DÜNYA, terör örgütleriyle çok uzun zamandır mücadele ediyor
ve uluslararası terör karşısında ortak hareket imkânlarını araştırıyor. Ülkeler,
kendilerine binlerce kilometre uzaklıktaki terör operasyonlarına askerî destek
veriyor. Ancak bir de yerel terör örgütleri var. Bunlar, bir devlet içindeki
ayrılıkçı grupların silahlanmasıyla oluşuyor ki sorunun muhatabı da genellikle
ayrılıkçıların toprak talep ettiği devletlerle sınırlı oluyor. IRA’nın Kuzey
İrlanda-İngiltere, ETA’nın İspanya-Fransa, AÇE’nin Endonezya, Tamil
Kaplanları’nın Sri Lanka, PKK’nın Türkiye özelinde değerlendirildiği gibi…
Muhatap ülkeler, yukarıda zikrettiğim yerel terör
örgütleriyle sorunlarını son 10-15 sene içerisinde çözmeyi başarmış görünüyorlar.
Oysa Türkiye, 40 yılı bulan süreci bitirme aşamasına gelemedi henüz. Aslında
ETA’nın kuruluşuyla silah bırakma tarihi arasında geçen 52 seneyi bulan silahlı
mücadelesini düşününce 40 yıllık PKK derdinin çok da uzun sürdüğü
söylenemeyebilir. Ancak IRA’nın 36 yıl, AÇE’nin 30 yıl, Tamil Kaplanları’nın
ise 26 yıllık serüvenlerinden uzun sürdüğünü de atlamamak gerekir. Hepsinden
önemlisi, verdikleri zararlar açısından değerlendirildiğinde PKK kadar vahşi
başka bir örgütten bahsetmek de zordur.
Hiçbir örgüt bir diğeri ile aynı sebeplerle
kurulmamış, aynı argümanlarla mücadele etmemiş, terör eylemlerinde aynı
hedefleri gözetmemiş olmakla birlikte, örgütler arasında benzerlikler kurmak
mümkündür. Terörün hiçbirini mazur görmek mümkün olmamakla birlikte, AÇE ve IRA’yı
daha masum ve haklı talepleri olması dolayısıyla farklı bir kategoride
değerlendirmek mümkün olabilir. AÇE, Hollanda tarafından gasp edilen haklarının
Endonezya’ya devrini kabul etmemiş, IRA ise toprak talebiyle değil de
İngiltere’ye bağlı olan Kuzey İrlanda’dan ayrılıp İrlanda’ya bağlanma
mücadelesi vermiştir. Bunun yanında, IRA, ETA ve PKK da siyâsî partilerle
desteklendikleri için farklı bir grupta değerlendirilmelidir. Bizim bugünkü
konumuz da işte siyâsî destekli bu örgütler olacak…
Neler yapıldı?
Türkiye bir süredir MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “HDP
kapatılsın!” çıkışı üzerinde konuşurken, Gara Operasyonu ile PKK ve HDP
ilişkileri bir kez daha tescillendi. Ardından da 20 HDP milletvekilinin
dokunulmazlıklarının kaldırılması hakkındaki fezlekeler TBMM’ye ulaştı.
Geçtiğimiz hafta bu fezleke tartışmalarıyla kapanmıştı. Özellikle AK Parti
tarafında fezlekelerle parti kapatmaları ayrı yerlere koyma gayreti var. Fakat
dokunulmazlıkları kaldırılacak HDP’lilerin haklarındaki suçlamalardan ceza
almaları durumunda, Anayasa’nın 69’uncu Maddesindeki parti kapatma şartlarının
da oluşacağı görüşü ağır basıyor.
Zira madde aynen şöyle diyor: “Bir siyâsî partinin
68’inci Maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü
temelli kapatılmasına, ancak onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak
hâline geldiğinin Anayasa Mahkemesince tespit edilmesi hâlinde karar verilir.
Bir siyâsî parti, bu nitelikteki fiiller o partinin üyelerince yoğun bir şekilde işlendiği ve bu durum o
partinin büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar veya yönetim
organları veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki grup genel kurulu veya grup
yönetim kurulunca zımnen veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan
doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz
konusu fiillerin odağı hâline gelmiş sayılır.”
