Dünyanın gayrimeşru gebeliği ve “yeni insanın doğuşunu izleyen jeopolitik çocuk” (1)

Dünyanın çektiği sancının çokluğu, yeni doğan insanın ayak direnişlerinden belli. Doğmak için gösterdiği çaba, dünyayı ikiye ayırmış. Böylesi büyük sancı kansız olur mu? Olmaz tabiî! Dünyadan kan sızıyor. Afrika kıtası yerli yerinde ancak terliyor. Asya kıtası da hasar almadan bu doğumun şâhidi oluyor. Tüm bunları kenardan seyreden, hiçbir eşya ve giysiye ihtiyaç duymadan resmedilmiş -olabildiğince çıplak hâliyle- kadın, Asya kıtasını, hattâ daha fazlası Türkiye’yi işaret ediyor!

DÜNYA yine karnı burnunda, yeni doğumlara gebe olmanın sancısını çekiyor.

Kıtalar arası şiddete haiz bu sancı, tüm dünya ülkelerini etkisi altına almış, kıs kıs kıvrandırıyor.

Ne yana baksak, hangi ülkenin ahvalinden haberdar olsak, durum böyleymiş gibi görünüyor.

Değişim ve dönüşümün kaçınılmaz olduğu gerçeği kabullenildiğinden olmalı ki, ne dünyanın bu gebe hâli, ne de çekilen sancıların niteliği pek yadırganmayarak olağan bir seyir ile doğuma gün sayılıyor.

Bu süreçte tüm insanlık, adı hiç konulmamış bir hile terörü ve taciz edildiğinin ayırdına varamamanın gafletiyle hacminden büyük kefaretler ödüyor.

Bu gebelik, bu etrafı etkisi altına alan sancılar ne ilk ve kıyamete kadar ne de son olacak.

İnsanoğlunun “Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki apaçık olan bir kitapta olmasın” (Neml, 75) hakikatinden ırak düştüğü her devirde başına gelen ve gelmeye devam eden bir sürecin süregelen ahvalidir…

Aslında hikâye tâ Bezm-i Elest’te başlar da, insanın yaratılışında meleklerin beyânında yatan “fesat çıkarma ve kan dökme” potansiyeli ile ihanete meyyâl varlığı nedense hep göz ardı edilir.

İnsan, Elest Meclisi’nde Yaratıcısına verdiği sözü unutup ihtirasları uğruna kendi türüne zulmetmeyi güçten saydığından ve Habil’i öldürmenin kendi ölümsüzlüğü olmadığı gerçeğini kavrayamadığından beridir, dünya gitgide genişleyen ve sancısı tüm coğrafyaları tutan gayrimeşru doğumlara hamile…

Şeytanî aklı rehber edinince, Tanrı’ya meydan okumayı maharetten bilince, hâliyle tüm insanlığın kaderi üzerinde tesir oluşturma hakkı da mahfuz oluyor.

“Bakara Sûresi”nde tanımlanan ve Âlemlerin Rabbi Allah’ın insanın yaratılışına dair verdiği iki şifreyi de kendi itikatları doğrultusunda kullanan Batı/l, kendini tanrılaştırmaya devam ediyor.

İşte insana ve dünyaya hükmetme gücü veren o iki şifre: İlki, fesat çıkarma ve kan dökme potansiyeli(!); ikincisi, Âdem’e (as) bahşedilmiş kelimeler…

Hazreti Îsâ’nın doğumunu milât sayıp görünürde tahrif edilmiş dinlerini dünyaya hâkim kılma arzusu, ardında saklı “Tanrı’ya meydan okuma” cüreti ile dünya bilmem kaçıncı keredir gayrimeşru doğumlara gebe bırakıldı.

“M.S.” şeklinde kodlanmış tarihî akışa baktığımızda, bilgi sahibi olduğumuz su, din, güç savaşlarında insanoğlunun ne denli vahşi ve ne denli sınırsız bir ihtirasa sahip olduğu gerçeğinden haberdar olduk, ancak hep unuttuk!

Hep gayrimeşru gerekçelerle milyonlarca insanın ölümüne sebep olan tacizlere “savaş” dedi tarih bilimciler; “savaş sebepleri ve sonuçları” tayin ettiler. Bizler okuduk, öğrendik. Son asra kadar olan savaşlarda ölü sayıları yüz binlerle ifade ediliyorken, “Tüfeng icat oldu, mertlik bozuldu” dedi atalarımız ve son yüzyılda ölümleri milyonlarla ifade ederek savaş bilânçolarını tuttuk.

