Dünyanın beklediği sancak: Türkiye

Bugün dünyada parasal fonların gideceği güvenli tek yer var, orası da Türk Devletleri Teşkilatı’nın bulunduğu coğrafya. Dünyanın geleceği açısından proje de burada, nüfus da burada, imkân da buradadır. Buranın manevî sahibiyse Türkiye’dir.

TÜRKİYE’nin şu an içinde bulunduğu pek de iç açıcı olmayan durumu değerlendirenler, kesif bir karamsarlığa kapılabilirler. Öyle ya, Türkiye, çevresindeki ülkelerden hayat pahalılığı konusunda kıyas kabul etmez bir biçimde ayrılmaktadır.

Pandemi’den sonra ortaya çıkan tedarik zincirlerinin kırılımı ve enerji fiyatlarının görülmemiş biçimde artması, Türkiye’nin piyasa dengelerini altüst etti. Özellikle enerjide tamamen dışa bağımlılık, Türkiye gibi iktisadî açıdan büyüyerek çıkış yolu arayan bir ülkeyi çok fena vurdu. Devlet, kendi dışında gelişen bu fırtınayı sübvansiyonlarla belli bir yere kadar yatıştırmaya çalıştı. Fakat kaynakları kısıtlı ve imkânları sınırlı olan bir ülkenin böyle bir yükü bir noktaya kadar taşıyabilme kapasitesi vardı ve Türkiye de bu yükü taşıyabildiği kadar taşıdı.

Ne var ki, 2022 yılında hem seçim etkeninin devreye girmesi, hem de “asrın felâketi” diye nitelen bir depremin zuhuru, zaten bıçak sırtı olan iktisadî durumu allak bullak etti. Ayrıca Türkiye gibi bölgesinde potansiyel bir güç olarak yükselme kabiliyeti taşıyan bir ülkenin ayağının altındaki halıyı çekmek için aletta hazır bekleyen kadim düşmanların olduğunu da unutmayalım. Müttefik kılıklı bu düşmanların Türkiye’ye ekonomik açıdan gizli açık her türlü operasyonu çektikleri herkesin bildiği bir sırdır.

Emperyal ve hegemon güçler, herhâlde gidip Uganda, Haiti ve Gürcistan ile uğraşacak değillerdi. Onların hedeflerinde daima kendi çıkarlarına engel olma kapasitesi taşıyan güçlerin tasfiyesi vardır. Zira tabiat boşluk kabul etmez; bir güç iniş hâlindeyse, onun boşalttığı güç alanına mutlak şekilde başka bir güç gelir ve yerleşir. İşte Türkiye böyle bir boşluk doldurucu ülke hüviyeti taşıdığı için kendisini dünyanın sahibi gören güçler tarafından daima düşürülmesi gereken ilk kale olarak hedefe konur. Neden? Çünkü Türkiye nevzuhur bir ülke değildir. Tarihin yazıyla tanıştığı dönemden bugüne kadar, tarihi yazan, yapan ve şekillendiren bir ülkedir bu ülke.

Ayrıca bu millet; Asya, Avrupa ve Afrika coğrafyalarını tarih boyunca yoğurup şekillendirmiş ve onlara bugünkü demografik görüntüsünü vermiş başat bir ülkedir. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı asırlarında Türk milletinin arkasına İslâm’ın mukaddes ilkelerini alarak bir cihan hâkimiyeti ülküsüne yönelmesi ve bu bağlamda İlâ-yı Kelîmetullah’ı kendisine yerine getirilmesi gereken bir İlâhî görev bilmesi, onu dünyanın diğer milletlerinden farklı kılmıştır. Türk milletinin evrensel ve İlâhî bir değer etrafında birleşmesi, dünyanın kaderini değiştirecek çapta bir etki oluşturduğu için, açık söyleyelim, dünyanın diğer milletlerini korkutmuştur. Bu korkuda haksız da değillerdir. Selçuklu ve Osmanlı’yı müşterek değerlendirirsek, dünyanın dengelerini bin yıldır elinde tutan bir büyük milletten bahsediyoruz demektir.

