HER şeyi
hızla ve ölçüsüz bir şekilde tükettiğimiz, ardımızda bir atık yığını bırakarak
yol aldığımız ve yeni olumsuzluklarla olan tanışıklığımızı sindirdiğimiz bir garip
hâllerdeyiz. Tüketmek, insanın en güdüsel hareketlerinden biri. Hele ki bu,
yaşamı sürdürmek hususunda birincil statüyü meydana getiren yeme-içme gibi bir
kulvardaysa, “tüketmek” fiilinde zirve yaptığımızı söylemek mümkün.
Hem millet olarak, hem de
insanlığın tüm organizması bakımından beslenme kültürü, diğer tüm alışkanlıklar
ve yaşam şekilleri gibi büyük değişimlere uğramış durumda. Fakat en radikal
değişimin algı ve inanç sistemimiz üzerinde gerçekleştiği muhakkak. İnsan en
çok da algı ile var olan ve ardından gelecek bütün hareket ve tercihleri bu
algı ile sağlayan bir sistem. Sadece yeme-içme hususunda değil, bütün
hassasiyetlerimiz ve yaşam biçimlerimiz için önce değişen algının ele alınması
gerekiyor. Algıyı meydana getiren bütün dinamikler, zamanın teknolojik,
iklimbilimsel, meslekî ve sağlık standartları gibi geniş çerçevede ele alınabilecek
ve karşı konulamaz nitelikte değişimleriyle birlikte tahrip oluyor.
Hayatı kolaylaştıran bir
modern buluş, önce zaman yönetimini ve insanın o zaman içindeki hareket
tercihini değiştiriyor; sonra bu, nesilden nesle aktarılan bir algı değişimini
tetikliyor. En son varılan düzlükte, neyin neden olduğunu analiz edemeyecek
kadar uzak bir kültürü peydah etmiş bulunuyoruz.
Evet, bu algı yıkımı
değerindeki tüm değişimler, olumlu-olumsuz yönleriyle birlikte, her bir ilkel
karakterimiz üzerinde büyük etkilere sahip. Hâl böyleyken, en ilkel ve en
gerekli hayatî rutinimiz, “yeme-içme” programımızda da yıkıcı ve evrimsel bir tersyüz
etme operasyonu, başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiş bulunuyor.
Eski Türklerde yemek kültürü
Bizi biz yapan “kültür”
kavramı, korunmaya muhtaç olduğu kadar değişimlerle geliştirilmesi gereken bir
öz hazîne. İlk atalarımız Ural-Altay dağlarında avcılık ve toplayıcılık ile
beslenme ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Hayvancılık da kuşkusuz at üstünde
yaşayan bir ırk için âb-ı hayat nispetindeydi. İlk Türk devletlerinin Orta
Asya’daki göçebe yaşam biçimi, elbette yemek alışkanlıklarında da zamana
yayılan bir değişimi meydana getirdi.
Uzak Doğu’nun mutfağından Arap mutfağına kadar her bir kültürle etkileşim içinde olduğumuz yadsınamaz. Fakat kültür, bir milletin nüvesidir. Hakikatli milletlerde, ticârî ilişkiler ve tüm kültürel temaslar, bir milletin kendi karakterinde ancak gelişme sağlayabilir. Kökten bir benzeşme ile asimile olan hiçbir halk, bugün kuşkusuz varlığını sürdürmüyor. Türklerin de eskiden beri en sağlam duruşları, kültürel etkileşimde gösterdikleri o ölçülü tavırlarıdır. Her kültürden bir etki alıyor, kendi kültüründe eritiyor ve yeni bir şekle sokarak o kazanımı bünyesine katıyor. Bunu yaparken her şeyi en doğru kıvamda elimine ediyor.
Türkler ile İslâm’la şereflenen Türklerin yeme alışkanlıklarında da
tahmin edileceği üzere büyük farklar var. Buna örnek olarak, İslâm öncesi Türk
kültüründe yemeklerin belli statülere göre paylaştırılması gibi bir gelenekten
söz ederler. Tabiî bir yandan da halkın doyurulması, aç ve fakirlerin
gözetilmesi, eskiden beri kültürümüzün değişmez bir parçası.
En azından Sibirya’dan
Anadolu’ya süren bu yolculuk süresince bir şeyleri doğru yaptığımızı
söyleyebiliriz. Orta Asya’da en güçlü eski Türk kültürünü görüyoruz. Burada
zaman zaman yerleşik bir düzende ve sanat eseri değerinde çadırlarda hayatını
sürdüren Türkler, zaman zaman yeni topraklar, yeni yaşamsal ihtiyaçlar sebebiyle
başka yerlere göç ediyorlar. Geçtikleri her yerde ya bir sanat faaliyeti ya da
bir barınma kabiliyeti ediniyorlar. Avlanıyorlar, ekip biçiyorlar…
Tüm bu değişen mekân ve
iklimle birlikte, kademe kademe değişime uğrayan bir beslenme alışkanlığı da
göze çarpıyor. Göçebe Türklerde ateş yakıp et pişirme en belirleyici özellik.