21’inci yüzyılın ilk çeyreğine geldiğimizde, Batı/l, insana dünyaya hükmetme gücünü verecek hakikî şifreyi çoktan çözmüştü. Ne top tüfek, ne nükleer füzeler, ne biyolojik ve kimyasal silahlara muhtaçtı, kelimeleri kuşanarak tüm insanlığın aklına nüfûz ettiler.

Önce yeraltı zenginliklerine göz koydukları ve coğrafî konumuna göz diktikleri ülkelerin başına, İlâhî Vahiyde belirtilen -fesat ve kan dökme potansiyellerini harekete geçirecek- birer diktatör, ah, hayır, birer zalim yerleştirdiler ve sonra icat ettikleri silahlarını satmak için iç savaşlar çıkardılar, halkları birbirlerine kırdırdılar.

Derken gördüler ki, silah sarfiyatı ile fesat çıkarmak fazla mâliyetli, işte o vakit ikinci şifrenin farkına vardılar ve bu alanda yatırım yaptılar.

Hangi hakikati dillendirirseniz dillendirin, “kelimelerin” güç olarak bahşedildiği şifresini çözemediğinizde akıllara erişmenin mümkün olamayacağını, ancak ihlâs ile iman eden kalplerden dile gelenlerin tesiri olduğunu bize hatırlattı. Kimler? Evvelden beri ve âhiren müşrikler… Bu hakikatin gücünü Batı(l)dan öğrenmiş olmak ne acı ve ne büyük bir gaflet!

Şimdi, sosyal medya aracılığı ile körüklenen darbelerle işgal girişimlerine, algı operasyonlarıyla hakikatin üzerine örtülen peçelerin karanlık yüzüne mahkûm insanlık!

Kitaba uymak yerine kitabına uyduran insanlık

Hâlimize bir bakın, ne sırtımızda bir hain hançer, ne alnımızda bir tabanca, ne semâlarımızda kimyasal silahlar var! Bize güç yetiremeyeceklerini bildiklerinden, bizi bizim dinimizde verilmiş şifrelerle vuruyorlar. Çocuklarımıza bakın; dedelerine, nenelerine neden hiç benzemiyorlar? Siyâsetimize bakın; aynı vatan, aynı bayrak, aynı milletten olup düşmanca davranan bir muhalefete nasıl meyyâl olabiliyorlar?

Rabbin vaat ettiklerinin yerine emperyalist ve Siyonist akılların seçme seçilme hakkı sunmalarını, din ve vicdan özgürlüğü beyanlarını, demokrasi vaatlerini, evrensel hak ve hukuk masallarını esas aldığından beridir insanlık, daha nice gayrimeşru gebeliği ve gayrimeşru antlaşmayı sebep ve sonuçlarla izlemeye devam edecek?!

Kimse sormayacak eşitlik derken neden ırkçılığın böyle başını alıp gittiğini, din ve vicdan hürriyeti derken neden din ve mezhep savaşlarının dinmek bilmediğini, insan haklarından söz ederken Batı(l)ın zenginliği ile Afrika’da açlıktan ölen çocuklar arasındaki orantısız dengesizliği…

Kimse sormayacak, vaat edilenin neden yerine getirilmediğini, neden hiçbir şeyin değişmediğini. Hattâ ayıkmayacak pek çok insan; çünkü “kelimelerin gücü aşkına” kelimeleri kullanma yeteneği ile yıkandı beyinleri...

Ayıkmadıkça, haz veren bir sarhoşlukla salınarak yaşayıp gidecek insanlık ve “baron” tâbir edilen, büyük güç olarak lânse edilen yeryüzü tanrılarına itaate mecbur kalacak! Aldanmanın kefâreti, insanlık için bu sarhoşluktan ayıkmadığı kadar ağır olacak!

Her yüzyıl, bir sebeple “insanların haklarını korumak ve dünya barışını tesis etmek” adı altında savaşlara sürükleniyor dünya.

Anlaşmalar imzalanıyor, imtiyazlar belirleniyor, kitabına uydurulup haritalar yeniden çiziliyor. Dünya her defasında fecî doğumlara gebe bırakılıyor ve ardından muştulu doğumlar değil, milyonlarca ölüm listesi tarihe karışıyor.

Batılı ülkeler menfaat, güç, toprak gerekçesi ile birbirlerine girerken, müttefik ve itilâf devletler de nasiplerini alıyorlar. Bâtıl, her şekilde insanlığa hasar vermeye, kendi türüne zulmettirmeye devam ediyor.