Emperyalistler Osmanlı’nın çöküş döneminde Türklerin manevî dünyalarını kuran, Kur’ân ve Sünnet odaklı inanç dünyalarını sarsmak ve onları içte ayrıştırmak için muazzam bir Haçlı misyonuyla saldırıya geçtiler. Topla tüfekle yıkamadıkları ve en görkemli ordularla maneviyatını sarsamadıkları Türk milletini kültürel açıdan kuşatarak onu dünyevîleştirme yoluna gittiler. İmanın bir perçin gibi tuttuğu toplumsal faylarını parçalayarak, insanımızı, değerlerine karşı kuşkulu bir hâle getirdiler. Bu kuşku kopuşu, kopuş ise beraberinde çözülüşü getirdi. Böylelikle toplumsal dokuyu tel tel ayrıştırarak, ayrışan bu katmanlar arasına nüfuz edip bildiğimiz bölücü ve ayrıştırıcı operasyonları yapmaya başladılar. Bu çabaların neticesinde eğitim müfredatımıza sızarak İslâm ve Türklüğün fatihlerini tarihinden, coğrafyasından ve hafızasından mahrum bir mankurt hâline getirdiler.

Bu mankurtların sırtlarına bir de az gelişmişlik kaftanı giydirerek onları efendilik tahtından indirip kölelik derekesine düşürdüler. Bu sözün sonu yok, biz tekrar başa dönelim…

Yeni bürokratların temel vasıfları; liyakat sahibi olmaları, makam ve mevki peşinde koşmamaları, hırslarıyla değil idealleriyle hareket etmeleri, tamahı fedakârlığa değişmeleri, hırslarını kanaatte eritmeleri, öfkelerini sabra dönüştürmeleri, kendi hayatlarını milletin yaşamasına hasretmeleridir.

Bürokrasi ve çürüme

Ne diyorduk? Tedarik zincirlerinin kırılması, enerji fiyatlarının görülmemiş bir biçimde artması, asrın felâketi olan bir depremin tam da bu zamanda vuku bulması ve bu nâhoş sürecin bir de seçim sath-ı mailine denk gelmesi, bugün yaşadığımız zorlukları doğurdu.

Bu açmazlara yeri gelmişken şu gerçekleri de ilâve etmekte yarar vardır: Bu süreçte Devlet gemisinin çarkları, istisnalar dışında liyakatli eller tarafından döndürülmeye hasret kalmıştır. Bu sıkıntıda FETÖ’nün Devlet’te adalet ve liyakat ilkelerini berhava etmesinin de büyük payı vardır. Ancak mazeret ne olursa olsun, bunun böyle gitmeyeceği âşikârdır. Yeni dönemde Devlet’in yönetim kademelerinde işleri ehline tevdi etmesi bir zarurettir. Şu an içinde bulunduğunuz nazik durum, parti ve ittifak çıkarlarının Devlet çıkarlarının önüne geçemeyeceği bir ciddiyet arz etmektedir. İğne deliğinden develerin geçirilmesi gereken böylesine hassas bir dönemde, devlet gemisini dünyada olup bitenlerden habersiz, kafasını kuma sokarak siyasetçilik oynayan kifayetsiz muhteris tiplere teslim etmek büyük vebaldir.

Bunlara ilâveten, Türkiye’de bir asırdır bütün mahareti oturduğu koltuğu korumak olan ve bütün enerjisini yerine gelecek olanları tasfiye etmeye harcayan çürümüş bir bürokratik zümre vardır. Bu bürokratların ekseriyeti, emperyalist güçlerin etki ajanları olarak, idealist vatan evlatlarının bu ülkeyi bağımlılıklarından kurtaracak plân ve projelerini hasıraltı etmek için cansiperane çalışmaktadırlar.