Bizim asıl sorunumuz ise PKK terörünü ülke gündeminden
kaldırmak, örgütün ya son teröriste kadar yok edilerek ya da kendi kendine
silah bırakarak tarihin kirli sayfalarına karışmasını sağlamak… Bunun için 40
yıldır denenen yöntemler var. Her biri iyi niyetli olsalar da sonuçlarına
bakınca başarı sağlanamadığı aşikâr. AK Parti, Türkiye’yi yönetmeye
başladığından beri biraz daha farklı yollar denedi bu sorunu çözmek adına.
Öncelikle Kürt meselesi ile terör örgütünü ayrı ayrı değerlendirmesi, çözüm
için atılan en önemli adımlardan biriydi ve 2005’te Erdoğan, Diyarbakır’daki
konuşmasında bu konudaki hassasiyetlerin giderileceğine parmak bastı.
PKK, senelerce Kürt vatandaşların ikinci sınıf
muamelesi gördüğü üzerinden propaganda yapmıştı. Anadillerini konuşmalarının
yasak olduğu, kendi türkülerini söyleyemedikleri, Kürt olduklarını bile dile
getirmekten çekindikleri bir dönemi yaşadığımıza göre, bu onlar için doğru bir
propaganda aracıydı. Devlet, 2009’da başlatılan Millî Birlik ve Kardeşlik
Projesi ve Demokratik Açılım ile Kürtçe konusundaki engelleri kaldırıp Kürtçe
yayın yapan bir televizyon kanalı bile kurdu. Özal döneminde yapılan üretim
yatırımlarının üzerine ulaşım altyapısıyla bölge halkının eksiklerini gidermeye
başladı. Böylece terör örgütünün en büyük dayanağı olan “Devlet Kürdü sevmiyor”
kozunu elinden almış oldu. Bu, AK Parti’nin yıllardır bölgenin en büyük partisi
olmasının da önünü açmış oldu.
PKK’nın isteyip de alamadığı iki talebi kaldı sonunda:
Özerklik ve toprak… Bölgesel özerk yönetim taleplerinin de varacağı son nokta
toprak almaktı aslında. Bu arzularının hayâlden öteye gidemeyeceğini biliyor,
ancak ellerinde başka bir argüman kalmadığı için direniyorlar.
Şimdi devletin önünde iki seçenek var: Ya son PKK’lı
ölünceye kadar askerî yolla mücadele etmek ya da silah bırakmaya ikna etmek…
İlk seçenek, Devletin zirvesinden sürekli
dillendiriliyor aslında. Ancak bunun sonuç vermesi ihtimâli çok da yüksek değil
bence. Zira Kürt nüfusun içinde hâlâ önemli sayıda sempatizan barındıran örgüt,
silahlı mücadele ile bitirilmeye çok müsait bir yapıda değil. Düzenli ordularla
savaşıyor olsaydık “Sonuna kadar!” diyebilirdik belki. Ama burada son nedir,
onu da kestirmek zor. O yüzden “300 terörist kaldı” demek, ancak bizler için
motivasyon gücü verebilir. Ancak bir de bakarız ki, o 300 bir türlü bitmiyor…
O hâlde yapılması gereken, PKK’nın silah bırakmasını
temin etmek olmalı. AK Parti bunun için de çok büyük çaba harcadı aslında. Terörün
Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun, 16
Temmuz 2014 tarihli Resmî Gazete’de yayınlandığında tüm yurtta büyük bir coşku
ve beklentiye sebep olmuştu. Ama bundan dört gün önce Cemil Bayık’ın PKK’nın
tamamen silah bırakması için öne sürdüğü şartların en başında “Öcalan’a
özgürlük” ve “anayasal güvence” olduğunu açıklaması soru işaretlerini de
beraberinde getirmişti. Devlet, bu kanun çıkana kadar özellikle MİT
mensuplarıyla Abdullah Öcalan, terör örgütü ve siyâsî kanadıyla defalarca
görüştü. “Devlet terör örgütüyle görüşmez!” savunucularına rağmen, bu gayr-ı
resmî görüşmeler bir sonuca yaklaştırmıştı bizi. Ne var ki, Öcalan’ın talepleri
bir türlü bitmek bilmiyordu. Öcalan ve örgütten gelen açıklamalar,
silahsızlanmayı 10 maddelik bir ön şarta bağlıyordu. Dolmabahçe’deki toplantıda
ele alınan bu 10 madde ve sonrasında basına yapılan açıklamalar ise sürecin
sonunu hazırlamıştı.