Milât’tan sonra gerçekleşmiş tüm savaşlara değil, sadece İkinci Dünya Savaşı’na baktığımızda, insanın fesat çıkarma ve kan dökme potansiyeli şu verilerde ne de aşikâr:

1940 ilâ 1946 yılları arasında gerçekleşen savaşta 80 milyon insan ölüyor. Dünya nüfusunun 2,3 milyar olduğu o dönemde ölenler, nüfusun yüzde 3’üne tekâbül ediyor. Yani her yüz kişiden üçü, ölüme mahkûm ediliyor!

Bu ne fecî bir barış anlayışı, değil mi? Ne acıdır ki, o dönemde kimseler bu barış anlayışını yıkmaya güç yetiremiyor.

Çünkü Batı/l kelâmı, kalemi, hattâ renklerin dilini sanat olarak tuvâle nakşetme aracı olan fırçayı çok başarılı kullanıyor. Plânlı ve projeli yol kat ederek, şirkten beslenerek, tek güç olma yolunda ilerliyor.

Nasıl tüp bebek tedavisi ile laboratuvar ortamında gerçekleştirilen bir dizi işlem sonucu çocuk sahibi olunabiliyorsa, Ovâl Ofislerde, kırmızı telefonların iletişimiyle, Haçlılar dünyayı gayrimeşru doğumlara hamile ediyor. Ve hormon yükleyerek verilen suni sancılar misâli, entrik ve stratejik plânlarını dünyanın damarlarına zerk ederek tüm ülkelerin sancılanmasını sağlıyor. Sonra da, sahipsiz çocukları yahut el koyup gasp ettikleri yavruları dilendiren mafya babaları gibi, dünyanın doğuracağı sonuçları bekliyor.

Bu mantaliteyi kaygısız ve kavgasız izah edecek bir tablo üzerinden hep birlikte izleyelim ve dünyanın şimdi içinde bulunduğu gebe hâli, delilik ile dâhilik arasındaki çizgide bir zekâya sahip olan, faşist hayat görüşünü tablolarına yansıtan ekspresyonist resim sanatçısı Salvador Dali’nin 1943 yılında tuvâle aktardığı bir eser üzerinden okuyalım ve kâinatta hiçbir şeyin tesadüfî olmadığı hakikatinin ve hiçbir şeyin göründüğü kadar/gibi olmadığı gerçekliğinin de altını çizelim…

Dali’nin doğum sancısı

Orijinali çöl renklerine hâkim tonlarla resmedilmiş bir tuvâl… Bu eserde, üzerinde dünya haritası olan bir yumurtanın zarını doğmak için zorlayan bir insan figürü betimlenmiş…

Ayaklarından güç alarak doğmaya çalışıyor.

Bir eli Kuzey Amerika’da, diğeri eli Avrupa kıtasında...

Amerika kıtası gayet net ve bütünlüğünü korurken, Avrupa Kıtası, yeni doğan insanın avuçları arasında ezilerek yok edilmiş.

Dünyanın çektiği sancının çokluğu, yeni doğan insanın ayak direnişlerinden belli. Doğmak için gösterdiği çaba, dünyayı ikiye ayırmış. Böylesi büyük sancı kansız olur mu? Olmaz tabiî!

Dünyadan kan sızıyor. Afrika kıtası yerli yerinde ancak terliyor.

Asya kıtası da hasar almadan bu doğumun şâhidi oluyor.

Tüm bunları kenardan seyreden, hiçbir eşya ve giysiye ihtiyaç duymadan resmedilmiş -olabildiğince çıplak hâliyle- kadın, Asya kıtasını, hattâ daha fazlası Türkiye’yi işaret ediyor!

Bu olanları izlemekten ürkmüş küçük bir çocuk, annesinin bacaklarına sarılmış olduğu hâlde bu sancılı doğuma şâhitlik ediyor…

Evet, Salvador Dali, bu eserinde savaşların gayrimeşru doğurganlığına dikkat çekmekle kalmayıp, gelecek zamanlara ve nesillere bir mesaj veriyor. Yahut ona bu mesaj verdiriliyor…

Bana hayli ilginç gelen bu eser, sizin de dikkatinizi celp edecektir diye düşünüyorum.

Tabloda resmedilenlerin ilginçliği kadar, tabloya verilen ad da bir o kadar ilginç: “Yeni insanın doğumunu seyreden jeopolitik çocuk”…

Dünyamız yine benzer bir hamilelik sürecinden geçiyor ve sancıları sıklaşmış durumda.

Vakit dar, çekilen sancı yüksek, doğacak olan ise tüm şartları değiştirecek nitelikte ancak henüz meçhul… 

Yazımıza bu hafta burada virgül koyalım ve inşallah önümüzdeki hafta “jeopolitik çocuğu” yakından seyredelim…

(Devam edecek…)