Türkiye’nin acilen ve gecikmeden tarihini, medeniyetini, coğrafyasını ve dünyadaki gelişmeleri çok iyi analiz eden, halka hizmeti hakka hizmet bilen yerli, millî ve inanmış bir bürokrasiye ihtiyacı vardır. Batı’nın çıfıt çarşısında görülmedik fitne usulleriyle yetişmiş bu monşer tipli bürokratların acilen tasfiye edilerek, Türk ve İslâm dünyasının dertleriyle dertlenen ve onları içine düştükleri kuyudan çekip alacak cesarette, milletin derdini dert, ümmetin kederini keder bilen yerli ve millî bürokratlara ihtiyacı vardır. Bu yeni bürokratların temel vasıfları; liyakat sahibi olmaları, makam ve mevki peşinde koşmamaları, hırslarıyla değil idealleriyle hareket etmeleri, tamahı fedakârlığa değişmeleri, hırslarını kanaatte eritmeleri, öfkelerini sabra dönüştürmeleri, kendi hayatlarını milletin yaşamasına hasretmeleridir. Bu konuda bir dokunup bin ah işittiğimiz için, şimdilik zülf-i yâre dokunmayı başka yazıların konusuna havale edelim.


Türkiye’de bir asırdır bütün mahareti oturduğu koltuğu korumak olan ve bütün enerjisini yerine gelecek olanları tasfiye etmeye harcayan çürümüş bir bürokratik zümre vardır. Bu bürokratların ekseriyeti, emperyalist güçlerin etki ajanları olarak, idealist vatan evlatlarının bu ülkeyi bağımlılıklarından kurtaracak plân ve projelerini hasıraltı etmek için cansiperane çalışmaktadırlar.

Karamsarlığa yer yok!

Evet, aziz okurlar, dikkatlerimizi Türkiye’nin içine verirsek yakası açılmadık pek çok sözümüz vardır. Ancak bunları bir karamsarlık oluşturmak için değil, Türkiye’nin dışta attığı adımların tamamlayıcı parçası ve içte ne yapılması gerektiğine dair bir gözlemin neticesi olarak söylüyoruz. Dost acı söylemeli ki devletliler buradan hisselerini alsınlar. Değilse, her yaptıklarına aferin çekmek hem onlara, hem de kendimize zulmetmek demek olur. Şu da var ki, negatif olana saplanıp kalmak, yapılan iyi şeyleri gözden kaçırmak anlamına gelir. “Bu kadar kusur kadı kızında da olur” diyelim ve şimdi bu devletin dev adımlarla iyi bir geleceğe doğru nasıl koştuğuna bakalım.

Sevgili okurlar, 14 ve 28 Mayıs Seçimleri, mübalağa olmasın, Cumhuriyet döneminin en önemli seçimleriydi. Çünkü bu seçimlerden sonra Türk Devleti’nin muazzam bir paradigma değişimine gideceği açık seçik görülüyordu. İster mevcut iktidar kazansın, isterse muhalefet kazansın, bu paradigma değişimi kaçınılmazdı; ancak paradigma değişiminden paradigma değişimine, arada muazzam bir fark vardı. Muhalefet kazansaydı, Türkiye’yi üç beş günlük sahte refah uğruna emperyalistlerin kucağına atacak olan bir basiretsizliği yana yakıla izliyor olacaktık.

Seçimlerden kısa bir zaman önce Kemal Kılıçdaroğlu’nun eline tutuşturulan “Türk yolu” (!) haritası, emperyalistlerin başımıza ne çoraplar öreceğinin bir göstergesi olarak hafızalarımıza kazındı. Aklı başında olanlar için bir kâbus olan bu harita, muhalefetin iktidarı ele geçirdiğinde nasıl bir gaflet ve dalalet içinde olacağını, hatta bunlarla yetinmeyip hıyanet duvarını bile aşacağını açıkça göstermekteydi. Şükürler olsun ki, büyük Türk milleti, derin irfanî ferasetiyle emperyalistlerin kuklalar eliyle iktidarı ele geçirme heveslerini kursaklarında bıraktı. Evet, seçim sona erdi ve mevcut iktidar tekrar devlet gemisinin dümenine geçti.

