ESKİLER
“darb-ı mesel” derlerdi, Türkçemizi özleştirme çabasına girince bir ara “sav”
demeyi de denedik ama tutmadı. Onun yerine “atasözü” diyoruz artık.
“Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” derken,
zihnimizde herhangi bir kaz resmi belirmeden kıskançlığa dair muradımızı özet
ve naif şekilde dillendiriyor veya “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur”
sözünün verdiği umutla nice ayrılıkları aşabiliyor, “Ne ekersen onu biçersin”
sözüyle ihtiyatlı olmak gerektiğini birbirimize hatırlatabiliyoruz. Tutumluluk
üzerine konuşurken ve hatta bireysel emeklilik sistemi üzerine sebep-sonuç
analizleri sıralarken dahi en büyük argümanımız “Ak akçe, kara gün içindir”
olabilmekte.
Sıklıkla tedavülde olan böylesi sözler, toplumsal
duygu ve düşüncelerimizi deşifre ettiği gibi inanca veya kültüre bakan
yanlarımızı da apaçık şekilde ortaya çıkartıyor tek tek. İlk olarak kimin
dillendirdiği unutularak yüzyılların imbiğinden damıtıla damıtıla hepimizin
ortak paydası haline geldiği için de onlara “atasözleri” diyoruz. İlgili
alandaki sayfalarca anlatımı tek bir cümleye indirebildiği ve kâh vurucu bir
ifadeyle veya benzetmeyle, kâh kafiyesiyle yahut söz oyunlarıyla seçkin bir dil
zevki vazettiği için de onları kolaylıkla ezberliyoruz.
“Mum dibine ışık vermez” ile “Çıra dibi karanlık olur”
örneğindeki gibi bazen mana ikizi atasözlerine rastlarken, bazen de “İyi insan
lafının üzerine gelir” ve “İti an, çomağı sakla!” örneğinde olduğu gibi
birbirlerini dışlayan atasözlerine de rastlıyoruz.
“Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş” atasözüyle
meramını dillendiren insanları “İtle yatan pireyle kalkar” diyerek
tasdikleyebiliyor veya “Derdini söylemeyen derman bulamaz” diyerek bizimle
sıkıntılarımızı paylaşmak isteyen bir dostumuza karşı “Sırrını verme dostuna, o
da söyler kendi dostuna” diyen bir iç sesin ikazıyla ketum durabiliyoruz pekâlâ…
Peki, neden?
Bizler farkında olsak da, olmasak da fark etmiyor; evvelki
nesillerin yaşama, insana ve topluma dair tespitler havuzu olan atasözlerimiz,
kâh nasihat yoluyla, kâh teşvik ediciliğiyle bizi kendisine çekiyor. Önce
hayata karşı bakışımızın temel referanslarından biri oluyor, sonra
tavırlarımızın ve nihayetinde ahlakımızın. Hele bizim gibi söze sohbete pek
düşkün bir toplum için insan inşasının en temel yapı malzemelerinden biri
haline geliyor.
Atasözlerinin şekil ve işlevine dair bu kadar önbilginin ardından usul usul gelelim asıl konumuza…
Söz var, yazı var, peki ya okumak?
“Söz” deyince “yazı” ve ille de “kitap” kelimelerini
hatırlayabilenlerimiz için bir sorunun cevabını arayalım: Kitap okumayı öven,
teşvik eden herhangi bir atasözü hatırlıyor musunuz?
Konuyla ilgili aklınıza birçok söz gelmiştir şüphesiz.
Tüm bu sözleri yoklayın, eğer söyleyenleri belli ise, onlar atasözü değil,
birer deyiştir. Nesilden nesle tekrarlanageliyor olması da şart! Yani “Ayağını
yorganına göre uzat” veya “Doğmamış çocuğa don biçilmez” misali tastamam
atasözü şartlarına haiz bir söz arıyoruz.
İsterseniz aynı soruyu, “teşvik edici” şartını bir an
unutarak yeniden soralım: Okumak ile ilgili hangi atasözümüzü hatırlıyorsunuz?
Sorunun bu son haline -atasözü kriterlerine uygun
olarak- sosyal medya üzerinden gelen ilk ve rakipsiz cevap ne diyor bakalım: “Oku,
baban gibi eşek olma!”
