Dünden yarının rüyasına

İçimize çektiğimiz nefesin en derine ulaşması için, içimizdeki en derin ve en küçük noktanın dahi nefesten ayrı kalmasının, ona tam ve mutlak bir ihtiyaç içinde olmasının önemli olduğunu kavramayı icap ettirir. Bu hâli kavrayışta bir gerçeğe selâm verelim. İçimize çektiğimiz hava, ancak nefese dönüşürse yerine ulaşır ve yaralı hücreye şifa taşır. Rüzgâr yağmuru getirince hayat neşe bulur.

NEREDE kaldık, devam edelim... Devam edelim günün, demin, devranın gücü karşısında dünden devraldığımız ne varsa, alabildiğine devam edelim. Atımızı sürelim meydana. Bütün yiğitler (!) orada. Bir tek biz kaldık geri. Devam edelim… Sürelim ben mermisini gözlerimize. Nasıl olsa görmüyoruz, değil mi?

Hiçbirimiz görmüyor isek bunda ne beis var efendim?!

Meşruiyetimizi ne zamandır doğru için mücadeleden alır olduk? Sermayemizi kaç vakittir doğru için mücadeleye adar olduk? İçimize içimizi kapatalı kaç zaman oldu? Hasta ziyareti makbul değil midir, kendimizi ziyaret etmeyeli kaç vakit oldu?

Madem hastalık kabul edilir değil, görüş günü yakındır.

Kaç yıl oldu mahpusluk?

Çok, çok oldu efendim!

Var mı bir suçunuz?

İşte bakınız, ondan hiç emin değilim!

Suçsuz musunuz yani?

Yok kardeşim, emin değilim de...

Neden?

Suçumun sayısından...

Hangi suç, hangi sayı?

Kendime ettiklerim... Başka bir suçum yoktur. Kendime ettiklerimden başka mahpusluk yoktur.

Yahu niye böyle konuşursun? Bu beğenmez, bu bilgiç tavırlar niye? Bu küskün hasta tavırları hem?

Çarkın dişlileri arasında kaldım efendim, çarkın paslıları arasında kaldım. Çarkın zanlıları... Devranın zulmü ateşini saldığından beri can havliyle sararıp solarım. Solarım da, “Niye rengin sarı?” diyen olmaz yine. Rengi sarı olanın sesi yüksek çıkar mı, sorarım!

Hasta mısınız?

Evet, ama bu hastalık salgın olandan değil. Bir salgın hastalık var ki, hastalığı sıhhatli olmaya tercih ederek giriyor kanımıza ve yayılıyor bütün evrenimize. Bir yaygın hastalık ki, kaybedilmiş bakış açısını tasvir ediyor. Ezberlenmiş kodların pençesinde, doku uyuşmazlığının girdabında tazelenip giriyor vücudun bir başka noktasından kalbimize.

Kalbimiz?

Evet, kalbimiz! Kalbimiz olan ne varsa oraya ediyor hücum. Kesiyor nefesi ta en yerinden. Ama ruhumuz kıpırdamıyor. Biri bir bardak su verse “Aziz ol” diyecek gibi duruyor ama yine de kıpırdamıyor, kıpırdayamıyor. Zira nefes alacak olsa bozulacak sessizlik. Alacak olsa nefes, var kalbi, dirilecek. Biri “ilk yardım” diyor. İlk yardım gerekiyor; varsa doğru bir söz bu. Belki su, bir bardak su... Su ki, aziz edecek bir su...

Su?