Sevgili okur, dedik ya “Bu seçimlerden sonra bir paradigma değişimi kaçınılmaz” diye, bunun ilk göstergesi, Başkan Erdoğan’ın Külliye’deki yemin töreniydi. Bu törende Türkiye’nin yeni dönemde nasıl bir yol haritası izleyeceğine dair bütün işaretler, kendisini açıkça gösteriyordu. Türk dünyası, İslâm dünyası, Afrika coğrafyası ve dünyanın muhtelif coğrafyalarından adalet arayışıyla yola çıkan kimi mazlum ülkeler, o gün Külliye’deki yemin töreninde yerlerini aldılar. Külliye’deki bu alenî fotoğraf, aslında yeni dönemde Türk Devleti’nin yeni yolunda bir meydan okuma ve hedeflediği büyük boşluğu doldurma amacıyla bayrak açarak yürüyeceğini gösteriyordu.

Evet, Türkiye o gün, Atlantik ittifakı, Çin, Rusya ve Avrupa Birliği’nin alternatifi olarak yeni bir güç ekseni oluşturacak özgüveni yakaladığını tüm dünyaya ilân ediyordu. Ancak Türkiye’nin bu gaye için aşması gereken iki büyük sorunu vardı ki bu sorunların tezahürleri zaten içte yaşadığımız kargaşanın da bir açıklayıcısıydı.

Neydi bu iki büyük sorun? Birincisi ekonomik zorluk, ikincisi de enerji sorunu. Bir büyük devletin içteki ayrışmaları önledikten sonra yöneleceği iki temel hedef vardır; enerjiye ve paraya ulaşmak.

Türkiye, kırk yıldır içeride başına bir felâket çorabı olarak örülen millî birlik ve beraberliğine yönelik tehditlerinin üzerinden 15 Temmuz sonrası geldikten sonra, bu iki hedefe doğru yürümeye başladı. Özellikle seçimlerden sonra Başkan Erdoğan’ın izlediği faaliyet rotasını iyi analiz edince, Devlet’in nereye doğru yürüdüğünü de açıkça görmek mümkündür.

Şimdi bu rotaya yakından bakalım…


Başkan Erdoğan’ın Azerbaycan’a yaptığı ziyaret, emperyalistlerin Kılıçdaroğlu’nun eline tutuşturdukları düzmece Türk yolu haritasını çöpe atmak amacını güdüyordu. Türkiye, dünyaya “Ben Şuşa Beyannamesi’ni laf olsun diye imzalamadım. Ben Azerbaycan’la ‘Bir millet iki devlet’ hâlinden ‘Bir millet bir devlet’ hâline gelmek üzere harekete geçiyorum ve buna diğer Türk devletlerini de ekleyeceğim” mesajını veriyordu.

Başkan Erdoğan’ın ziyaretleri

1-Başkan Erdoğan, yemin töreninden sonra ilk seyahatini Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Azerbaycan’a yaptı. Diyeceksiniz ki, “Bunu daha önce de yapıyordu, fark nedir?”.

Aziz okurlar, aradaki fark şudur: Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bu dönemde Türk Devletleri Teşkilatı’nın bağımsız bir üyesi olarak dünyaya tanıtmak niyet ve azmindedir. Artık Türkiye, iki toplumlu bir devlet dayatmasını reddedecek, bir tecrübe ve güce sahip olduğu için, Kıbrıs’ta kapalı Maraş’ı açarak ve Ercan Havaalanı’nı genişleterek, hatta yakında inşallah Karpaz civarına bir deniz üssü kurarak, Akdeniz’in ortasında emperyalistlerin heveslerine kama gibi saplanan gencecik bir devleti dünyaya tanıtma hazırlığındadır. Bu hazırlığın ilk ilân yeri de muhtemelen Türk Devletleri Teşkilatı bünyesi olacaktır.

