DÜNYA yine karnı
burnunda, yeni doğumlara gebe olmanın sancısını çekiyor.
Kıtalar
arası şiddete haiz bu sancı, tüm dünya ülkelerini etkisi altına almış, kıs kıs
kıvrandırıyor.
Ne
yana baksak, hangi ülkenin ahvalinden haberdar olsak, durum böyleymiş gibi
görünüyor.
Değişim
ve dönüşümün kaçınılmaz olduğu gerçeği kabullenildiğinden olmalı ki, ne
dünyanın bu gebe hâli, ne de çekilen sancıların niteliği pek yadırganmayarak
olağan bir seyir ile doğuma gün sayılıyor.
Bu
süreçte tüm insanlık, adı hiç konulmamış bir hile terörü ve taciz edildiğinin ayırdına
varamamanın gafletiyle hacminden büyük kefaretler ödüyor.
Bu
gebelik, bu etrafı etkisi altına alan sancılar ne ilk ve kıyamete kadar ne de
son olacak.
İnsanoğlunun
“Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey
yoktur ki apaçık olan bir kitapta olmasın” (Neml, 75) hakikatinden ırak
düştüğü her devirde başına gelen ve gelmeye devam eden bir sürecin süregelen
ahvalidir…
Aslında
hikâye tâ Bezm-i Elest’te başlar da, insanın yaratılışında meleklerin beyânında
yatan “fesat çıkarma ve kan dökme” potansiyeli ile ihanete meyyâl varlığı
nedense hep göz ardı edilir.
İnsan,
Elest Meclisi’nde Yaratıcısına verdiği sözü unutup ihtirasları uğruna kendi
türüne zulmetmeyi güçten saydığından ve Habil’i öldürmenin kendi ölümsüzlüğü
olmadığı gerçeğini kavrayamadığından beridir, dünya gitgide genişleyen ve
sancısı tüm coğrafyaları tutan gayrimeşru doğumlara hamile…
Şeytanî
aklı rehber edinince, Tanrı’ya meydan okumayı maharetten bilince, hâliyle tüm
insanlığın kaderi üzerinde tesir oluşturma hakkı da mahfuz oluyor.
“Bakara
Sûresi”nde tanımlanan ve Âlemlerin Rabbi Allah’ın insanın yaratılışına dair
verdiği iki şifreyi de kendi itikatları doğrultusunda kullanan Batı/l, kendini
tanrılaştırmaya devam ediyor.
İşte
insana ve dünyaya hükmetme gücü veren o iki şifre: İlki, fesat çıkarma ve kan
dökme potansiyeli(!); ikincisi, Âdem’e (as) bahşedilmiş kelimeler…
Hazreti
Îsâ’nın doğumunu milât sayıp görünürde tahrif edilmiş dinlerini dünyaya hâkim
kılma arzusu, ardında saklı “Tanrı’ya meydan okuma” cüreti ile dünya bilmem
kaçıncı keredir gayrimeşru doğumlara gebe bırakıldı.
“M.S.”
şeklinde kodlanmış tarihî akışa baktığımızda, bilgi sahibi olduğumuz su, din,
güç savaşlarında insanoğlunun ne denli vahşi ve ne denli sınırsız bir ihtirasa
sahip olduğu gerçeğinden haberdar olduk, ancak hep unuttuk!
Hep
gayrimeşru gerekçelerle milyonlarca insanın ölümüne sebep olan tacizlere
“savaş” dedi tarih bilimciler; “savaş sebepleri ve sonuçları” tayin ettiler.
Bizler okuduk, öğrendik. Son asra kadar olan savaşlarda ölü sayıları yüz binlerle
ifade ediliyorken, “Tüfeng icat oldu, mertlik bozuldu” dedi atalarımız ve son
yüzyılda ölümleri milyonlarla ifade ederek savaş bilânçolarını tuttuk.
21’inci
yüzyılın ilk çeyreğine geldiğimizde, Batı/l, insana dünyaya hükmetme gücünü
verecek hakikî şifreyi çoktan çözmüştü. Ne top tüfek, ne nükleer füzeler, ne
biyolojik ve kimyasal silahlara muhtaçtı, kelimeleri kuşanarak tüm insanlığın
aklına nüfûz ettiler.
Önce
yeraltı zenginliklerine göz koydukları ve coğrafî konumuna göz diktikleri
ülkelerin başına, İlâhî Vahiyde belirtilen -fesat ve kan dökme potansiyellerini
harekete geçirecek- birer diktatör, ah, hayır, birer zalim yerleştirdiler ve
sonra icat ettikleri silahlarını satmak için iç savaşlar çıkardılar, halkları
birbirlerine kırdırdılar.
