
“AİLELER, bakabilip yetiştirebilecekleri kadar çocuk sahibi olmalıdır” düşüncesi ilk başta akla, vicdana çok uygun gibi gözükse de bu fikri empoze eden, dayatan hatta uygulanmasını mecbur bırakan anlayışı mercek altına aldığımızda hemen hemen bütün ülkelerde hatta küresel ölçekte, genel olarak gücü elinde bulunduran yönetici ve “hali vakti pek yerinde” elitlere ait olduğunu müşahede etmekteyiz.
Savundukları tezin aksine genel olarak kendileri sosyo-ekonomik seviyelerine göre olması gerekenin çok çok altındaki sayılarda çocuğa sahiptirler. Lakin kıt kanaat geçinen, toplumun orta-alt ve alt kesimine “Bizler bu zenginliğimizle birkaç çocukla yetiniyorsak sizler hiç yapmamalısınız” mânâsına gelen bu anlayışın son zamanlarda özellikle “gelişmiş Batı dünyasında” ve Çin’de devletler bazında terk edilmeye başlandığına tanıklık ediyoruz.
Ortalama ömrün 80 seneyi aşmış bulunduğu zengin devletler bütün ekonomik ve teknolojik üstünlüklerine rağmen, mal ve hizmet üretiminde ve özellikle de savunma sektöründe dinamik, genç nüfusun önemini idrak etmek zorunda kalmışlardır.
Vazgeçilmesi en zor alışkanlık
Nüfusa ilişkin azaltıcı önerileri “gelişmekte olan” ülkeleri hedeflediği hâlde öncelikle kendilerini vurması, istemedikleri bir sonucu ortaya çıkarmıştır.
Sebebi de son derece ehli dünya (seküler) paradigmayı benimsemelerinden dolayı ulaştıkları refah seviyesinin uyuşturucu etkisinden kaynaklanmaktadır.
Zira sadece dünya hayatını merkeze alan bir felsefeyle yetişen nesiller, hele ki “tuzları yeterince kuruysa” yiyip-içip eğlenmek, hoşça vakit geçirmek, en sıkıntılı zamanlarda dahi eğlenceyi öncelemek gibi rahatına düşkün ve hedonist (hazcı) bir hastalığa duçar olmakta, seküler eğitim metotları ve medya yönlendirmeleriyle dünya hayatını adeta cennetteymişcesine algılamaya zorlanmaktadır. Hamileliğin sıkıntılarına, doğum sancılarına katlanmak, daha sonra ise sabahlara kadar uyuyamamak, uzun vadede de onları yetiştirmek, kısaca ana-baba sorumluluğu almak, edinilmiş hazcı alışkanlıkları bu konuda en büyük engel durumuna getirmektedir. Buna da vazgeçilmesi en zor alışkanlık denilebilir.
Hayvanlarını dahi obezleştiren bir “medeniyet”, uzağındaki insanların açlıktan ölmelerine hangi motivasyonla göz yumabilir, izleyebilir? Bizce üzerinde durulması gerek asıl konu bu olmalıdır, zira hastalığı doğru teşhis etmek, tedavi için en önemli adımdır.
Hedefleri, sağlıklı bir artışı yakalamak
Genç ve yeterli nüfusun önemini ve durumlarının vahametini idrak ettikten itibaren özellikle Batı Avrupa ülkeleri, doğumları ve nüfus artışını teşvik eden pek çok girişimlerde bulunmuş ve bazıları hiç olmazsa eksiye giden grafiklerini nötr hâle getirmeye şimdilik muvaffak olmuşlardır. Hedefleri tabii ki sağlıklı bir artışı yakalamaya yöneliktir.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde komünist rejim döneminde 1979’da nüfus planlaması gayesi ile tek çocuk kısıtlaması uygulanmaya başlamıştır. İhlal eden aileler ağır para ve işten atılma cezalarına çarptırılmışlardır. Tıp teknolojisinin ilerlemesi ile zaman içinde doğum öncesinde cinsiyet tayini yapılmaya başlandıktan itibaren, birçok Çinli aile “tek atış hakkını” erkek çocuktan yana kullanma amacıyla, ilkel çocuk düşürme yöntemleri veya devletten gizli kürtaj yaptırarak orta vadede demografik yapıyı tabii seyrinden uzaklaştırmış ve yeni nesillerde yüzde 45’e yüzde 55’lik erkek çoğunluğu gerçekleşmiştir. Nüfus fazlaca azaldığında 2016 yılında gidişatın tehlikesini gören yönetim tarafından iki çocuğa, 2021’de ise üç çocuğa izin çıkmıştır. Bunda Hindistan nüfusunun Çin’inkini geçmesinin de büyük rolü vardır.
