Dünyanın çıkan çivisi bulundu

Lâkin çiviyi bulmak yetmiyor. Bir de çivinin çıktığı yeri bulmak ve itina ile yerine takmak gerekiyor. Aksi hâlde bu bozuk düzen, daha da bozularak devam eder. Ediyor da zaten. O çivinin yerini bulmak için çok gayret etmek lâzım. Görev, yalnız birimizin değil, hepimizin. Var mısınız?

BATILILAR, daha batıya gittiklerinde, yeni bir kıta ile karşılaşmış ve orayı ilk anda Hindistan sanmışlar.

Karşılaştıkları insanları da Hintli sanıp “İndian” demişler.

Sonradan akılları başlarına gelmiş midir?

Ne mümkün!

Kızılderililer, onların dilinde hâlâ “İndian”dır.

Aradan asırlar geçse de bir tashih etme gereği duymamışlar.

“Bu vahşiler, zaten bir süre sonra ortadan tamamen kalkacak” diye düşündüler belki de…

Öyle ya, ne diye boş yere kafa patlatılsın?

Öldüre öldüre bitiremedikleri yerlilerin, günün birinde hesabını verirler mi bilemeyiz. Bildiğimiz şudur: Hesap günü geldiğinde Cenâb-ı Allah’ın terazisi şaşmaz. O ne güzel hesap görendir. Ve dahi çabuk!

Derisi kızıl olanların hakkı… Derisi kara olanların hakkı… Bir de Kadıgillerin Kör Hakkı… Hepsi tek tek görülür.

Ama bu dünyada, çok insafsızca hak geçişlerine şâhit oluyoruz.

Eskiler, “Hak, değirmende olur” derlerdi.

Şimdi ne değirmen kaldı, ne eskiler.

Ne yapalım, burası imtihan sahası. Hakların yerini bulacağı diyar değil. Hepimiz gurbetteyiz ve gurbetin insafı yoktur.

*

Bazen araya böyle bir “yıldız” atıyorum ki -takdir edersiniz- keyfe göre değil. Arada bir durup nefes alalım diye. Böyle zamanlarda ben çayımı da tazeliyorum. Tavsiye ederim.

“Batılılar” diyorduk…

Hep diyeceğiz fırsat buldukça. Zira onların dosyası, defteri kabarık.

İçlerinde iyiler, insaflılar, vicdan sâhibi olanlar var elbet. Toptancılık yapamayız. “Kurunun yanında yaş da yansın, hepsi birden süpürülsün” diyemeyiz.

İnsanca yaşamanın herkesin hakkı olduğuna inanan kim varsa, hepsine selâm olsun!

Doğuda, batıda…

Yöne bağlı değil, kalbe bağlıdır güzellik.

Doğu-Batı derken, kastedilen aslında sadece yönler değil.

Bir “kültür” de var içinde. Yanına felsefeyi de ekleyebiliriz.

*

Batılılar oturmuş, “Doğu” dediklerini de kendi içinde sınıflandırmışlar. Yakın, orta, uzak diye… Böylece Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu terimleri doğmuş.

Kime göre yakın, kime göre uzak?

Elbette kendilerine göre…

Yuvarlak bir gezegenin neresi nereye yakın, nereye uzaktır?

Parmağınızı bir topun hangi noktasına koyarsanız koyunuz, orası ortası olabilir pekâlâ.

Nitekim Nasrettin Hocamız, “Dünyanın merkezi neresi?” diye soran papaz efendiye çok güzel cevap vermiş.

“Şu gördüğün karakaçanın ayağının bastığı yer!”

“Ne mâlûm?” diyen papaz, hak ettiği cevabı duyunca itiraz edememiş:

“İnanmazsan ölç!”

Ölçmemiş kara cüppeli, ölçememiş.

Doğuyu öyle tasnif eden Batılı kafası, kuzey-güney için öyle bir ayrıma gitmemiş. Yakın güney, orta güney, uzak güney yok.

Bu yüzden o türlü terimler doğmamış ve biz Ortadoğu derken bitişik yazdığımız hâlde, orta güney yazmak istediğimizde iki kelime hâlinde ayrı yazıyoruz.

Aynı şekilde kuzey de tek… Parçalı değil.

“Kuzeyi mi sordun yeğenim? Aha işte şu taraf kuzey… Şööyle şuralar da hep güney oleyo.”