Derken
gördüler ki, silah sarfiyatı ile fesat çıkarmak fazla mâliyetli, işte o vakit
ikinci şifrenin farkına vardılar ve bu alanda yatırım yaptılar.
Hangi
hakikati dillendirirseniz dillendirin, “kelimelerin” güç olarak bahşedildiği
şifresini çözemediğinizde akıllara erişmenin mümkün olamayacağını, ancak ihlâs
ile iman eden kalplerden dile gelenlerin tesiri olduğunu bize hatırlattı.
Kimler? Evvelden beri ve âhiren müşrikler… Bu hakikatin gücünü Batı(l)dan
öğrenmiş olmak ne acı ve ne büyük bir gaflet!
Şimdi,
sosyal medya aracılığı ile körüklenen darbelerle işgal girişimlerine, algı
operasyonlarıyla hakikatin üzerine örtülen peçelerin karanlık yüzüne mahkûm
insanlık!
Kitaba
uymak yerine kitabına uyduran insanlık
Hâlimize
bir bakın, ne sırtımızda bir hain hançer, ne alnımızda bir tabanca, ne
semâlarımızda kimyasal silahlar var! Bize güç yetiremeyeceklerini
bildiklerinden, bizi bizim dinimizde verilmiş şifrelerle vuruyorlar.
Çocuklarımıza bakın; dedelerine, nenelerine neden hiç benzemiyorlar? Siyâsetimize
bakın; aynı vatan, aynı bayrak, aynı milletten olup düşmanca davranan bir muhalefete
nasıl meyyâl olabiliyorlar?
Rabbin
vaat ettiklerinin yerine emperyalist ve Siyonist akılların seçme seçilme hakkı
sunmalarını, din ve vicdan özgürlüğü beyanlarını, demokrasi vaatlerini, evrensel
hak ve hukuk masallarını esas aldığından beridir insanlık, daha nice gayrimeşru
gebeliği ve gayrimeşru antlaşmayı sebep ve sonuçlarla izlemeye devam edecek?!
Kimse
sormayacak eşitlik derken neden ırkçılığın böyle başını alıp gittiğini, din ve
vicdan hürriyeti derken neden din ve mezhep savaşlarının dinmek bilmediğini, insan
haklarından söz ederken Batı(l)ın zenginliği ile Afrika’da açlıktan ölen
çocuklar arasındaki orantısız dengesizliği…
Kimse
sormayacak, vaat edilenin neden yerine getirilmediğini, neden hiçbir şeyin
değişmediğini. Hattâ ayıkmayacak pek çok insan; çünkü “kelimelerin gücü aşkına”
kelimeleri kullanma yeteneği ile yıkandı beyinleri...
Ayıkmadıkça,
haz veren bir sarhoşlukla salınarak yaşayıp gidecek insanlık ve “baron” tâbir
edilen, büyük güç olarak lânse edilen yeryüzü tanrılarına itaate mecbur
kalacak! Aldanmanın kefâreti, insanlık için bu sarhoşluktan ayıkmadığı kadar
ağır olacak!
Her
yüzyıl, bir sebeple “insanların haklarını korumak ve dünya barışını tesis etmek”
adı altında savaşlara sürükleniyor dünya.
Anlaşmalar
imzalanıyor, imtiyazlar belirleniyor, kitabına uydurulup haritalar yeniden
çiziliyor. Dünya her defasında fecî doğumlara gebe bırakılıyor ve ardından
muştulu doğumlar değil, milyonlarca ölüm listesi tarihe karışıyor.
Batılı
ülkeler menfaat, güç, toprak gerekçesi ile birbirlerine girerken, müttefik ve
itilâf devletler de nasiplerini alıyorlar. Bâtıl, her şekilde insanlığa hasar
vermeye, kendi türüne zulmettirmeye devam ediyor.
Milât’tan
sonra gerçekleşmiş tüm savaşlara değil, sadece İkinci Dünya Savaşı’na baktığımızda,
insanın fesat çıkarma ve kan dökme potansiyeli şu verilerde ne de aşikâr:
1940
ilâ 1946 yılları arasında gerçekleşen savaşta 80 milyon insan ölüyor. Dünya
nüfusunun 2,3 milyar olduğu o dönemde ölenler, nüfusun yüzde 3’üne tekâbül ediyor.