Fakat İslâmiyet’le tanışmadan önceki Türkler ile İslâm’la şereflenen Türklerin
yeme alışkanlıklarında da tahmin edileceği üzere büyük farklar var. Buna örnek
olarak, İslâm öncesi Türk kültüründe yemeklerin belli statülere göre
paylaştırılması gibi bir gelenekten söz ederler. Tabiî bir yandan da halkın
doyurulması, aç ve fakirlerin gözetilmesi, eskiden beri kültürümüzün değişmez
bir parçası. Yedirmek ve giydirmek, Türk devlet adamlarının birincil görevleri
arasındaydı.
Eski Türklerde yemek âdetleri
Bozkırın geniş otsu
zemininde, doğanın zorluklarına göğüs geren ve bu iptidaî koşullarda millet
olabilme ve devlet kurabilme kabiliyetleriyle göze çarpan eski Türklerin yemek
kültüründe çok dikkat çeken detaylar var. Elbette etin ne kadar büyük bir yer
kapladığını söylemek gerek. Av etlerinden, beslenen koyun ve at gibi hayvanların
etlerinden, tavşan, geyik ve benzeri vahşi doğada var olan tüm hayvanların
etinden faydalanmışlar. İslâm’da haram olan domuz eti ise, İslâm’dan önceki
Türklerde de yasak yiyecekler arasında bulunuyor. İşte bu detay, İslâm’la
tanışmamış Türklerin inanç sistemlerinin İslâmiyet’e yakınlığına daha güçlü bir
veri olarak yazılmalı!
Yine hayvansal gıdalar
arasında sayılacak süt ve süt ürünlerinin de Türklerin tarih boyunca
faydalandığı besin maddeleri arasında olduğu söylenebilir. Yoğurt da bunlardan
biri olarak, Türklerin bütün dünya mutfağına kazandırdığı eşsiz besinler
arasında. Yaşanılan iklimin ve imkânların bir sonucu olarak etin kurutulması,
pastırma ve sucuk gibi icatlar da atlı göçebe kültürünün bir göstergesi.
Bozkır Türklerinde et
kadar, bitkisel beslenmenin de ne denli önem teşkil ettiğini belirtmek gerek.
Ekmek için buğday ve arpa ekip biçen Türkler, bunun yanında çeşitli meyvelerle
de sofralarını zenginleştiriyorlardı. Pek çok et ürünü, meyve, sebze ve çeşitli
yemek, Türk destanlarında ve dönemin farklı milletleri tarafından kaleme alınan
Türk tarihi kayıtlarında geçiyor. Türklerin meyve ile yoğurdu birleştirip
tüketmeleri de çok eski zaman âdetlerinden biri.
Unutulan yeme-içme alışkanlıkları
Günümüzde modern yaşamı
belirleyen tüm üretim girdileri, eski âdet ve alışkanlıkları rafa kaldırmış
durumda. Tarih içinde göze çarpan en belirgin ayrım, yemek seanslarının
birlikte ve belli kaideler içinde gerçekleştirilmesinin, bugün artık çok da
önemseyen bir tutum olduğu.
Yemek sofrasında ilk
kaşığı, sofranın en büyüğü kullanırdı. İlk lokma her zaman en büyük aile
ferdine aitti. Bu, zannedildiği gibi son yüzyılın unutulmuş Anadolu âdetleri
arasında değil, çok eski Türk topluluklarına kadar giden bir edep kaidesi!
İslâm’dan sonraki Türk toplumunda ise yemeğe besmele ile başlamak ve sağ el ile
yemek de çok önemliydi. Elbette hâlâ bu kaideleri önemseyen aile ve bireyler
olmakla birlikte, bugün çok da rastlamadığımız tutumlardan biri.
Yemeğe besmele ile
başlamakla ilgili dinî bilgiler de dikkat çekici. O lokmanın vücûda sağlık
olarak nüfûz etmesi ve yemek sofrasındaki açgözlülüğün bertaraf edilmesi,
elbette Allah’ın adıyla ve şükürle birlikte mümkün olabilir. Fakat bunun
ehemmiyetini yeni nesillere aktarmada eksik kaldığımız aşikâr.
İlginç bir dipnot olarak belirtelim: Yenilen etin kemiğini sıyırmak, Türklerin sofra âdâbı çerçevesinde ayıp ve kusur olarak görülen bir eylemdi.
Yemeğe çorba ile başlanması ve bu çorbaların çeşnilerle zenginleştirilmesi, Osmanlı’nın en karakteristik özelliği. Elbette bugünkü gibi hazır çorbalarla geçiştirilen öğünlerden çok uzak bir karakter.
İkramın asla geri
çevrilmemesi yönündeki nezâket kuralı, yine geleneklerimiz arasında sayılması gereken
önemli bilgilerden biri. İnsan, tok da olsa ikram edilenden tadımlık alır ve
böylece karşıdakine verdiği değerle, o nimeti nasip eden Rabbine şükrünü beyan
etmiş olurdu.