2- Başkan Erdoğan’ın Azerbaycan’a yaptığı ziyaret, emperyalistlerin Kılıçdaroğlu’nun eline tutuşturdukları düzmece Türk yolu haritasını çöpe atmak amacını güdüyordu. Türkiye, dünyaya “Ben Şuşa Beyannamesi’ni laf olsun diye imzalamadım. Ben Azerbaycan’la ‘Bir millet iki devlet’ hâlinden ‘Bir millet bir devlet’ hâline gelmek üzere harekete geçiyorum ve buna diğer Türk devletlerini de ekleyeceğim” mesajını veriyordu. Üstelik bu mesajı hem Atlantik ittifakına, hem de Rusya’ya deklare ediyordu. Azerbaycan ile el ele verildiğinde otuz yıldır çözüme kavuşturulamayan Karabağ’ın 44 günde çözüme kavuşması, yeni girilecek olan yolun çarpan etkisinin Kafkaslardaki bütün dengeleri değiştireceğini açıkça göstermekteydi.

Azerbaycan da Türkiye’yle beraber olmanın getirdiği askerî ve siyâsî gücün kendisine ne kadar etkin bir manevra alanı açtığını çok iyi görüyordu. Diğer Türk devletleri bu ikiliyi yakından izliyor ve uygun giden bir sürecin sonucunda bu ikiliye eklemlendiklerinde coğrafyalarında nasıl büyük bir gücün sancağını kaldıracaklarını çok iyi görüyorlardı.

3- Aziz okurlar, şimdi Başkan Erdoğan’ın NATO toplantısına gidişine yakından bakalım. Bu toplantı öncesi İsveç’in NATO üyeliğine kabulü konusunda ağır bir baskı altındaydık. Türkiye’nin yaşadığı geçici iktisadî zorlukları da hesaba katan Batılılar, Rusya’yla ilişkilerimizi de bahane ederek bize bir Ali Cengiz oyunu oynamak peşindeydiler.

Oyun şuydu: Türkiye Rusya ile müttefik sayılarak onun Rusya’yla iktisadî açıdan temasta bulunan kurum ve sektörlerine yatırım getirmek ve Türkiye’yi iktisadî olarak biraz daha köşeye sıkıştırmak… Ayrıca yeniden Başkan seçilen Erdoğan’ın karizmasını Türk ve İslam dünyası kamuoyu önünde çizmek ve onu, kendi amaçlarına boyun eğmiş bir lider hâlinde sunmak peşindeydiler. Dillerine bir “eksen değişmesi” teranesi dolamışlar ve Türkiye’yi sosyal ve basılı medya üzerinden ötekileştirmeye başlamışlardı.

Türkiye’nin NATO manevrası

Pekâlâ, bu durum karşısında Türk devlet aklı ne yaptı? İki kademeli bir hamle yaptı. Bu hamlelerden ilki, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’i Türkiye’ye çağırmak ve onunla yapılan görüşmeler neticesinde yukarıda değindiğimiz paradigma değişiminin unsurlarını dünyaya ilân etmek oldu. Türkiye bu toplantıda, Ukrayna’nın NATO’yu hak ettiğine dair fitili çekilmiş bir bombayı Batı’nın kucağına bıraktı. Bu beyandan maksat, “Bırakınız İsveç’in NATO’ya girmesine karşı olmayı, kabul ediyorsanız Ukrayna’yı bile NATO’ya almaya hazırım” hamlesiydi. Bu hamle ikiyüzlü Batı’yı Rusya’yla karşı karşıya getirmenin çok zarif bir kurgusuydu. ABD bu hamle karşısında paniğe kapılarak, “Şimdi Ukrayna’yı NATO’ya almamız, Rusya’yla savaşa girmemiz anlamına gelir” diyerek geriye çekildi.

