
AİLE kurumunun zayıfladığı toplumlarda nüfus artış hızının da yavaşladığı hatta geriye gittiği sosyolojik bir gerçekliktir.
Özellikle Batılı toplumlar bu hakikatle geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren yüz yüze kalmışlar ve son zamanlarda bu hatayı telafi etme yoluna girmeye başlamışlardır.
Biyolojideki hücre yapısının toplumsal karşılığı “aile”dir. Genel olarak aile kurumundaki her türlü değişiklik, toplumu da etkiler. Maddî ve manevî alandaki bütün olumsuzluklar, aile yapısını deformasyona ve dejenerasyona uğratarak zayıflatır, yaygınlaşırsa toplumu da orta ve uzun vadede zayıflatarak sağlıklı nüfus artışına engel teşkil etmeye başlar.
Ekonominin bozulması, fakirleşme, sefalet gibi etkenler aile kurumunu yıpratabilir ancak tek başına yıkım oluşturmaz. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Afet, felaket, savaş gibi olumsuzluklar çok etkilese de manevî unsurlardan yana güçlü olan aileler-toplumlar bunun üstesinden gelmeyi başarırlar, bir süre sonra toparlanırlar. Buna mukabil ekonomisi güçlü, müreffeh toplumlar manevî değerleri azalıp ve kaybolmaya yüz tutarsa eğer, bu süreçte içten içe çürüyüp zayıflarlar. Bu da aile kurumunu birinci derecede etkiler ve nüfusu hem nicelik hem de nitelik açısından olumsuzluğa sürükler.
Aile kurumunu ifsâd etmenin en önemli yöntemlerinden biri, “geleneksel aile değerleriyle” oynamaktır. Büyükler ve küçükler arasındaki sevgi, saygı, şefkat, merhamet, terbiye gibi hasletler özellikle medya-iletişim ve sureta sanat ve edebiyat üzerinden zayıflatılır ve yıpratılır.
Kadın haklarının olması gereken seviyeye getirilmesini amaçlayan feminizm kavramı, marjinal feminist hareketler tarafından çok abartılıp köpürtülerek amacından saptırılarak erkek düşmanlığına “evriltilir”, kadınlarla erkeklerin arası açılır.
Çocuklar özellikle iletişim sektörü ve medyatik araçlarla olması gereken yaşın çok altındayken sözüm ona “cinsellikle” tanıştırılır, alıştırılır. Tabii ki bütün aşırılıklar ve sapkınlıklar boca edilerek… Bu arada “keyif verici” ve uyuşturucu maddelerle en azından sanal alemde görsel olarak tanıştırılırlar.
45-50 yıl öncesine kadar tıp literatüründe “cinsel sapmalar” başlığıyla kategorize edilmiş olan rahatsızlıklar “cinsel tercih” olarak sunulur, desteklenir, yaygınlaştırılır. Hatta öyle desteklenir ki bazı Batılı ülkelerde çocuklar okullarda öğretmenleri tarafından sanki cinsiyetleri yokmuş gibi, sofistike metotlarla cinsel tercih yapmaya zorlanırlar. Yasalar zaten değiştirilmiş olduğundan, bu duruma itiraz eden velilere de yaptırımlar uygulanır. Küçük yaşta yapılan bu “tercihler” çocuklarda cinsiyet değiştirme ameliyatlarına dahi neden olmaktadır.
Dünya nüfusunu olması gerekenden çok daha fazla bularak eksiltme misyonunu üstlenmiş olan hegemonik güçler, bu konudaki en etkili ve sonuç alıcı programları bu kulvardan yürütür. Neticede ortaya LGBT olarak isimlendirilen “sapkınlıklar kombinasyonu” örgütlendirilip dünyanın her yerinde ortaya çıkarılarak normalize edilmeye çalışılır. Halbuki bu bireylerin ezici bir çoğunluğu istenirse tedavi edilebilecek durumdaki hastalardır. Zaten yukarıda bahsettiğimiz nedenlerle istenerek, bile bile, bazen de zorla hasta edilmişlerdir.
Bütün bu toplumsal ifsâd yöntemleri aile kurumunu ve dolayısıyla normal insanî ilişkileri dejenere ederek sonuçta insan neslinin üremesini önlemeye matuftur. Zira LGBT anlayışının ve kurbanlarının yaygınlaştığını tasavvur ettiğimizde nüfus azaltma yöntemleri içinde en dehşetengiz sonuçlara yol açabilecek olanın hiç kuşkusuz bu olduğunu düşünmekteyiz.
Başta LGBT olmak üzere, aile kurumunu tahrip edebilecek bütün bu uygulamaların bazı küresel sermaye grupları öncülüğünde, güçlü akademi-bilim çevreleri tarafından güya temellendirilerek, sanat-edebiyat merkezlerince desteklenerek, medya ve iletişim sektörü üzerinde yaygınlaştırılıp popüler hâle getirilip yasal düzenlemelerle muhkem kılınma gayretlerini ibretle müşahede etmekteyiz. (Devam edecek…)