Hızlı ve hazır yemek
kültürünün eksilttiği değerler, sadece âdap ve nezâket kuralları ile sınırlı
değil. İnsan yediği ve içtiğiyle hem sağlık ve afiyete erişebilir, hem de
hüsran ve hastalığa tutulabilir. Çok veya az yemek de nefsî açıdan önemli bir
detay. Fakat bir yandan da az yemenin sağlık üzerindeki olumlu etkileriyle
metabolizma ve sindirim sistemine olan faydası, en az nefsin köreltilmesindeki
ehemmiyet kadar dikkate değer. Küçük lokmalarla, çok çiğneyerek ve doyacak
kadar yemek, Türklerin en eski alışkanlıkları arasında olduğu gibi, İslâmî
kurallar dairesinde de yer alır ve en yeni tıbbî araştırmalarla da insan
sağlığına olumlu etkileri konuşulmaktadır.
Eski Türklerin yemek
alışkanlıkları, “göçebe” ve “yerleşik düzen” olmak üzere iki ayrı dönem olarak
düşünülebilir. Fakat önemli bir detay olarak ifade edilmeli ki, yerleşik
Türklerdeki yemek kültürü, göçebe dönemlerin üzerine eklenen bir gelişimi ifade
eder. Hem hayvansal, hem de bitkisel beslenilen göçebe yaşamı, yerleşik düzenle
birlikte tarımın ilerlemesi ve yeni materyallerle çeşitli mutfak gereçlerinin
üretilmesi sürecine girer; böylece mutfak kültürü genişler, gelişir ve
çeşitlenir. Bakır kaplar, çeşitli taslar, çömlek tabaklar gibi bir dizi
gelişme, özellikle yerleşik Türk toplumlarında farklı yemek çeşitlerini
beraberinde getirir.
Yere kurulmuş sofralara aile ile birlikte oturan, duâlarla yemeğe başlayıp şükürle bitiren, az yiyen ve küçük lokmalarla beslenen, yemekte zarâfet ve edep kuralları çerçevesinde davranan, aç olanı doyuran, ekmeğini paylaşan, tabiatta Allah’ın var ettiği bütün nimetlerden eşit derecede faydalanan, zararlı yiyeceklerden uzak durmayı bir gelenek hâline getiren, yemeğin yanında çeşitli içeceklerle sofrayı zenginleştiren, yemekte büyüğe saygıyı ve kibarlığı esas alan ve en önemlisi de, İslâm’la tanışan toplumun yeme-içme hareketlerini İslâm’ın çizdiği kurallarla belirleyen eski Türk kültürünün bütün bu göz dolduran alışkanlıkları, bugün büyük oranda yerini modernizme ve Batı özentisi bir sofra kültürüne bırakmış durumda.
Osmanlı’da yemek kültürü
“Türk kültürü”
dediğimizde, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan bir dönemler ve devletler dizisi
içinde ilk akla gelen Osmanlı’dır kuşkusuz. Sanat, ticâret, şehirleşme, yeme-içme,
toplumsal yaşam, üretim ve benzeri her alanda Selçuklu’nun bıraktığı mîrası
devralan ve onu geliştirerek bugüne bâriz etkiler bırakan en güçlü organımız,
Osmanlı Devleti olarak telâffuz edilebilir.
Dönemin mutfak karakteri
saray geleneklerinden başlar, halkın üretim ve beslenme yönelimlerine kadar
devam eder. Bu dönemde Batı’yla da ilk ve en etkin temaslar görülür. Ayrıca
Doğu-Batı arasındaki ticâretin odak noktası olan Osmanlı toprakları, çok geniş
coğrafyalarla etkileşim göstermesi bakımından da kültürel alışverişin güçlü
merkezidir. İpek ve Baharat Yolu’nun egemenliği boyunca Türkler, gıda
alışverişinde de oldukça üst düzey bir etkileşim göstermişlerdir. Hindistan ve
Çin’den Orta Doğu’ya gelen baharatlar ve çeşitli gıda ürünleri, Osmanlı
mutfağında hem aromatik, hem damak zevki, hem de sağlıklı beslenme
gereksinimini karşılarken, buradan Avrupa’ya ihraç ediliyor ve bu büyük pazar
payı, Türklerin en büyük gelir kaynağını teşkil ediyordu.
Bu ve benzer imkânlara
sahip olan bir medeniyet, elbette mutfak çeşitliliği bakımından da oldukça
ileri bir seviyedeydi. “Osmanlı mutfağı” denildiği zaman söylenecek çok söz var
elbette. Ama ana karakterine değinmek gerekirse, birkaç kavram, bunu karşılamak
için yeterli olacaktır.
Lezzet, çeşitlilik,
sağlıklı beslenme, sofra kuralları ve dinî kaygılar, Osmanlı yemek kültürünün
birincil temaları olarak zikredilebilir.
Osmanlı yemek kültüründe
baharatın çok kullanıldığı, bunun sadece lezzeti arttırmak açısından değil,
sağlık bakımından da önemsendiği görünüyor. Çeşitli içecekler ve şerbetler,
vücûttan zehri atan ve sağlıklı bir ömür sürmeyi hedef alan baharatların
karışımıyla yapılıyor. Bunlar âdeta sofraların vazgeçilmez unsurları olarak titizlikle
hazırlanıyor. Zencefil, kişniş, kimyon, safran, karabiber gibi baharatlar,
Osmanlı’da en çok tüketilenler arasında. Fakat yine de belirtmek gerek ki,
Osmanlı mutfağında en büyük özelliklerden biri, her şeyi kararında tüketmekti.