Evet efendim! Hani akabilmesi, akma vasfına erebilmesi için evvelâ bir yatağa ihtiyacı olan… Amaç suyun hedefe varması ve doyumun sağlanması ise, su yatağının engelleyici tüm unsurlardan olabildiğince kurtulması ve sürecin kısalması gerekir ya... Eğer amaç su ile tasfiye etmek, suyun gücü ile yıkmak veya su ile ferahlatmak ve yaşamı tazelemek ise, sürecin mümkün olduğu kadar uzaması lazım gelir ya... Suyun vasfı nasıl ki hizmet ettiği amaca göre kıymet kazanıyor ise, insanın vasfı da maksadına verdiği şekil ve amaç ile değerlenir. Ancak bu durum ilk bakış içindir. Nihaî bakışta asıl varılması gereken yer, suyun, bahsi geçtiği üzere ve daha genişletebileceğimiz somut tarafından ziyade soyut vasıflarına ermektir. Suya vasfetmek değil, suyu vasfetmek...

Vasfından bahsedelim de, suyu içecek hâli yok ki hastanın efendim! Bir nefes alsa! Sıhhati bol bir nefes...

Nefes?

İçimize çektiğimiz nefesin en derine ulaşması için, içimizdeki en derin ve en küçük noktanın dahi nefesten ayrı kalmasının, ona tam ve mutlak bir ihtiyaç içinde olmasının önemli olduğunu kavramayı icap ettirir. Bu hâli kavrayışta bir gerçeğe selâm verelim. İçimize çektiğimiz hava, ancak nefese dönüşürse yerine ulaşır ve yaralı hücreye şifa taşır. Rüzgâr yağmuru getirince hayat neşe bulur. Yangın suya kavuşunca selâmete varılır. Nefese şifayı demlemekle bulunur sıhhat...

Oysa bu teklemeler, bu kalbi yoran... Oysa bu kesilen nefes...

Kesintiye uğramak, yenilenmek için kazanılan vakit değil midir? Bu vakit musibetin, hastalığın en çok tanısına ayrılan vakittir. Tanıya ulaşmayan hasta için hiç ilaç alınır mı? Peki, içten bir ah çeksek ilaca gerek kalmayabilir mi? İçten ise?

İçtenlik mi?

Söze nasıl devam etsem? Çünkü konu hastalık… Çünkü konu insan… Çünkü konu sizin içtenliğiniz… Hepsi de an üzere kalemi titretiyor. Hastalık malûmunuz, insan malûmunuz… Ama içtenliğinizin de size malûm olmasını dilerim. Zira gecenin bir vakti, kalemi neşter gibi öyle “içten” vurdunuz ki hastalığımızı unuttuk. İçtenlik dediniz ya, nedir içtenlik? Benzi sarı gezmektir efendim! Derdi içine çekmektir. Dışarıda dert çözülür mü derde ortak bulmayınca, derdim ortak bulmayınca, dertli bir dost bulmayınca?

Bir dost bulamadım efendim, gün akşam oldu. Ne gün gördüm, ne akşamda buldum kendimi.

Ne dersiniz yine efendi?

Bu efkâr yine... Evet, efkârım var. Evet, sadece efkârım var. Efkârımın bir de atı var ama bir ayağı kırık. Kaldırmıyor beni ayağa. Geçemiyoruz hiç yenilmekten. Yenilmekten geçemiyoruz yenilenmeye.

Ne zamandan beridir?

Bir musibetle, bir hastalıkla yenilenmek arasındaki durağı kaçırdığımızdan beri böyle! Musibet bizim için sıradanlaştığından beri böyle! Yüreğimizin akordu dem tutmazdan beri böyle! Zira dem bir tutsa, dem tutsa bizi bir dem... Demi demleyip demden içeri girse bir dostun eli... Girse...

Her şey güne kavuşacak. Kâbus, can ülkesini terk edecek. Gece bitecek. Rüya hayra göçecek. Demi demleyip demden içeri girse bir dostun eli... Girse...

Göreceğiz ki kendini göremeyen göze zulümdür bakışları.

Göreceğiz, bizi ne kadar uzatıp ne kadar kısaltıyor geceler. Toplansa... Bükük belimizde açı... Gönüldeki kırık acı...

Ve döneceğiz. Döneceğiz kendimize. Dünden yarının rüyasına… Bir gün uykuda kalmış olsa da umut... Devam edelim. Nerede kalmıştık?