Nitekim 28 Şubat Dolmabahçe Görüşmeleri’ni 22 Mart’ta
değerlendiren Erdoğan, Çözüm Süreci’nin daha fazla yürütülemeyeceği konusunda
ipuçları vererek bir anlamda sürece noktayı koymuş oldu.
Peki IRA, ETA ve AÇE gibi terör örgütleri nasıl anlaşabildiler
devletlerle ve biz aynı süreçleri neden işletemiyoruz?
AÇE’yi dâvâsında haklı gördüğümü belirtmiştim daha
önce. Kendi literatürümde onları terör örgütü olarak bile zikretmezdim aslında.
Burada terör örgütleri kategorisine almamın, dünyanın bu şekilde
isimlendirmesinden başka bir sebebi yok. AÇE’nin silahlı mücadeleyi bırakması
da 130 bin kişinin hayatını kaybettiği tsunami faciasının ardından gelişen
barış ve kardeşlik duygusundan başka bir şey değil zaten. Yani AÇE ile
Endonezya arasında mücadeleyle kazanılmış bir barıştan söz edilemez. Öyle ise
asıl bakmamız gereken, ETA ve IRA olmalı.
Güney İrlanda, 1921 yılında İngiltere Krallığı’ndan
ayrılarak Bağımsız İrlanda Devleti’ni kurdu. Kuzey İrlanda ise Krallığa bağlı
kalmayı tercih etti. Ancak mezhep ayrılıkları, Protestan İngiliz Krallığı
lehine bir orantısız güce dönüşünce Kuzey İrlanda’nın Katolik halkı Bağımsız
İrlanda Devleti ile birleşmek için çaba göstermeye başladı. Bu çabalar, 1969
yılında İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) adıyla ayrılıkçı bir örgüt kurulmasına
sebep oldu. İngiltere Krallığı’na bağlı olduğu dönemde İrlanda’da kurulan Sinn
Fein (Biz Kendimiz) Partisi, ayrılıktan sonra hem Kuzey’de, hem de yeni
devlette faaliyet göstermeye devam ediyordu. Kuzey’deki parti, 69’da kurulan
IRA’nın da siyâsî kanadı olacaktı.
IRA, 2005’e kadar çeşitli terör eylemleri ile
İngiltere Krallığı’na kök söktürdü. Ancak IRA’nın gençlik kollarında yetişen
Gerry Adams’ın 1983’te Sinn Fein’e genel başkan oluşu, IRA’nın tarihinde bir
dönüm noktası olacaktı. Hem ayrılıkçı, hem de silah karşıtı birinin başkanlığı,
terör konusunda siyâsî çözümün önünü açtı. Örgütün sorunu silahla çözemeyeceği
konusunda ikna edilmesi de İngiltere Hükûmeti’nin sorunu çözmek adına masaya
oturmaya râzı olması da Adams’ın başarısı olarak kabul edilebilir.
Sonuç olarak örgüt, 2005 yılında kesin olarak silah
bıraktığını ve bundan sonra sadece siyâsî alanda mücadele edeceğini bildirerek
terörden vazgeçmişti. 1983’ten 2005’e uzanan 22 yıllık süreç, İngiliz Hükûmeti’nin
zaman zaman terör örgütünü de muhatap alarak masaya oturmasıyla sonuca ulaşabilmiştir.
Ve Sinn Fein Partisi, 1998’den bu yana koalisyonlarla da olsa Kuzey İrlanda
yönetiminde söz sahibi olmaya devam etmektedir.
IRA ise yayınladığı bir bildiri ile İngiliz ve İrlanda
halklarından ve terör sonucu zarar görenlerden özür dilemiştir. Buradan
çıkaracağımız sonuç, terör örgütleriyle masaya oturmanın bir zafiyet değil,
irade göstergesi olduğudur.
ETA ise tamamen farklı bir yapıya sahip. 1959’da
Franco karşıtı olarak kurulan örgüt, sonrasında İspanya ve Fransa’daki Bask
bölgesinin bağımsızlığı kazanması için mücadele etti. 1968’de giriştiği ilk
ölümlü eylemin ardından bir terör örgütü olarak anılmaktan kurtulamadı.