Bu yüzden baharat tüketiminde de belli bir sınır, kendiliğinden oluşmuştu.
Günümüzde tıbbî ve bilimsel
araştırmalar da gösteriyor ki, bütün bu gıda ürünlerinin kararında kullanımında
çok büyük faydalar var. Vücûtta biriken toksinlerin atılmasında ve yeni çağın
çeşitli zihinsel hastalıklarından korunmada baharatların etkisi yüksek.
Osmanlı’da yemek kültürü,
göçebe Türklerin âdetleriyle benzer noktalara da sahiptir. Özellikle sofra âdâbı
hususunda Türklerin Orta Asya’daki yerleşik yaşam biçimleri ve İslâmî tutumla
da eşleşen kuralları, Osmanlı’da da kararlılıkla devam etmiştir. Sofraların
özenle hazırlanması, göze hitap etmesi, topluca sofraya iştirak edilmesi ve her
nimetin faydasından nasiplenmek gibi gelenekler, Osmanlı’da da artarak devam
etmiştir.
Osmanlı’da yemek çeşitleri
Osmanlı mutfağının
vazgeçilmez yemekleri, bugün geleneksel sofralarda hâlâ rağbet görüyor.
Bitkisel ve hayvansal gıdaların takviyesiyle yapılan çorbalar, bu sofraların
şahı. Hem saray mutfağında, hem de halk sofralarında çorbasız yemek görmek,
dönem boyunca çok da mümkün değil. Yemeğe çorba ile başlanması ve bu çorbaların
çeşnilerle zenginleştirilmesi, Osmanlı’nın en karakteristik özelliği. Elbette
bugünkü gibi hazır çorbalarla geçiştirilen öğünlerden çok uzak bir karakter.
Ayrıca her çorba için tercih edilen baharat ve çeşnilerin farklılık göstermesi
de yine bir Osmanlı klâsiği olarak göze çarpıyor. Mercimek çorbasında eksik
olmayan kimyon, buğday çorbasında saf dışı kalıyor.
Türk mutfağının bugün
Batı’da da kabul gören ve sevilen yemeği kebap, yine bol baharatlı ve
envaiçeşit tarifle Osmanlı’nın vazgeçilmezleri arasında.
Et tüketiminde çok farklı
tarifler ve değişik sunumlar meydana getiren Osmanlı mutfağında, sebze
yemeklerinin ve zeytinyağlı yemeklerin de demirbaş niteliğinde olduğunu
söylemek mümkün. Yöresel farklılıklar gösteren pilav pişirme yöntemleriyle
çeşitliliği arttırılan öğünlerde, hamur işi yiyecekler de sağlam bir yere
sahip.
Yemek sonrası tatlı,
meyve, şerbet ve hoşaf gibi tüketim alışkanlıkları da dikkat çekiyor.
Osmanlı’da yemek çeşitleri
incelendiğinde çok yönlü bir beslenme programıyla karşılaşmak muhakkak. Fakat
hem baharat kullanımı, hem de bir gıdanın tüketimine olan temayülde Osmanlı’nın
ana yönelimi, her şeyden belli miktarda faydalanmak. Yemeklere katılan et yahut
baharat gibi gıdalar, belli oranlarda ve her yemeğe uygun düşecek tarzda tercih
ediliyor.
Osmanlı’dan yemek âdâbı ve incelikler
Osmanlı’da beslenme
tercihleri, sofra âdâbı, âdetler, alışkanlıklar; dinî hayat ve toplumsal edep
hudutlarında şekillenmişti. Bunlara değinirken hemen ilk sözde ele alınacak ve
bugün maalesef gerilerde bırakılmış inanış ve davranış biçimleriyle başlamalı.
Özellikle de günümüz gençlerine ve hattâ ebeveynlerine bir hatırlatma mâhiyetinde
önemle altını çizmeli!
Saraydan halka kadar, her
sofrada ve her hânede dikkat edilen yeme-içme kuralları şöyleydi:
Yemeğe besmeleyle
başlanırdı. Sofraya aile bireyleri birlikte otururdu. Sofrada fazla
konuşulmazdı. Sofradan “doymadan” kalkılırdı. Kapıya gelen kim olsa yemek ikram
edilirdi. Çoğunlukla yerde ve bağdaş kurarak oturulurdu. Yemeğe, önce yaşça
büyük olan başlardı. Misafirler ev sahibinden sonra sofradan kalkardı. Kaşığın
daha çok ucuyla yemek yenir, ağız ise sonuna kadar açılmazdı. Yemek yiyenin
yüzüne bakmak, âdâb dışı sayılırdı. Yemek sonrasında kırıntılar toplanırdı.
Günde iki öğün yemek saray âdeti olduğu kadar, halkın büyük çoğunluğu da
böyleydi.
Yemek sonrasında kahve
içilir, tatlı yenirdi. Tabaklara az koyulur, artık bırakılmazdı. İkram edilen
nimetler geri çevrilmezdi. Herkes kendi önünden yerdi. Başkasının önünden yemek,
kusur kabul edilirdi. Yemek yerken ses çıkarmak ayıplanırdı. Yemek sunulan
mekân ve sofranın temizliği ve de düzeni çok önemliydi. Her yemekte muhakkak
içecek olurdu. Şükürsüz, sofradan kalkılmazdı!