Evet, aynı lisanı paylaştığımız insanların ortalama
idraki, okumak ile ilgili olarak ilk bu sözü hatırlıyor. Haliyle okuma
bahislerinde en çok kullanılagelen atasözümüz de bu!
Peşinen belirtelim ki yukarıda bahsi geçen sözde “virgülün
yerinin emirden hemen sonra olması veya ‘gibi’ kelimesinin ardınca yer alması”,
konumuz açısından bir önem arz etmiyor. Zira burada geçen “Oku!” emri veya
tavsiyesi, “Diploma al, mevki edin!” manasındadır ve hedefinde de “Zengin ol,
güçlü ol!” mesajlarını gizler. Aksi halde kişinin ya “babası gibi eşek”
olacağını ya da babasının yaptığının aksine, okumadığı için “ailesine
yakışmayan bir eşek” olacağını söylemekte.
“Okumak ile eşek olmak arasında tercih sunarken,
kitabı değil, kariyeri/diplomayı önemsemiş olması, aradığımız cevabın bu
atasözü olmadığının temel sebebidir” diyelim ve hâlâ bulamadığımız o cevabı
aramaya devam edelim…
Bir arkeolog hassasiyetiyle okumakla ilgili herhangi
bir atasözü ararken, bu kez karşımıza ikinci meşhur sözümüz çıkmakta: “Okumak
cahilliği giderir ama eşeklik bâki kalır.”
Okumak ile eşeklik arasında kurulan ontolojik zıtlığın
yinelenmesi bir derece sevindiriciyken, mananın detayına eğilince yine hüsrana
gark oluyoruz. Zira bu atasözümüz, okumayı övmek yerine okumanın yetersizliğini
vurgulamakta. Nitekim okumayı seven bir topluma nasıl ve ne amaçla okuması gerektiği
tembihlenebilir belki, ama zaten okumayan bir topluma okumanın yetersizliğinin
dillendirilmesi, okuma eylemine derinlik ve şuur kazandırmak yerine, ona sadece
basitlik yüklemekte.
Israrla araştırmaya devam edince, bu kez de şu sözle
karşılaşıyoruz: “El söyler göz olur, kitap söyler düz olur.”
Evet, yaygın bir atasözü değil; belki benim gibi siz
de ilk defa duydunuz/okudunuz. Lakin meşhur atasözlerimiz içerisinden
aradığımız yanıtı bulamayınca mecburen tedavülde az bulunanlara da müracaat
ediyoruz.
Peki, bu atasözü işimizi görüyor mu? Maalesef yine
hayır! Bu sözde gizlenen “Kitapta yazıyorsa doğrudur” çağrışımı, her ne kadar
kitaba saygınlık kazandırıcı bir alt metne sahipse de günlük kullanımda bu söz
sitem vazediyor. Sözlüklerin izahına göre, “Kitaptan okuyunca doğru bulduğunuz
sözleri eş dosttan işitince kabul etmiyorsunuz” manasında kullanılıyor.
Biz yine dönelim ilgili bir atasözü araştırmaya…
Kızlarına “Kocan, okuduğun kitaba değil, yaptığın
pilava bakar” diyen annelerimiz, hayatın asıl gerçeğinin kitapla aklı doyurmak
yerine mideyi aşla doldurmayı nasihat ediyorlar. Nitekim aynı bahsin devam
atasözünde, “Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer” durumu var.
“Bizim oğlan bina okur; döner döner yine okur”
atasözümüz, başarılamayan işlerde ısrar eden kişiler alaya alınırken
kullanılıyor. Alaya konu olan bahsin, evvelce bilinmeyen bir şeyi icat etmek
gibi iddialı bir alandan seçilmesi yerine okumak üzerinden örneklendirilmesiyse
pek de iyi niyet vazetmemekte. Hem ister istemez soruyor insan: “Sakla samanı,
gelir zamanı” derken tedbir ve temkine dair en açık mesajı dört kelimeye
indirgeyebilen kültürümüz, konu “okumak” olunca bu yeteneğini yitirmiş olabilir
mi?
“Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden yeğdir” atasözümüz bile gönlümüze ılık esintiler dolduramıyor. Zira her ne kadar bileni saygın bir konuma yüceltse dahi buradaki bilgilenmenin dinlemek suretiyle mi, yoksa okumak yoluyla mı elde edileceğine dair en ufak bir işaret yok. Haliyle kendi rutin mecrası içerisinde “Danışan dağ aşmış, danışmayan yol şaşmış” örneğindeki gibi muhataplarını okumaktan ziyade sözlü nasihat almaya yöneltiyor.
“Okuya okuya kafayı yemek” şeklinde yeryüzünde eşi benzeri görülmedik bir deyim üretebilmişken, buna reddiye içerebilecek bir tane bile atasözümüzün olmaması ne hazin!
Akletmek, ama nasıl?
Tüm olanakları seferber ettikten sonra, günlük
kullanımda pek rastlayamadığımız ama sözlüklerde şifa niyetine saklı duran
atasözlerinden biriyle daha karşılaşıyoruz: “Okumayı sevmeyene dokuz hoca az!”
Sözlüklere göre bu atasözümüz şu manaya sahip imiş:
Eğer kişinin içinden gelmiyorsa, kaç kişi uğraşırsa uğraşsın, ona zorla bir
şeyi sevdiremezsiniz. Böylesi bir mesajın “zorla sevdirilemeyen” nesnesi olarak
“lak lak etmek” veya “aylak aylak dolaşmak” yerine okumanın seçilmiş olması
bile can sıkıcı.
Mevcut sözlüklerden umut kesmeye başlayınca, bu kez
umutla Divan-ı Lügati’t-Türk’e çeviriyoruz gözlerimizi. Heyecanla sayfaları tarıyor
ama hayal kırıklığıyla kapatıyoruz kapağını…
“Okumayı övüp teşvik eden bir atasözü ile uzaylılar
arasındaki benzerlik nedir?” diye sorası geliyor insanın. Evet, her ikisinin de
var olduklarına inanmak istiyor, ama varlığını bir türlü ispatlayamıyoruz. Koca
koca araştırmalardan sonra elde var “sıfır”!
Sahi, milletçe bin yıldır ilk emri “Oku!” olan Kitap’a iman etmişken, okumak
ile ilgili bir tane bile olumlayıcı atasözü üretemedik mi? “Okuya okuya kafayı
yemek” şeklinde yeryüzünde eşi benzeri görülmedik bir deyim üretebilmişken,
buna reddiye içerebilecek bir tane bile atasözümüzün olmaması ne hazin!
İster istemez, “Okuma konusunda enkaz devraldık, bari
yarınlarımızı kurtaralım!” refleksi gelişiyor insanda. İşte birkaç asır sonra
atasözü haline gelebilecek bir söz: “Kitap okumak telefonunuzun şarj ömrünü
uzatır ve internet kotanızın çabuk dolmasını geciktirir.”
“Yazı tam da sonlanıyor artık” diye düşündüğüm bir
anda bir soru daha beliriyor zihnimde: Peki, doğru sözlülükle ilgili ortalama
yurdum insanının aklına gelen ilk atasözümüz hangisi? Cevap yine sosyal
medyadan: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”
“Demek ki sosyal medya tuhaf insanlarla dolu”
diyorsanız, bu kez de görsel medyada sıklıkla tekrarlanagelen bir durumu
hatırlayalım. Kerli ferli gazeteciler-analistler, sözlerine “Doğrusunu söylemek
gerekirse…” şeklinde başlayabiliyorlarsa, belli ki böylesi bir gerekliliğe
ihtiyaç duyulmadığı demlerde sözün eğrisi söylenmekte.
Evet, “doğrusunu söylemek gerekirse”, Osmanlı dâhil
olmak üzere atalarımız sözlü kültürü sevdiler. Kitapsever olmayı ise
torunlarına ödev bırakmış olmalılar. “Eğrisini söylemek gerekirse”, ecdat
okumayı da, okuyanı da çok severdi. Ama bizi bir gecede okuma-yazma bilmez hale
getirdiler. İlk bakışta tespitin ardınca istikamet, ikinci bakışta ise
mazeretin gölgesine sığınış var. Ne diyelim, dinleyen insan neyi
akledebileceğini öğrenir, okuyan insansa nasıl akledebileceğini.
Allah “Kitap”tan ayırmasın…