Dünün mirası, yarının habercisi

“Doğrusunu söylemek gerekirse”, Osmanlı dâhil olmak üzere atalarımız sözlü kültürü sevdiler. Kitapsever olmayı ise torunlarına ödev bırakmış olmalılar. “Eğrisini söylemek gerekirse”, ecdat okumayı da, okuyanı da çok severdi. Ama bizi bir gecede okuma-yazma bilmez hale getirdiler. İlk bakışta tespitin ardınca istikamet, ikinci bakışta ise mazeretin gölgesine sığınış var.

ESKİLER “darb-ı mesel” derlerdi, Türkçemizi özleştirme çabasına girince bir ara “sav” demeyi de denedik ama tutmadı. Onun yerine “atasözü” diyoruz artık.

“Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” derken, zihnimizde herhangi bir kaz resmi belirmeden kıskançlığa dair muradımızı özet ve naif şekilde dillendiriyor veya “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” sözünün verdiği umutla nice ayrılıkları aşabiliyor, “Ne ekersen onu biçersin” sözüyle ihtiyatlı olmak gerektiğini birbirimize hatırlatabiliyoruz. Tutumluluk üzerine konuşurken ve hatta bireysel emeklilik sistemi üzerine sebep-sonuç analizleri sıralarken dahi en büyük argümanımız “Ak akçe, kara gün içindir” olabilmekte.

Sıklıkla tedavülde olan böylesi sözler, toplumsal duygu ve düşüncelerimizi deşifre ettiği gibi inanca veya kültüre bakan yanlarımızı da apaçık şekilde ortaya çıkartıyor tek tek. İlk olarak kimin dillendirdiği unutularak yüzyılların imbiğinden damıtıla damıtıla hepimizin ortak paydası haline geldiği için de onlara “atasözleri” diyoruz. İlgili alandaki sayfalarca anlatımı tek bir cümleye indirebildiği ve kâh vurucu bir ifadeyle veya benzetmeyle, kâh kafiyesiyle yahut söz oyunlarıyla seçkin bir dil zevki vazettiği için de onları kolaylıkla ezberliyoruz.

“Mum dibine ışık vermez” ile “Çıra dibi karanlık olur” örneğindeki gibi bazen mana ikizi atasözlerine rastlarken, bazen de “İyi insan lafının üzerine gelir” ve “İti an, çomağı sakla!” örneğinde olduğu gibi birbirlerini dışlayan atasözlerine de rastlıyoruz.

“Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş” atasözüyle meramını dillendiren insanları “İtle yatan pireyle kalkar” diyerek tasdikleyebiliyor veya “Derdini söylemeyen derman bulamaz” diyerek bizimle sıkıntılarımızı paylaşmak isteyen bir dostumuza karşı “Sırrını verme dostuna, o da söyler kendi dostuna” diyen bir iç sesin ikazıyla ketum durabiliyoruz pekâlâ…

Peki, neden?

Bizler farkında olsak da, olmasak da fark etmiyor; evvelki nesillerin yaşama, insana ve topluma dair tespitler havuzu olan atasözlerimiz, kâh nasihat yoluyla, kâh teşvik ediciliğiyle bizi kendisine çekiyor. Önce hayata karşı bakışımızın temel referanslarından biri oluyor, sonra tavırlarımızın ve nihayetinde ahlakımızın. Hele bizim gibi söze sohbete pek düşkün bir toplum için insan inşasının en temel yapı malzemelerinden biri haline geliyor.

Atasözlerinin şekil ve işlevine dair bu kadar önbilginin ardından usul usul gelelim asıl konumuza… 


Söz var, yazı var, peki ya okumak?

“Söz” deyince “yazı” ve ille de “kitap” kelimelerini hatırlayabilenlerimiz için bir sorunun cevabını arayalım: Kitap okumayı öven, teşvik eden herhangi bir atasözü hatırlıyor musunuz?

Konuyla ilgili aklınıza birçok söz gelmiştir şüphesiz. Tüm bu sözleri yoklayın, eğer söyleyenleri belli ise, onlar atasözü değil, birer deyiştir. Nesilden nesle tekrarlanageliyor olması da şart! Yani “Ayağını yorganına göre uzat” veya “Doğmamış çocuğa don biçilmez” misali tastamam atasözü şartlarına haiz bir söz arıyoruz.