İspanya’nın Bask bölgesine 79’da özerklik vermesi bile onları tam bağımsızlık
adına terör eylemleri yapmaktan vazgeçirmedi. Bu arada 1978 yılında kurulan
Herri Batasuna Partisi (2001’de Batasuna olarak ismi değişmiştir), örgütün
siyâsî kanadı olarak görev yapmaya başlamıştı. İspanya, 1979’a kadar genel
olarak ETA’nın taleplerini yerine getirmeye çalışsa da sonrasında Batasuna bir
terör partisi olarak kabul görmüş ve Bask bölgesi için yeterli siyâsî desteği
sağlayamamıştı. Sonuçta son yerel seçimlerde yüzde 15 oy almasına rağmen 2003’te
Yüksek Mahkeme tarafından faaliyeti askıya alınarak siyâsî arenadan kaldırıldı.
Batasuna’nın AİHM’ye başvurusu da kabul edilmeyince, 2013’te kendini feshetmek
zorunda kaldı. Lideri Arnaldo Otegi ise çeşitli terör suçlarından ceza aldı.
ETA ise Batasuna kurulana kadar siyâsî desteği
olmamasına rağmen partinin kapatılmasının ardından toplumsal desteğini de
günden güne kaybetmeye başladı. Defalarca tek taraflı ateşkes ilân edip her
birini hükûmetle görüşmelerinin olumsuz yürümesi bahanesiyle bozdu. Ancak
eylemleri her geçen gün zayıfladı. Ocak 2011’de kalıcı ateşkes ilânına, hükûmet
“Yetmez, silah bırak!” cevabı verince aynı yılın Ekim ayında silah bıraktığını,
2018’de de kendini feshettiğini ilân etti. Buradan çıkaracağımız sonuç da siyâsî
ve toplumsal desteği olmayan terör örgütlerinin eylem yapma kabiliyetini
kaybettiği ve yaşama şansı bulamadığı olmalıdır.
Son söz
Özetle, devletler terör örgütlerini zaman zaman
muhatap alıp demokratik taleplerini yerine getirebilirler. Bu, masum
vatandaşın, askerin ve polisin kanının akmaması için bir siyâsî tercih
olabilir. Devletler, terörü çözüm yolu olarak benimsemeyen ancak terör örgütleriyle
aynı nihaî hedefte birleşen siyâsî partilerle de terörün son bulması adına pazarlık
yapabilirler. Türkiye de 2005’ten 2015’e kadar bu yolları denemiş, ancak
karşısında akan kanı durdurmakta samimi olmayan bir örgüt ve o örgütün terör
yönteminden rahatsız olmayan bir parti bulduğu için sonuç alamamıştır.
Şimdi gelinen süreç, daha önce de defalarca olduğu
gibi, bu partinin kapatılmasının önünü açmaktadır. Fakat ne HDP bir
Batasuna’dır, ne de PKK bir ETA. HDP’yi kapatıp yerine başka bir parti
kurulmasını engelleyecek hukukî altyapımız olmadan, bu kapatma ancak ve ancak
onların mağdur edebiyatı yapmasına sebep olabilir. Her ne kadar umurumuzda
olmasa da, AİHM’nin İspanya’nın Batasuna kararına gösterdiği hoşgörüyü HDP’nin
kapatılması için de göstermeyeceği şüphesizdir.
HDP, gerçekten çözüm arayışı olan siyâsiler tarafından
yönetilir, iplerini terör örgütünün elinden kurtarabilir ve amaçlarına silahsız
yöntemlerle ulaşmayı benimserse, Türkiye açısından sorun çözülmüş olacaktır. O zaman
68’inci Maddedeki “devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne” ifadesine saygı gösterip göstermediği bile çok tartışılmaz.
Ama terörden beslenen ve maalesef 6 milyon oyun büyük bir kısmını bu sayede
alan bir partinin de PKK’yı terör örgütü olarak görmesini ve tamamen silahsız
bir çözüme odaklanmasını beklemek fazla hayâlperestlik olur.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Hükûmet iradesiyle
terörün kaynaklarını içeride ve dışarıda kurutmaya çalışırken, siyâseti de HDP
ve teröre karşı bir kenetlenmeye doğru itmelidir. Herkesin zaman zaman şikâyet
ettiği siyâsî kutuplaşma, bundan sonra “teröre destek verenler” ve “terörü bitirmeye
çalışanlar” olarak vücut bulmalı, terör ve partileri yalnızlaşarak yok
olmalıdır.