Neticede kısaca “Batı” diye isimlendirdiğimiz hegemonik yapı kendi hastalığını tedaviye çabalarken “ötekilere” yönelik nüfus artış hızını azaltma-durdurma-geriletme çalışmalarına aralıksız devam etmektedir.
Sadece İslâm coğrafyasında son 40 yıl zarfında 12 milyon Müslümanı katlettiler
Nüfus kontrolünü küresel ölçekte sağlamaya matuf metotları kabaca askerî, tıbbî, beslenme, çevre ve sosyo-ekonomik ana başlıkları altında sıralayabiliriz.
Askerî yöntemler, kendileri dışındaki coğrafyalarda savaşlar çıkarıp özellikle de kitle imha silahlarını kullanarak çok sayıda insanı öldürmeye yöneliktir. Nükleer, biyolojik ve kimyasal silahlar özellikle emperyalist ve Siyonist güçler tarafından üretilip fütursuzca kullanılabilmektedir. Konvansiyonel silahlar zaten bolca kullanılmakta ve satışlarından da ayrıca yüksek kârlar elde edilmektedir. Sonuç olarak sadece İslâm coğrafyasında son 40 yıl zarfında 12 milyon Müslümanı katletmişlerdir.
Tıbbî olarak kürtajın ve sezaryenle doğumların teşviki, kadınlarda Fallop tüplerini bağlama, erkeklerde vazektomi operasyonları etkili yöntemlerdir. Sezaryenle doğumun ardından kadınlar sonraki doğumlarını da aynı yöntemle yapmak zorunda kalacaklarından anne adayının 2-3’ten fazla doğumu pratikte görülmemektedir (çok seyrek olarak 3 ve fazlası olsa da en ziyade 1 ve daha az olarak 2’dir). Tıbbî endikasyonların ötesinde “sosyal endikasyon” denerek, sezeryanı annelerin kendilerinin talep etmesi sağlanmaktadır. Sezaryenle doğum oranında Türkiye yüzde 62,8 ile 2022 verilerine göre dünyada en ön sıralarda, ihtimalen de birinci durumdadır.
Tıp sektörü dünyadaki beş büyük sömürü kaleminden biridir
Kürtaj, ehil ellerde yapılmadığı veya uzmanı tarafından yapılsa da sık uygulandığında anne adayının daha sonra hamilelik ihtimalini çok düşürmekte ve tıp etiğine aykırı olduğu savıyla sadece Müslümanlarca değil, Hıristiyan ve Musevi dindarlar tarafından da şiddetle eleştirilmekte ve karşı çıkılmaktadır.
Kadın ve erkeklerde tüp bağlama operasyonları ile yapay kısırlık oluşmakta ve fakat sonrasında çocuk istense dahi geri dönüş mümkün olmamakta ve tüp bebek yöntemlerine muhtaç kalınmaktadır.
Laboratuvarlarda özel olarak üretilmiş bir takım virüslerle global çapta salgınlar çıkartılıp kitlesel ölümlere yol açmak da çok tartışılan ve ihtimal dahilinde olan “komplolardandır”.
Üstelik bu hastalıkların önlenmesi maksadıyla üretilen aşıların bir kısmı da sayısı gitgide artan uzmanlar tarafından komplikasyonlara yol açtığı savıyla suçlanmaktadır.
Ayrıca bu aşılardan da çok büyük kârlar elde edilmektedir. Şurası tekrar hatırlanmalıdır ki tıp sektörü dünyadaki beş büyük sömürü kaleminden biridir.
