
NEREDE kaldık, devam edelim... Devam edelim günün, demin,
devranın gücü karşısında dünden devraldığımız ne varsa, alabildiğine devam
edelim. Atımızı sürelim meydana. Bütün yiğitler (!) orada. Bir tek biz kaldık
geri. Devam edelim… Sürelim ben mermisini gözlerimize. Nasıl olsa görmüyoruz,
değil mi?
Hiçbirimiz görmüyor isek bunda ne beis var efendim?!
Meşruiyetimizi ne zamandır doğru için mücadeleden alır
olduk? Sermayemizi kaç vakittir doğru için mücadeleye adar olduk? İçimize
içimizi kapatalı kaç zaman oldu? Hasta ziyareti makbul değil midir, kendimizi
ziyaret etmeyeli kaç vakit oldu?
Madem hastalık kabul edilir değil, görüş günü yakındır.
Kaç yıl oldu mahpusluk?
Çok, çok oldu efendim!
Var mı bir suçunuz?
İşte bakınız, ondan hiç emin değilim!
Suçsuz musunuz yani?
Yok kardeşim, emin değilim de...
Neden?
Suçumun sayısından...
Hangi suç, hangi sayı?
Kendime ettiklerim... Başka bir suçum yoktur. Kendime
ettiklerimden başka mahpusluk yoktur.
Yahu niye böyle konuşursun? Bu beğenmez, bu bilgiç
tavırlar niye? Bu küskün hasta tavırları hem?
Çarkın dişlileri arasında kaldım efendim, çarkın
paslıları arasında kaldım. Çarkın zanlıları... Devranın zulmü ateşini
saldığından beri can havliyle sararıp solarım. Solarım da, “Niye rengin sarı?”
diyen olmaz yine. Rengi sarı olanın sesi
yüksek çıkar mı, sorarım!
Hasta mısınız?
Evet, ama bu hastalık salgın olandan değil. Bir salgın
hastalık var ki, hastalığı sıhhatli olmaya tercih ederek giriyor kanımıza ve
yayılıyor bütün evrenimize. Bir yaygın hastalık ki, kaybedilmiş bakış açısını
tasvir ediyor. Ezberlenmiş kodların pençesinde, doku uyuşmazlığının girdabında
tazelenip giriyor vücudun bir başka noktasından kalbimize.
Kalbimiz?
Evet, kalbimiz! Kalbimiz olan ne varsa oraya ediyor
hücum. Kesiyor nefesi ta en yerinden. Ama
ruhumuz kıpırdamıyor. Biri bir bardak su verse “Aziz ol” diyecek gibi duruyor
ama yine de kıpırdamıyor, kıpırdayamıyor. Zira nefes alacak olsa bozulacak
sessizlik. Alacak olsa nefes, var kalbi, dirilecek. Biri “ilk yardım” diyor. İlk
yardım gerekiyor; varsa doğru bir söz bu. Belki su, bir bardak su... Su ki,
aziz edecek bir su...
Su?
Evet efendim! Hani akabilmesi, akma vasfına erebilmesi
için evvelâ bir yatağa ihtiyacı olan… Amaç suyun hedefe varması ve doyumun
sağlanması ise, su yatağının engelleyici tüm unsurlardan olabildiğince
kurtulması ve sürecin kısalması gerekir ya... Eğer amaç su ile tasfiye etmek,
suyun gücü ile yıkmak veya su ile ferahlatmak ve yaşamı tazelemek ise, sürecin
mümkün olduğu kadar uzaması lazım gelir ya... Suyun vasfı nasıl ki hizmet
ettiği amaca göre kıymet kazanıyor ise, insanın vasfı da maksadına verdiği
şekil ve amaç ile değerlenir. Ancak bu durum ilk bakış içindir. Nihaî bakışta
asıl varılması gereken yer, suyun, bahsi geçtiği üzere ve daha genişletebileceğimiz
somut tarafından ziyade soyut vasıflarına ermektir. Suya vasfetmek değil, suyu vasfetmek...
Vasfından bahsedelim de, suyu içecek hâli yok ki hastanın
efendim! Bir nefes alsa! Sıhhati bol bir nefes...
Nefes?
İçimize çektiğimiz nefesin en derine ulaşması için,
içimizdeki en derin ve en küçük noktanın dahi nefesten ayrı kalmasının, ona tam
ve mutlak bir ihtiyaç içinde olmasının önemli olduğunu kavramayı icap ettirir. Bu
hâli kavrayışta bir gerçeğe selâm verelim. İçimize
çektiğimiz hava, ancak nefese dönüşürse yerine ulaşır ve yaralı hücreye şifa
taşır. Rüzgâr yağmuru getirince hayat neşe bulur. Yangın suya kavuşunca
selâmete varılır. Nefese şifayı
demlemekle bulunur sıhhat...
Oysa bu teklemeler, bu kalbi yoran... Oysa bu kesilen
nefes...
Kesintiye uğramak, yenilenmek için kazanılan vakit değil
midir? Bu vakit musibetin, hastalığın en çok tanısına ayrılan vakittir. Tanıya
ulaşmayan hasta için hiç ilaç alınır mı? Peki,
içten bir ah çeksek ilaca gerek kalmayabilir mi? İçten ise?
İçtenlik mi?
Söze nasıl devam etsem? Çünkü konu hastalık… Çünkü konu
insan… Çünkü konu sizin içtenliğiniz… Hepsi de an üzere kalemi titretiyor. Hastalık
malûmunuz, insan malûmunuz… Ama içtenliğinizin de size malûm olmasını dilerim.
Zira gecenin bir vakti, kalemi neşter gibi öyle “içten” vurdunuz ki
hastalığımızı unuttuk. İçtenlik dediniz
ya, nedir içtenlik? Benzi sarı gezmektir efendim! Derdi içine çekmektir. Dışarıda
dert çözülür mü derde ortak bulmayınca, derdim ortak bulmayınca, dertli bir
dost bulmayınca?
Bir dost bulamadım efendim, gün akşam oldu. Ne gün gördüm,
ne akşamda buldum kendimi.
Ne dersiniz yine efendi?
Bu efkâr yine... Evet, efkârım var. Evet, sadece efkârım
var. Efkârımın bir de atı var ama bir ayağı kırık. Kaldırmıyor beni ayağa. Geçemiyoruz
hiç yenilmekten. Yenilmekten geçemiyoruz yenilenmeye.
Ne zamandan beridir?
Bir musibetle, bir hastalıkla yenilenmek arasındaki durağı
kaçırdığımızdan beri böyle! Musibet bizim için sıradanlaştığından beri böyle! Yüreğimizin akordu dem tutmazdan beri böyle!
Zira dem bir tutsa, dem tutsa bizi bir dem... Demi demleyip demden içeri girse
bir dostun eli... Girse...
Her şey güne kavuşacak. Kâbus, can ülkesini terk edecek.
Gece bitecek. Rüya hayra göçecek. Demi demleyip demden içeri girse bir dostun
eli... Girse...
Göreceğiz ki kendini göremeyen göze zulümdür bakışları.
Göreceğiz, bizi ne kadar uzatıp ne kadar kısaltıyor
geceler. Toplansa... Bükük belimizde açı... Gönüldeki kırık acı...
Ve döneceğiz. Döneceğiz kendimize. Dünden yarının rüyasına… Bir gün uykuda kalmış olsa da umut... Devam edelim. Nerede kalmıştık?