Türkiye ayrıca, AZOV taburunun komutanlarını Zelenskiy ile Ukrayna’ya göndererek, göstermelik olarak Rusya’yı karşısına almış görüntüsü çizdi. Aslında ben, Başkan Erdoğan’ın bu oyunu Putin'le beraber kurdukları kanaatindeyim. Bu hamlenin sonunda Putin de Karadeniz Tahıl Koridoru Anlaşması’nı askıya alarak, kendi ürünlerini dünya piyasasına sürmek için Erdoğan’ın oyununa katılacaktı.

Başkan Erdoğan’ın geçmiş yıllarda devlet başkanlarıyla ilgili kanaatlerini beyan eden bir konuşmasını izlemiştim. Orada Erdoğan, Putin için, “Biz zaman zaman Putin’le kendi oyunumuzu oynarız” mealinde bir şey söylüyordu. Gerçekten de Erdoğan-Putin ilişkisinin arka plânına iyi bakıldığında Batılılara karşı oyunlar kurguladıkları görülür. Başkan Erdoğan’ın Zelenskiy ile görüşmesinden önce Wagner silahlı grubunun Moskova’ya doğru yürüdüğü esnada Batılılar ellerini ovuşturup kıs kıs gülerlerken, Erdoğan çıktı ve Rusya’nın yanında olduğunu beyan etti. Nasıl ki 15 Temmuz’da Putin çıkarları gereği bizim yanımızda durduysa, bu kez de Türkiye, çıkarları gereği Rusya’nın yanında yer aldı. Çünkü o kalkışmada Prigojin’in CIA ile iş tuttuğu herkesin bildiği bir sırdı. Amerikan etkisindeki bir darbenin Rusya’yı ele geçirmesi, Kafkaslar başta olmak üzere Suriye, Libya ve Afrika’da Türkiye için bir kâbus olurdu.

Gelelim Erdoğan’ın NATO'daki hamlesine…

Başkan Erdoğan, İsveç’in üyeliğini onaylama şartını, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik niyetinin desteklenmesine bağladı. Şimdi diyeceksiniz ki, “Bu Avrupa Birliği sevdası da nereden çıktı?”. Aslında Türkiye’nin ajandasında Avrupa Birliği tam üyeliği diye bir hedef artık yoktur. Ama Erdoğan bunu Batı’da, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın başlangıcından beri şişirilen “Türkiye Rusya’yla beraber hareket ediyor, eksen kayması var” balonlarını söndürmek için yaptı. Erdoğan, NATO toplantısına iştirak ettiğinde, karşı tarafın Ukrayna Savaşı’nın başlangıcından beri bilediği bütün kılıçlar ister istemez kınlarına girdi ve hepsi de sahte dostluk maskesi takarak Erdoğan’la görüntü vermek için birbiriyle yarıştı. Erdoğan’ın bu zirvede Atlantik ittifakının önde gelen bütün üyeleriyle yaptığı görüşmeler net bir fotoğraf verdi: “Mekânın hâkimi odur, yancıları da diğerleri.”

Türkiye, AZOV taburunun komutanlarını Zelenskiy ile Ukrayna’ya göndererek, göstermelik olarak Rusya’yı karşısına almış görüntüsü çizdi. Aslında ben, Başkan Erdoğan’ın bu oyunu Putin’le beraber kurdukları kanaatindeyim.

Türk devlet aklı, böylelikle başımıza çorap örmek için kurulan bir NATO zirvesini, tuzakçıların başlarına çorap örerek sonuçlandırdı ve üstelik Başkan Erdoğan, ABD’ye kendi oyunuyla karşılık vererek, İsveç’in nihaî NATO üyelik onayını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne havale ederek nefis bir öteleme taktiği gerçekleştirdi. Türkiye bunun yanında, savunma sanayiinin bazı kritik unsurlarına karşı Batılılar tarafından adı konulmamış ambargoları da kaldırarak hanesine yeni kazanımlar ekledi. Siyâsî ve ekonomik açıdan kuşatılma plânları yapılan bir zirveden setleri yararak çıkan Türkiye, bundan böyle artık kendi oyununa oynayacağını dost düşman herkese ilân etmiş oldu.