Yusuf Has Hacîb’in anlatımından
da yola çıkarak, bu ve benzer kuralların titizlikle uygulandığını görüyoruz.
Hattâ şerbet sunumunun, meyve tabaklarının ve sofra şıklığının gerekliliğini de
yine Yusuf Has Hacîb’in öğütlerinden anlamak mümkün.
“Osmanlı’da yeme-içme” deyince en önemli kavram, misafirlerin ağırlanması ve doyurulmasıydı. Hattâ sadece tanıdıkların değil, komşunun, yoldan geçenin ve kapıya gelenin aç bırakılmaması gibi bir incelik var.
Osmanlı mutfağının vazgeçilmez yemekleri, bugün geleneksel sofralarda
hâlâ rağbet görüyor. Bitkisel ve hayvansal gıdaların takviyesiyle yapılan
çorbalar, bu sofraların şahı. Hem saray mutfağında, hem de halk sofralarında
çorbasız yemek görmek, dönem boyunca çok da mümkün değil.
Selçuklu’da tek bir kaptan,
ortadan yemek yeme alışkanlığı dikkat çekerken, bu tutum Osmanlı’da da devam
etmiştir. Fakat bir yandan da ayrı tabaklardan yenilmesi ve sofraların daha
çeşitli materyallerle çeşitlendirilmesi de görülmektedir. Saray mutfaklarında
ise kullanılan gereçler çok daha özenli ve süslüydü. Şerbet içilen taslar,
bakır tencereler, gümüş cezveler bunlara örnek olarak verilebilir. Yemek
takımları da yine bu dönemin saray mutfaklarında önemli bir yere sahipti.
Osmanlı’nın son yüzyılında
ise Batı’yla olan iletişimin artması, mutfaktaki değişimin de temelini
oluşturur. Hem kullanılan gereçler bakımından, hem de tüketilen gıdalar
açısından Batılılaşmanın ilk adımları 19’uncu yüzyıl süresince dikkat çeker.
Saray ziyafetlerinde davetlilerin belli kurallarla sofraya oturması ve müzik
eşliğinde yemek yenmesi gibi âdetler, Batı etkisinin ilk değişkenleri olarak
örnek gösterilebilir.
Geleneksel ile modern
beslenme tarzlarının karşılaştırılması
Eski Türklerden Osmanlı’ya
kadar en dikkat çeken ortak payda, yeme-içme faaliyetinin belli kuralara bağlı
olması, saygı ve ihtiramla sofraya oturulması, tek yönlü beslenmenin
idarecilerde de, halkta da görülmemesi, sofra şıklığının ve misafir ağırlamanın
önemli bir yere sahip olması ve paylaşmanın toplumun genelinde önem arz etmesi
olarak özetlenebilir. Bunlar bir toplumun gelişmişlik seviyesini ve sosyolojik
yapısını da anlamada büyük öneme sahip. Hiç şüphesiz sofrada belli bir düzene
uymakla yükümlü aile bireyleri ve çocuklar, sorumluluk ve edep kurallarını
hayatın her kısmında dikkate alacak bir kodlamaya sahiplerdi. Bir toplumun
sosyo-psikolojik yapısı nasıl ki sofra âdâbı ve yemek kültürüyle birebir
uyumluysa, bireylerin tutum ve davranışlarında, yaşamı algılama ve yönlendirme
güdüsünde de bir o kadar etkili olacaktır.
Bu yoldan hareketle,
bugünün insanî kayıplarında değişen kültürel geleneklerin ve yeme-içme
alışkanlıklarının yeri hacimli olsa gerek. Tüketilen gıdaların değişmesi,
doğallığının bozulması, vücûda kimyasal girdilerin artması ve sofra âdâbının
çok büyük bir oranla unutulmuş olması, günümüz insanında tüm gelişimsel ve
algısal hareketlerinin de aksi yönde değişmesine neden olmuş durumda.
Modern insan, daha geniş
çevresel etkileşime sahip birey tipolojisiyle başlar. Bu etkileşimden kasıt,
hem daha fazla insan, hem daha fazla yer, hem de daha fazla imkân anlamına
hizmet ediyor. Modern insan, yaşadığı çağın teknolojik ve bilimsel
kazanımlarıyla, daha pratik bir gündelik aktiviteyle yaşamı idâme ettiriyor. Daha
aktif gibi algılanan 2000’li yılların insanı, geçmişteki iş gücü oranına
nispetle aslında çok daha pasif. Bu pasifize olmuşluk, düşünce ve algı sistemi
üzerinde de bir atâleti meydana getiriyor. Hâl böyle olunca, yeme-içme
kültüründe de asıl hedef; sağlık, birliktelik ve çeşitlilik değil de kolaylık,
hız ve haz gibi kavramlar oluyor.