Yani her yüz kişiden üçü, ölüme mahkûm ediliyor!
Bu
ne fecî bir barış anlayışı, değil mi? Ne acıdır ki, o dönemde kimseler bu barış
anlayışını yıkmaya güç yetiremiyor.
Çünkü
Batı/l kelâmı, kalemi, hattâ renklerin dilini sanat olarak tuvâle nakşetme
aracı olan fırçayı çok başarılı kullanıyor. Plânlı ve projeli yol kat ederek,
şirkten beslenerek, tek güç olma yolunda ilerliyor.
Nasıl
tüp bebek tedavisi ile laboratuvar ortamında gerçekleştirilen bir dizi işlem
sonucu çocuk sahibi olunabiliyorsa, Ovâl Ofislerde, kırmızı telefonların iletişimiyle,
Haçlılar dünyayı gayrimeşru doğumlara hamile ediyor. Ve hormon yükleyerek
verilen suni sancılar misâli, entrik ve stratejik plânlarını dünyanın
damarlarına zerk ederek tüm ülkelerin sancılanmasını sağlıyor. Sonra da, sahipsiz
çocukları yahut el koyup gasp ettikleri yavruları dilendiren mafya babaları
gibi, dünyanın doğuracağı sonuçları bekliyor.
Bu
mantaliteyi kaygısız ve kavgasız izah edecek bir tablo üzerinden hep birlikte
izleyelim ve dünyanın şimdi içinde bulunduğu gebe hâli, delilik ile dâhilik
arasındaki çizgide bir zekâya sahip olan, faşist hayat görüşünü tablolarına
yansıtan ekspresyonist resim sanatçısı Salvador Dali’nin 1943 yılında tuvâle
aktardığı bir eser üzerinden okuyalım ve kâinatta hiçbir şeyin tesadüfî
olmadığı hakikatinin ve hiçbir şeyin göründüğü kadar/gibi olmadığı
gerçekliğinin de altını çizelim…
Dali’nin
doğum sancısı
Orijinali
çöl renklerine hâkim tonlarla resmedilmiş bir tuvâl… Bu eserde, üzerinde dünya
haritası olan bir yumurtanın zarını doğmak için zorlayan bir insan figürü
betimlenmiş…
Ayaklarından
güç alarak doğmaya çalışıyor.
Bir
eli Kuzey Amerika’da, diğeri eli Avrupa kıtasında...
Amerika
kıtası gayet net ve bütünlüğünü korurken, Avrupa Kıtası, yeni doğan insanın
avuçları arasında ezilerek yok edilmiş.
Dünyanın
çektiği sancının çokluğu, yeni doğan insanın ayak direnişlerinden belli. Doğmak
için gösterdiği çaba, dünyayı ikiye ayırmış. Böylesi büyük sancı kansız olur
mu? Olmaz tabiî!
Dünyadan
kan sızıyor. Afrika kıtası yerli yerinde ancak terliyor.
Asya
kıtası da hasar almadan bu doğumun şâhidi oluyor.
Tüm
bunları kenardan seyreden, hiçbir eşya ve giysiye ihtiyaç duymadan resmedilmiş -olabildiğince
çıplak hâliyle- kadın, Asya kıtasını, hattâ daha fazlası Türkiye’yi işaret
ediyor!
Bu
olanları izlemekten ürkmüş küçük bir çocuk, annesinin bacaklarına sarılmış
olduğu hâlde bu sancılı doğuma şâhitlik ediyor…
Evet,
Salvador Dali, bu eserinde savaşların gayrimeşru doğurganlığına dikkat çekmekle
kalmayıp, gelecek zamanlara ve nesillere bir mesaj veriyor. Yahut ona bu mesaj verdiriliyor…
Bana
hayli ilginç gelen bu eser, sizin de dikkatinizi celp edecektir diye
düşünüyorum.
Tabloda
resmedilenlerin ilginçliği kadar, tabloya verilen ad da bir o kadar ilginç: “Yeni insanın doğumunu seyreden jeopolitik
çocuk”…
Dünyamız
yine benzer bir hamilelik sürecinden geçiyor ve sancıları sıklaşmış durumda.
Vakit
dar, çekilen sancı yüksek, doğacak olan ise tüm şartları değiştirecek nitelikte
ancak henüz meçhul…
Yazımıza
bu hafta burada virgül koyalım ve inşallah önümüzdeki hafta “jeopolitik çocuğu”
yakından seyredelim…
(Devam
edecek…)