Aziz okurlar, evet, Türkiye büyüyecek ve mutlak surette para ve enerjiye ulaşacaktır. İşte yeni konjonktürde Erdoğan’ın Körfez ziyaretini bu iki argüman üzerinden okumak lâzımdır. Erdoğan’ın Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’la yaptığı görüşmeler, dünyanın peşinde olduğu Körfez fonlarından hatırı sayılır bir miktarının Türkiye’ye yöneleceğini gösterdi. Türkiye şu kritik aşamada bu değerli kaynaklara ulaşarak savunma sanayii ve TOGG gibi yüksek teknolojik projelerine doğrudan yatırımlar alacağını gösterdi.

Bunun anlamı şudur: Türkiye bir yandan içeride malî disiplini sağlayan ciddî ekonomik önlemler paketini devreye sokarken, diğer yandan da büyümesine mâni olacak engelleri doğrudan yatırımlarla aşarak bir iktisadî refah yolculuğuna çıkmayı amaçlamaktadır.

Bugün dünyada parasal fonların gideceği güvenli tek yer var, orası da Türk Devletleri Teşkilatı’nın bulunduğu coğrafya. Dünyanın geleceği açısından proje de burada, nüfus da burada, imkân da buradadır. Buranın manevî sahibiyse Türkiye’dir. O hâlde malî fonların Türkiye’ye yönelerek bu sahadaki projelere akması iktisadî bir zorunluluktur. Para hiçbir zaman belirsizlik ve kaosun olduğu yere doğru hareket etmez. Sadece Körfez sermayesi değil, Avrupa, Asya ve Afrika’daki büyük ferdî sermayeler de bu sahadaki projelere doğru akacaktır. Bana öyle geliyor ki, Ümit Burnu’nun keşfiyle kaybettiğimiz büyük ekonomik imkânlar, beş asır sonra kendi ayağıyla kapımızı çalmaktadır. Kanunî döneminde Osmanlı sahasından kaçan sermaye ve ekonomik fırsatlar, bugün Erdoğan döneminde, yeniden bu topraklara giriş yapmak üzere harekete geçmiştir.

Aziz okuyucu, Mevlâna der ki, “Ümitsizlik semtine gitme, ümitler var/ Karanlıklara gitme, nice güneşler parlar”. Bunun ne kadar önemli bir bakış açısı olduğunu, bulunduğumuz yerden açıkça görüyoruz. Yeni dönemde Mısır’ın Türkiye’yle Libya benzeri bir MEB anlaşması yapması kaçınılmazdır. Elli yıldır bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan İsrail, tıpış tıpış huzurumuza gelerek kendi deniz sahasında çıkardığı doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşması için bir anlaşma yolu arayacaktır. Yunanistan, efendilerinin telkinleriyle edindiği ikinci el silahlarla bizimle başa çıkamayacağını ve böyle bir yarışın kendisini ekonomik açıdan iflas ettireceğini görerek her hâlükârda bizimle uzlaşma yolu arayacaktır. Avrupa bizi karşısına almak yerine, eşit bir statüde yaklaşarak çıkarlarının Türkiye ile uzlaşmakla teminat altına alınacağını yakinen bilecektir. Rusya; Kafkasya, Balkanlar, Suriye ve Afrika’da hareket ederken eskiden yaptığı gibi Türkiye’yi denklem dışında görme kibrini bir yana bırakacaktır. ABD, ne yaparsa yapsın, Suriye’nin kuzeyinde oluşturmayı amaçladığı kukla devletin Türkiye’ye rağmen gerçekleşmeyeceğini acı bir şekilde öğrenecektir.

Evet aziz okurlar, Türkiye, Türk Devletleri Teşkilatı’nı -inşallah- yakın gelecekte Türk Devletleri Birliği’ne dönüştürerek ve bu dönüşümün içerisine İslâm dünyasının sermaye ve nüfuzunu da ekleyerek yeniden adalet eksenli İlâ-yı Kelîmetullah bayrağını dünyanın burcuna çekecektir. Vesselâm…