İsterseniz aynı soruyu, “teşvik edici” şartını bir an unutarak yeniden soralım: Okumak ile ilgili hangi atasözümüzü hatırlıyorsunuz?

Sorunun bu son haline -atasözü kriterlerine uygun olarak- sosyal medya üzerinden gelen ilk ve rakipsiz cevap ne diyor bakalım: “Oku, baban gibi eşek olma!”

Evet, aynı lisanı paylaştığımız insanların ortalama idraki, okumak ile ilgili olarak ilk bu sözü hatırlıyor. Haliyle okuma bahislerinde en çok kullanılagelen atasözümüz de bu!

Peşinen belirtelim ki yukarıda bahsi geçen sözde “virgülün yerinin emirden hemen sonra olması veya ‘gibi’ kelimesinin ardınca yer alması”, konumuz açısından bir önem arz etmiyor. Zira burada geçen “Oku!” emri veya tavsiyesi, “Diploma al, mevki edin!” manasındadır ve hedefinde de “Zengin ol, güçlü ol!” mesajlarını gizler. Aksi halde kişinin ya “babası gibi eşek” olacağını ya da babasının yaptığının aksine, okumadığı için “ailesine yakışmayan bir eşek” olacağını söylemekte.

“Okumak ile eşek olmak arasında tercih sunarken, kitabı değil, kariyeri/diplomayı önemsemiş olması, aradığımız cevabın bu atasözü olmadığının temel sebebidir” diyelim ve hâlâ bulamadığımız o cevabı aramaya devam edelim…

Bir arkeolog hassasiyetiyle okumakla ilgili herhangi bir atasözü ararken, bu kez karşımıza ikinci meşhur sözümüz çıkmakta: “Okumak cahilliği giderir ama eşeklik bâki kalır.”

Okumak ile eşeklik arasında kurulan ontolojik zıtlığın yinelenmesi bir derece sevindiriciyken, mananın detayına eğilince yine hüsrana gark oluyoruz. Zira bu atasözümüz, okumayı övmek yerine okumanın yetersizliğini vurgulamakta. Nitekim okumayı seven bir topluma nasıl ve ne amaçla okuması gerektiği tembihlenebilir belki, ama zaten okumayan bir topluma okumanın yetersizliğinin dillendirilmesi, okuma eylemine derinlik ve şuur kazandırmak yerine, ona sadece basitlik yüklemekte.

Israrla araştırmaya devam edince, bu kez de şu sözle karşılaşıyoruz: “El söyler göz olur, kitap söyler düz olur.”

Evet, yaygın bir atasözü değil; belki benim gibi siz de ilk defa duydunuz/okudunuz. Lakin meşhur atasözlerimiz içerisinden aradığımız yanıtı bulamayınca mecburen tedavülde az bulunanlara da müracaat ediyoruz.

Peki, bu atasözü işimizi görüyor mu? Maalesef yine hayır! Bu sözde gizlenen “Kitapta yazıyorsa doğrudur” çağrışımı, her ne kadar kitaba saygınlık kazandırıcı bir alt metne sahipse de günlük kullanımda bu söz sitem vazediyor. Sözlüklerin izahına göre, “Kitaptan okuyunca doğru bulduğunuz sözleri eş dosttan işitince kabul etmiyorsunuz” manasında kullanılıyor.

Biz yine dönelim ilgili bir atasözü araştırmaya…

Kızlarına “Kocan, okuduğun kitaba değil, yaptığın pilava bakar” diyen annelerimiz, hayatın asıl gerçeğinin kitapla aklı doyurmak yerine mideyi aşla doldurmayı nasihat ediyorlar. Nitekim aynı bahsin devam atasözünde, “Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer” durumu var.

“Bizim oğlan bina okur; döner döner yine okur” atasözümüz, başarılamayan işlerde ısrar eden kişiler alaya alınırken kullanılıyor. Alaya konu olan bahsin, evvelce bilinmeyen bir şeyi icat etmek gibi iddialı bir alandan seçilmesi yerine okumak üzerinden örneklendirilmesiyse pek de iyi niyet vazetmemekte. Hem ister istemez soruyor insan: “Sakla samanı, gelir zamanı” derken tedbir ve temkine dair en açık mesajı dört kelimeye indirgeyebilen kültürümüz, konu “okumak” olunca bu yeteneğini yitirmiş olabilir mi?

“Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden yeğdir” atasözümüz bile gönlümüze ılık esintiler dolduramıyor. Zira her ne kadar bileni saygın bir konuma yüceltse dahi buradaki bilgilenmenin dinlemek suretiyle mi, yoksa okumak yoluyla mı elde edileceğine dair en ufak bir işaret yok. Haliyle kendi rutin mecrası içerisinde “Danışan dağ aşmış, danışmayan yol şaşmış” örneğindeki gibi muhataplarını okumaktan ziyade sözlü nasihat almaya yöneltiyor.

“Okuya okuya kafayı yemek” şeklinde yeryüzünde eşi benzeri görülmedik bir deyim üretebilmişken, buna reddiye içerebilecek bir tane bile atasözümüzün olmaması ne hazin! 

Akletmek, ama nasıl?

Tüm olanakları seferber ettikten sonra, günlük kullanımda pek rastlayamadığımız ama sözlüklerde şifa niyetine saklı duran atasözlerinden biriyle daha karşılaşıyoruz: “Okumayı sevmeyene dokuz hoca az!”

Sözlüklere göre bu atasözümüz şu manaya sahip imiş: Eğer kişinin içinden gelmiyorsa, kaç kişi uğraşırsa uğraşsın, ona zorla bir şeyi sevdiremezsiniz. Böylesi bir mesajın “zorla sevdirilemeyen” nesnesi olarak “lak lak etmek” veya “aylak aylak dolaşmak” yerine okumanın seçilmiş olması bile can sıkıcı.

Mevcut sözlüklerden umut kesmeye başlayınca, bu kez umutla Divan-ı Lügati’t-Türk’e çeviriyoruz gözlerimizi. Heyecanla sayfaları tarıyor ama hayal kırıklığıyla kapatıyoruz kapağını…

“Okumayı övüp teşvik eden bir atasözü ile uzaylılar arasındaki benzerlik nedir?” diye sorası geliyor insanın. Evet, her ikisinin de var olduklarına inanmak istiyor, ama varlığını bir türlü ispatlayamıyoruz. Koca koca araştırmalardan sonra elde var “sıfır”!

Sahi, milletçe bin yıldır ilk emri “Oku!” olan Kitap’a iman etmişken, okumak ile ilgili bir tane bile olumlayıcı atasözü üretemedik mi? “Okuya okuya kafayı yemek” şeklinde yeryüzünde eşi benzeri görülmedik bir deyim üretebilmişken, buna reddiye içerebilecek bir tane bile atasözümüzün olmaması ne hazin!

İster istemez, “Okuma konusunda enkaz devraldık, bari yarınlarımızı kurtaralım!” refleksi gelişiyor insanda. İşte birkaç asır sonra atasözü haline gelebilecek bir söz: “Kitap okumak telefonunuzun şarj ömrünü uzatır ve internet kotanızın çabuk dolmasını geciktirir.”

“Yazı tam da sonlanıyor artık” diye düşündüğüm bir anda bir soru daha beliriyor zihnimde: Peki, doğru sözlülükle ilgili ortalama yurdum insanının aklına gelen ilk atasözümüz hangisi? Cevap yine sosyal medyadan: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.”

“Demek ki sosyal medya tuhaf insanlarla dolu” diyorsanız, bu kez de görsel medyada sıklıkla tekrarlanagelen bir durumu hatırlayalım. Kerli ferli gazeteciler-analistler, sözlerine “Doğrusunu söylemek gerekirse…” şeklinde başlayabiliyorlarsa, belli ki böylesi bir gerekliliğe ihtiyaç duyulmadığı demlerde sözün eğrisi söylenmekte.

Evet, “doğrusunu söylemek gerekirse”, Osmanlı dâhil olmak üzere atalarımız sözlü kültürü sevdiler. Kitapsever olmayı ise torunlarına ödev bırakmış olmalılar. “Eğrisini söylemek gerekirse”, ecdat okumayı da, okuyanı da çok severdi. Ama bizi bir gecede okuma-yazma bilmez hale getirdiler. İlk bakışta tespitin ardınca istikamet, ikinci bakışta ise mazeretin gölgesine sığınış var. Ne diyelim, dinleyen insan neyi akledebileceğini öğrenir, okuyan insansa nasıl akledebileceğini.

Allah “Kitap”tan ayırmasın…