Son 50 yılda kadınlarda yumurtlama bozuklukları had safhaya varmıştır
Beslenme ve gıda sektörü de üzerinde en çok çalışılan ve kullanılan alanlardandır. GDO’lu gıdalar, üzerlerinde genetik oynamalar yapılmış bitkisel ve hayvansal besinlerdir.
Üretim miktarını ve dayanıklılığını arttırdığı iddiası ile yapılan bu değişikliklerden bir kısmı bu besinleri tüketenlerde sağlığı tehlikeye atan olumsuz değişikliklere sebep olmakta, en başta bağışıklık ve üreme sistemlerini etkilemektedir.
Kanser türlerinin adeta patlama yapması, kadınlarda ve erkeklerde üreme sistemini tahrip ederek kısırlığa sebep olması bu etkilerdendir. Son 50 yılda kadınlarda yumurtlama bozuklukları had safhaya varmıştır. Erkeklerde de sperm sayısı yarı yarıya azalmıştır. Tüp bebek merkezlerinin sayısı da bu nedenle hızla çoğalmaktadır.
Gazlı içecekler, fast food ve atıştırmalıklar, birçoğu dünyada çok tanınmış markalar olmak üzere bilhassa çocuklarda obezite, gelişime bozuklukları, metabolik hastalıklar ve dolaylı olarak üreme bozukluklarına zemin hazırlamakta ve birçoğunun bileşimine kendi markalarına bağımlılık yapması için bilinmeyen maddeler ilave edilmektedir.
Hayvanlarını dahi obezleştiren bir “medeniyet”, uzağındaki insanların açlıktan ölmelerine hangi motivasyonla göz yumabilir?
Obezite, gelişmiş ülkelerde insan sağlığını tehdit ederken, açlık ve sebep olduğu hastalıklar Afrika kıtası başta olmak üzere milyonlarca kişinin ölümüne yol açmakta, gıdasızlık ve sefalet, temiz su kıtlığı en ziyade kara kıtada olmak üzere insan neslini kırmaktadır.
İşin düşündürücü tarafı, çok kolay bir şekilde üstesinden gelinebilecek bu meseleler bilerek, isteyerek görmezden gelinmekte hatta körüklenmekte, ortaya yapay açlık ve sefalet tablosu çıkmaktadır.
Yapılan araştırmalar, sadece ABD’de besi hayvanlarına ortalamanın üzerinde et üretmeleri için verilen tahılların Afrika’da açlığı bitirecek miktarda olduğunu ortaya koymaktadır. Hayvanlarını dahi obezleştiren bir “medeniyet”, uzağındaki insanların açlıktan ölmelerine hangi motivasyonla göz yumabilir, izleyebilir? Bizce üzerinde durulması gerek asıl konu bu olmalıdır, zira hastalığı doğru teşhis etmek, tedavi için en önemli adımdır.
İçilebilir ve kullanılabilir nitelikte temiz su, yine başta Afrika kıtası olmak üzere geniş bir alanda yetmezliği çok fazla hissedilen en temel hayatî madde olarak gündemdedir. Kuraklığın yaşandığı bu bölgelerde açılan bir adet su kuyusunun dahi çevresindeki insanların hayat kalitesini ne ölçüde değiştirdiği dramatik şekilde izlenmektedir. İftiharla söyleyebiliriz ki; bu coğrafyalarda en ziyade Türkiye merkezli sivil toplum kuruluşlarının öncülük ederek açtığı kuyulardan elde edilen temiz ve içilebilir su ile, meselâ bir köyün kaderini etkileyen önemli olumsuzluklar giderilmektedir. Şöyle ki: Beslenme hem yeterli suyun içilebilmesi hem de tarım yapılabilmesi sebebiyle hızla düzelmekte, kötü hijyen koşullarının sebep olduğu hastalıklar sona ermekte, insanların beden ve ruh sağlığı kısa ve orta vadede düzelebilmektedir.
Başta plastik olmak üzere inorganik sanayi atıkları, zehirli maddeler hatta bazen nükleer atıklar bunları fark etmeyecek, fark etse dahi haklarını savunamayacak kadar “gariban” toplulukların yaşadığı uzak coğrafyalara bırakılmakta, bölge insanlarının sağlığı hiçe sayılmaktadır. (Devam edecek…)