Modern insanın sofra kültürü
Her şeyin insan gücüne
ihtiyaç duyduğu çağlardan, her şeyin bir mekanizma ve bilgisayar sistemine
bağlandığı bir yaşam biçimine erişmiş durumdayız. Azalan emekle birlikte günlük
işlerin de kolayına kaçan bir toplum psikolojisi gitgide yaygınlaşıyor. Sabah
kahvaltıları ayaküstü ya da tost gibi basit yiyeceklerle geçiştiriliyor, akşam
yemekleri ise dondurulmuş gıdalar ve hazır yemek servisleri aracılığıyla icra
ediliyor. Çocukların açlık ve gereksinim odaklı beslenme faaliyetleri, tatmin
ve oyalanma gâyesine evriliyor. Birlik içinde oturulan sofralar ve ev yapımı
lezzetler rafa kalkıyor, bütün bu değişimlerle gelenek, âdet ve âdâb
kurallarını yaşamayan ve görmeyen bir nesil yetişiyor.
Günümüzde çocukların, bir
dolu kimyevî karışıma maruz bırakılmış çikolata, bisküvi, cips, katkılı meyve
suları, boyalı şekerler ve pek tabiî hamburger gibi hızlı yemeklerle oyalandığı
ve neredeyse tek gıdalarının bu tip zararlı ve haz odaklı yiyecekler olduğu bir
gerçek. Elbette her anne-baba, evlâdının sağlıklı olmasını temenni eder. Fakat
bugün dört bir yanımız bu yiyeceklerle kuşatılmış vaziyette… Çocuklarımızı ne
kadar sakınsak da, televizyonda ve internette paket ürünlerin göz alıcı
reklâmlarına maruz kalmalarına mânî olamıyoruz. Gıda pazarında, çok üretim ve
uzun saklama ömrünü hedef alan firmalar, bu yolda çeşitli varyasyonlar
deniyorlar. İnsan vücûduna yabancı katkı maddeleriyle giren kanserojen
ambalajlarsa bu hedefin ilk inikası. Ayrıca daha ucuz üretim adına pek çok gıda
ürününde saflık oranı da düşürülmüş durumda. Hangi gıdanın hangi oranda haslığını
koruduğunu bilmiyoruz; adı “bal” olan bir gıdayı aldığımızda, içinde gerçek bal
oranı ne kadar, bilmek güç!
Bundan bir 30-40 yıl öncesine kadar çocuklar rendelenmiş meyveler, ev yapımı bisküviler, çorbalar veya yoğurt gibi atıştırmalıklarla mutluydular. “En zararlı” diyebileceğimiz atıştırmalık, ekmek üzerine yağ veya salça sürülerek yapılan kaçamaklardan ibâretti. Market ürünlerinde çeşit az, özendiricilik oranı düşüktü. Bu aynı zamanda insanlarda ve bilhassa çocuklarda tatmin duygusunun daha çabuk zirve yapmasını sağlıyordu. Bugün yine ev yapımı yemeklerin ve atıştırmalıkların tadı aynı; fakat tatmin etme oranı düşük. Çünkü çok geniş seçenek yelpazesi, sürekli aklı kandırıyor.
Günümüzde
tıbbî ve bilimsel araştırmalar da gösteriyor ki, bütün bu gıda ürünlerinin
kararında kullanımında çok büyük faydalar var. Vücûtta biriken toksinlerin
atılmasında ve yeni çağın çeşitli zihinsel hastalıklarından korunmada
baharatların etkisi yüksek.
Modern insanın sofrasız
akşamları var. Sohbetsiz sofraları ve sağlıksız doyumları… Bunların kültürel
değişimle, Batı etkisiyle ve teknolojik çağın dezavantajlarıyla ilgisi olduğu
kadar, üretim ve alternatif çokluğu gibi maruz kalınan yeniliklerle de birebir
bağlantısı bulunuyor. Ve bir o kadar da bozulan ruhsal yapımız ve mânevî
açlığımızın doyum arzusu da değişen yemek alışkanlıklarımızda sorumlu.
Hâlâ köylerde ve kırsal
bölgelerde, tabiatın kucağında ruhsal tatmine ulaşan bireyler var. Onların
beslenme alışkanlıkları da şehirde yıpranan psikolojisiyle direnen insanlara
oranla hâlâ daha iyi durumda. Hiç inkâr edilemez ki, şehrin stres ve hırs
odaklı yaşantısı, beslenme tarzına en büyük tahribatı gerçekleştiriyor!
Psikiyatr uzmanlarının
araştırmaları ve bu konuda kaleme alınan bilimsel makaleler, yeme-içme
hareketinin stres ve buhran ile doğru orantılı arttığını ve tercih edilen
gıdaların da yine ruhsal durumdaki sallantılarla kötüye doğru bir gidiş gösterdiğini
gözler önüne seriyor. Bu yüzden doğanın renginin azaldığı, beton yapıların
insana hükmedercesine yükseldiği şehirlerde, artan stresle bir mücadele hâline
zapt edilmiş modern insan, iki farklı bağımlılıkla uğraşıyor: Hiç yiyememek ya
da aşırı yemek…
Fast food (hızlı yemek) ve sağlık (!)