*

Bakınız bir yıldız daha geldi ve böylece kaç çay içtiğimiz de âşikâr oldu. Olsun, sır değil ki… Cümle âlem bilse ne zarar?

Azizim, sözünü ettiğimiz bu Batılılar, Doğu âlemine hep bir başka bakmışlardır. Târih boyunca böyledir. İsterseniz İlber Ortaylı’ya sorun, öyle diyecektir; isterseniz Mustafa Kutlu üstadımıza sorun, “Bu böyledir” diyecektir. Şaşmaz.

Doğu’yu merak etmişlerdir. Gıpta etmişlerdir. Hayranlıkla bakmışlardır. Kıskançlıkla bakmışlardır. Gezip görenlerin anlattıkları başlarını döndürmüş, hayâller kurmuşlardır.

O zenginliklere sâhip olmak istemişler ve seferler düzenlemişlerdir.

“Haçlı seferleri” derler adına.

Yalnızca din faktörü yoktur ardında. Bir de bu vardır. (Bakınız, yine İlber Hoca gibi söyledim.) Evet, bu mühimdir, çok mühimdir. Bunu bilmek gerekir. Câhil olanlar bunu bilmez.

Doğu’nun geniş bilgi birikimi, zengin kültürü, felsefesi, ilmi, tekniği, hayat tarzı, sâhip oldukları servet, Batılı adamın başını döndürmüştür.

Altınlar, gümüşler, yakutlar, pırlantalar, elmaslar, halılar ve diğer güzellikler anlatıldıkça, her birinin daha bir artar kıymeti. Dilden dile yayılır.

Sonrası ve bugüne kadar gelen çok sonrası, hepimizce mâlûmdur. Dengeler değişmiş, ilmin ve zenginliğin merkezi Batı’ya kaymış.

Dünya yuvarlak olmasaydı, dengesi değişince altüst olurdu.

Gerçi şimdi de altüst oldu ama tostoparlak olduğundan, tepetaklak gitmedik.

Yâhut gittik de tam anlamıyla farkında değiliz.

Şu Korona dedikleri, ne belâdır?

Şu küresel ısınma dedikleri, neyin nesidir?

Şu su kıtlığı, neyle izah edilir?

Dünyanın dörtte üçü suymuş, öyle derler. Eee?

Teknolojide şöyle gelişmişiz de böyle ilerlemişiz de…

Dörtte birinde yaşayanlar, dörtte üçündeki suyu işlesin öyleyse.

Yoksa, Afrika’da susuzluk çeken, çamurlu suya mecbur kalan, bir kova su için bir saatlik yol giden kara kızların, kara çocukların hâlini anlayalım diye midir bu kuraklık?

*

Bir târihte (hatırladığım kadarıyla fi târihiydi) çapayla toprağı kazarken, eski mi eski, paslı mı paslı bir çivi bulmuştum.

“Dünyanın çivisi çıktı” derler ya… O gün, galiba ona rastladım.

İlân ettim… “Dünyanın çıkan çivisi bulunmuştur” diye cümle âleme haber verdim.

Haber kısa sürede her tarafa yayılmış. Doğrusu o kadarını beklemezdim.

O zamanlar, Mısır’daki sultanın kulakları duymuyordu.

“Neymiş, neymiş? Kivi mi?” diye defalarca sormuş.

Sanırım işine gelmediğinden, anlamamış görünmeye devam etmiş anladıktan sonra da.

İngiltere Kraliçesi, “O bulunan çivi, ömrü uzatıyor muymuş?” diye merak etmiş.

Amerikalılar, çiviyi ele geçirmek için plân hazırlamışlar.

Avrupa’da bir fabrikada işçiler toplanmış, “Biz burada dünyanın çivisini üretiyoruz zaten” diye açıklama yapmışlar.

Afrikalılar ise hiç umursamamışlar.

Lâkin çiviyi bulmak yetmiyor. Bir de çivinin çıktığı yeri bulmak ve itina ile yerine takmak gerekiyor.

Aksi hâlde bu bozuk düzen, daha da bozularak devam eder. Ediyor da zaten.

O çivinin yerini bulmak için çok gayret etmek lâzım.

Görev, yalnız birimizin değil, hepimizin.

Var mısınız?