti onu. Yatmadan önce içtiği sigaranın tadı hâlâ ağzının
içinde dolanıyordu. Tiksintiyle nefesini dışarıya verdi. Üşengeç adımlarla bir
iki adım yol alarak mutfağa ulaştı ve su kaynatma makinesini çalıştırdı. Bir
kahve içmeden kendine gelemeyeceğini düşündü. Makinenin uğultusu, beyninin
uyuşukluğunu tetikler hâlde odanın içerisinde yankılanıyordu. Gözleri şeffaf
plastikten yapılmış olan kabın içerisindeki suyun kaynarkenki hareketlerine
takılıvermişti. Usulca suyu seyretmeye başladı.
Su,
saniyeler geçtikçe daha da hareketleniyor, duruluğunu bir kenara bırakıyordu.
Gitgide büyük bir girdap oluşturmaya başladı. Büyüdü, büyüdü, daha da büyüdü…
Aniden
gerginlikle kırpıştırdı gözlerini. Bir an için makinenin içerisinde oluşan
girdap kendini de içene alacakmış gibi bir ürperti hissetmişti bedeninde.
Kafasını salladı bir o yana, bir bu yana hızla. Suyun kaynaması sonlanmış ve tekrar
eski durgunluğuna dönmüştü. Kendini o suya benzetti. Ne çok benziyorlardı
birbirlerine...
Hayatında
tam olarak hangi evrede olduğuna karar veremiyordu, lâkin ilk durgunluklarını
çoktan yaşamış olduğunun bilinceydi. Gitgide büyüyen bir girdap olmaya başladığının
da farkındaydı.
Yaşadıklarının
ardından bilinç kaybı yaşıyor, kendi kendine, olmayan tınılar işitiyordu. Bazen
kendisini denizin derinliklerinde unutulmuş bir hâlde buluyordu. Kendisi
tarafından unutulmuş bir hâlde…
Kahveyi
fincanına boşalttı ve mutfaktaki küçük iskemleyi çekerek oturdu. Ardından,
içinde yalnız bir tane sigara kalmış olan paketi açarak tütününü ateşledi.
Önünde günlerdir dokunmamış olduğu dolma kalemi ve sahaftan aldığı sararmış
eski kâğıtlarından birkaçı duruyordu.
Eski
olan şeylere ayrı bir zaafı vardı. Kalemi eline aldı ve birkaç satır karalamaya
başladı:
“İşte
kalem, işte kâğıt! Kalemim kâğıda ufak öpücükler bırakıp ürkekçe geri
çekiliyor. O kâğıda sarılmak istiyor, ben ise yazma tutkusuna. Her şeyi yazmak
istiyorum! Anlatmak, anlatmak ve anlatmak istiyorum. Fakat koca bir okyanusun
ortasındayken ne kalemim mürekkebinden ayrılabiliyor, ne de ellerimde diri bir
kâğıt kalıyor.
Yüzmeyi
her ne kadar biliyorsam bileyim, üzerime gelmekte olan koca bir dalgayı
görünce, omuzlarımın hizasında bulunan su, sanki bir anda kalbimin tamamını
basıyor. Havada kapkara bulutlar görüyorum. Kurşun misâli bir yağmur basıyor
her yeri. Gözlerim tam iki mavinin arasında… Ufuk çizgisini, dünyanın yuvarlak
oluşunu o an çok daha iyi kavrıyorum. Birbirilerinden ne kadar farklı
görünseler de havanın ve suyun nasıl da bütünlük içerisinde olduğunun bilincine
varıyorum.
Suyun
içerisinde bir miktar havanın var oluşu gibi, bedenimde de bir miktar su oluşu
aklıma geliyor. O an, batmakta olduğum su ile bütünleşiyorum. Kalbimin üzerinde
bir baskı hissediyorum. Suyun kalbime dolmasıyla vücudumdaki su da kendini dışarı
vurmak istiyor âdeta.
Çellonun
çıkardığı boğuk sesi, kemanın sol telinden yayılan notaları suyun içerisinde,
kalbimin titreşmesiyle hissediyorum.
Bir
yay daha çekiliyor telden, ben ise daha da derinlere çekiliyorum. Yağan
yağmurun suyun yüzeyine vuruşunu hissediyorum. Daha da derinlerimden
vuruluyorum. Kalbime doğru yol almakta olan su daha da derinlere ulaşıyor.
Dünyanın merkezine doğru çekiliyorum.
Ayaklarım
kum tanelerine değiyor nazikçe. Kayaların sertliğini ellerimin arasında
hissedebiliyorum. Soğuğu beklerken sıcaklığı buluyorum. Parmak uçlarımla
dokunduğum mercanlar, bir anda kor lavlara dönüşüyor. Dünyanın merkezine doğru
çekiliyorum.”
Yazısını
bitirdiğinde nefes nefese kaldığını hissetti. Küllüğe bırakmış olduğu sigara
kendi kendine tükenmiş, uzunca bir kül yığını hâlinde sönmüştü. Saçları
birbirine karışmış hâlde ağır ağır kalktı oturduğu yerden. Mutfağın küçük
balkonuna doğru ilerledi. Ciğerlerine çektiği keskin hava ile içinde bir
şeylerin kırıldığını hissetti. Çıplak ayakları balkonun soğuk zemininde bir
oraya, bir buraya doğru ilerliyor, ufak adımlarla kendini, yine işittiği o
tınıların kollarına bırakmaya başlıyordu.
Evet,
çellonun o boğuk sesini içinde, kendi derinliklerinde işitiyordu. Su,
bileklerine kadar ulaşmıştı. Bilinci yine oyunlar oynuyordu. Daha da derinlere
iniyor, kendi derinliklerinde kayboluyordu.
Gitgide yok oluyor, korlar arasında nihayete ermiş küllere dönüşüyordu...