“Hızlı yemek” dediğimiz
hamburger, kızartma gibi besinlerin özellikle sık tüketiminde birkaç handikap
var. Öncelikle bu yiyeceklere lezzet ve aroma artırıcı maddelerin kullanıldığı
biliniyor. Bu sayede insanda yedikçe daha çok yeme eğilimi başlıyor. Âdeta
bağımlılık yapıyor. Ve sebze, baklagiller gibi standart yemeklerden alınan
hazzı ekarte ediyor. Bunun da iki sonucu var: Birincisi; vücudun ihtiyaç
duyduğu mineral ve vitaminler eksiliyor. İkincisi; obezite yaygınlaşıyor.
Araştırmalar, hızlı yemek
kategorisinde yer alan gıdaların kalp ve karaciğer üzerinde çok büyük menfi etkilerinin
olduğunu gösteriyor. Bu gıda türünde hayvansal yağ kullanımı zirve yapmış
durumda. Besin değerleri oldukça düşük, ayrıca anlık doyum hissi verse de
yükselttiği şeker ile daha büyük açıkları peydah ediyor. Yine bu hazır
yemeklerde yüksek kafein oranı ile hem fiziksel, hem zihinsel problemler baş
gösteriyor. Bunlar tamamen bilimsel araştırmalarla uzmanlar tarafından öne sürülen
gerçekler.
Elbette hızlı yemek
kültürünün olumsuz etkileri sadece sağlık üzerinde cereyan etmiyor. En baştan
beri dile getirdiğim birlik ve özen içinde kurulan sofralar, hızlı ve hazır
yemek alışkanlığı ile tamamen unutulmuş oluyor. “Biz” yaşamı, yerini “ben”
yaşamına teslim ediyor. Bireysel doyum ve haz, aile fertleri arasında görülmez
duvarlar örüyor. Tek başına doyuma ulaşan birey, teknolojinin mahkûm ettiği
sosyal çevrenin de varlığına güvenerek, tek kişilik bir yaşam çemberinde ömür
tüketiyor.
Yemek bağımlılığı ve psikoloji
“Modern insan” başlığında
da kısmen değindiğim, son dönemde gitgide artan ve insanı bedensel sağlığından
ruhsal gücüne kadar tüketen “yeme bağımlılığı”, toplumsal bir travma hâlini
aldı. Bu bağımlılık, ya bir gıda tipinin çok tüketilmesi yönünde ya da gün
içinde her şeyi çok fazla ve hırsla yemek yönünde gerçekleşiyor. Çok zaman
açlık ile güdülenen insan, bu bağımlılıkla birlikte farklı uyaranlara sahip
oluyor. Uyaranlar daha çok zihinsel ve ruhsal teamüller; öfke, kızgınlık, kırgınlık,
maddî sıkıntılar, iş yoğunluğu, stres, ikili ilişkilerdeki aksamalar, çok fazla
TV veya bilgisayar başında zaman geçirme gibi duygu çizelgesine direkt etki
eden durumlarda kişi, hırsla ve doymayacakmış gibi bir yeme arzusuna düşüyor.
Bu bağımlılık türü, hiç de öyle hafife alınacak gibi değil! Diğer tüm madde bağımlılıklarındaki ısrarcı içtepi devreye giriyor. Bu zorlayıcı uyaranların hedefi olan yemek ihtiyacı karşılanmadığında, kişide artan stres ve öfke nöbetleriyle fiziksel sorunları tetikliyor. Ve işin en ilginç tarafı, yeme seansları ne kadar bol da olsa, doyum hissi kısa süreli ve etkisiz kalıyor.
Fiziksel ve zihinsel
etkileri olan bir rahatsızlıktan kurtulmak da oldukça kompleks. Fakat
doktorların bu konudaki tavsiyeleri genellikle uyaranları bertaraf etmek
yönünde. Ki bu da bireyler için çok kolay değil. Stresi yok etmek için stres
faktörlerini ortadan kaldırmak gerekiyor. Fakat bu faktörler sadece bireysel ve
ailevî değil, toplumsal ve hattâ global bir seviyede olduğundan, kişinin bu
konudaki yetki alanı kısıtlı. Fakat yine de hiçbir bağımlılık, baş edilemeyecek
bir sorun değildir.
Bu iddiamı şöyle
açıklarım: Öncelikle, -her zaman söylediğim gibi- insan fıtratında var olamayan
şeyler, insanın aklından, ruhundan ve kalbinden tamamen temizlenebilir. Fakat
bu yolda kararlılık ve doğru adımların tespiti oldukça mühim. Bilimsel
kanaatler elbette tıbbî yardım almak ve tatmin duygusunu besleyecek zararsız
alışkanlıklar edinmek yönünde, buna katılmamak mümkün değil. Ama ekleme yapmak
da hakkımız.
Kişisel inancıma göre her
tür bağımlılıktan kurtulmanın yolu, mânevî varlığımızı beslemekten geçer. Ki
bunun da yegâne yolu, ibâdet, duâ, şükür ve tövbedir. Mânevî varlığımız ne
kadar güçlenirse, uyaranların egemenliği de o denli azalır. Fakat din de insana
der ki, “Bir hastalık varsa, şifâ da vardır”. Öyleyse şifâyı hem tıpta, bilimde
ve verilerde aramalı, hem de şifâ verenin Allah olduğunu unutmadan, O’nun
yolunda mâneviyatı güçlendirmeli.
Değişen yemek kültürü ve ailevî yıkım
Aile, yer altında köklerle
birbine bağlanmış ağaçlar gibidir. Dışarıdan bakan tek tek ağaçlar, farklı
farklı yapraklar ve meyveler görür. Fakat işin içyüzü çok başkadır. O ağaçlar
birbirine yakındır. Dışarıdan temas etmeseler de içeride sıkı köklerle bağlıdırlar.
Bir ağacın bir yana eğilmesinde de diğer ağaçların kökleri rol oynar. Bazen
kökler birbirlerini beslerler. Biri topraktan besin alır, diğer ağacın köküne
transfer eder. Böyle böyle, bir arada ve dimdik ayakta dururlar. İşte aile
böyledir!
O koca gövdeleri ayakta
tutan köklerin kesildiğini, çürüdüğünü ve birbirleriyle olan temasın
engellendiğini düşünsenize, işte burada teklik ve yalnızlık çağı başlar! Bu çağ
verimsiz, sağlıksız, sevgisiz ve mâzisiz bir yalınlıktır. Ancak bir arada ve
temas hâlindeki kökler arasında bir alışveriş mevzu olabilir. Birbirinden
ayrılmış ve kökleri kesilmiş hiçbir ağaç, ayakta ve sağlıklı kalamaz. İnsan
gibi…
İnsan, değişim ve
gelişimle anlamlanan bir varlık. Fakat bu anlamı yoğuran, pekiştiren de
geleneklerin ve geçmiş kültürel zenginliğin yaşatılmasında gizli. Çünkü onlar,
köklerdir. Dallar, tomurcuklar ve meyveler; gelişim ve değişimi sembolize eder,
kültürel zenginlik ve gelenekler de köklerin temsilcisidir.
İşte bizi güçlü bağlarla
birleştiren köklerimizin yani kültürümüzün her bir alanda var edilmesi elzem.
Konumuz üzere, o birlik içinde oturulan ve geleneğin büyükten küçüğe
aktarıldığı kısa zaman dilimlerini ifade eden yemek sofraları da bu kültürün ve
geleneğin birer yansıması. Ne zaman ki dünyada işler değişti, yemek kültürü modernizme
kurban edildi ve sofra âdâbına olan hürmet rafa kalktı, işte orada aile bağları
ve kökler açısından da bir şeyler kötü gitmeye başladı!
Tüm ailenin oturacağı
sofralar demek, özenilmiş yemekler ve sohbet demek. Bu sohbetlerde evin
küçükleri, sadece yemeği sindirmekle kalmayacak, öğütleri ve büyüklerin edep
çizgisindeki hareketlerini de sindirecek demek… Bu sofralarda saygının büyükten
küçüğe aktarılması demek… Ekmeği paylaşmak demek… Aynı tabaktan yemek, nefsi
öldürmek, “biz”i hatırlamak demek… Besmeleyle başmalayı, şükürle sofradan
kalkmayı bilmek demek…
Bu anlattığım tesirler,
yalnızca bir akşam yemeğinde, kısa bir zaman diliminde var edilebilecek
kazanımlar. Bir de bunun devamında güçlenen bağlarla birlikte yaşatılan bir
beraberlik var ki, hayatın her bir zorluğuna birlikte direnecek gücü, her
güzelliğe birlikte sevinecek ruhu o yuvaya nakşeder. Belki tüm gün ayrı
işlerde, okullarda ve uğraşlarda zaman tüketen bireyler, yalnızca bir akşam
yemeğinde sıcaklığı ve sevgiyi tekrar hatırlayacak. Bu bir yandan ruhsal bunalımları
yok edecek kadar güçlü bir ilâçtır, bir yandan da insana unuttuğu duyguları
hatırlatacak bir terapi.
Birlikte yenen yemeklerde
hicap vardır. Özen vardır. Kaşık çatalı kullanmaktan, lokmanın çiğnenmesine
kadar dikkate davet eder insanı. Ekmeği bölerken arkasını düşünmeye iter.
Yemeği yapanın emeğine teşekkürü ve bu birliği, nimetleri var edenin lütfuna
şükrü hatırlatır.
Esef ile beraber, herkesin
yoğun ve buhranlı olduğu bu ruhsal hastalıklar çağında sofralar, tabaklar,
ekmekler ve mekânlar ayrıldı. Evlerde tencere yemeklerinin oranı düştü, hazır
yemeklerde çeşitlilik arttı, kişilerin tek başına icra ettiği kısa, hızlı ve
biçimsiz beslenme modeliyle kökler sonuna kadar ayrıldı.
Kökleri ayıran bu çağ, güveni, muhabbeti, emeği ve kıymet bilirliği de yok etti. Yemek kültürü ve âdâbının gerilerde kalması, belki de yeni nesil açısından çok daha büyük deformasyonları beraberinde getirecek. Bilip de yapmayan, yapamayan bir nesilden, bunları bilmeyen ve hiç görmeyen bir nesle doğru gidiyoruz. Bugün birilerimiz en azından bu değişimin sancıları yüzünden üzülüyor ve gayret ediyorsa, bir sonraki nesilde bunun kaygısını bile bilmiyor olacağız. İşte ailevî yıkım! (Devam edecek…)