HER şeyi
hızla ve ölçüsüz bir şekilde tükettiğimiz, ardımızda bir atık yığını bırakarak
yol aldığımız ve yeni olumsuzluklarla olan tanışıklığımızı sindirdiğimiz bir
garip hâllerdeyiz. Tüketmek, insanın en güdüsel hareketlerinden biri. Hele ki
bu, yaşamı sürdürmek hususunda birincil statüyü meydana getiren yeme-içme gibi
bir kulvardaysa, “tüketmek” fiilinde zirve yaptığımızı söylemek mümkün.
Hem millet olarak, hem de
insanlığın tüm organizması bakımından beslenme kültürü, diğer tüm alışkanlıklar
ve yaşam şekilleri gibi büyük değişimlere uğramış durumda. Fakat en radikal
değişimin algı ve inanç sistemimiz üzerinde gerçekleştiği muhakkak. İnsan en
çok da algı ile var olan ve ardından gelecek bütün hareket ve tercihleri bu
algı ile sağlayan bir sistem. Sadece yeme-içme hususunda değil, bütün hassasiyetlerimiz
ve yaşam biçimlerimiz için önce değişen algının ele alınması gerekiyor. Algıyı
meydana getiren bütün dinamikler, zamanın teknolojik, iklimbilimsel, meslekî ve
sağlık standartları gibi geniş çerçevede ele alınabilecek ve karşı konulamaz
nitelikte değişimleriyle birlikte tahrip oluyor.
Hayatı kolaylaştıran bir
modern buluş, önce zaman yönetimini ve insanın o zaman içindeki hareket
tercihini değiştiriyor; sonra bu, nesilden nesle aktarılan bir algı değişimini
tetikliyor. En son varılan düzlükte, neyin neden olduğunu analiz edemeyecek
kadar uzak bir kültürü peydah etmiş bulunuyoruz.
Evet, bu algı yıkımı
değerindeki tüm değişimler, olumlu-olumsuz yönleriyle birlikte, her bir ilkel
karakterimiz üzerinde büyük etkilere sahip. Hâl böyleyken, en ilkel ve en gerekli
hayatî rutinimiz, “yeme-içme” programımızda da yıkıcı ve evrimsel bir tersyüz
etme operasyonu, başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiş bulunuyor.
Birinci bölümü geçtiğimiz ay yayınlanan dosyamıza bu ay kaldığı yerden devam ediyoruz…
Modern beslenme tarzını bir kenara bırakmalı, Yaradan’ın her mevsime uygun var ettiği nimetlerden kararında faydalanmalı. Temizliğe ve az yemeğe dikkat etmeli. Fakat her şeyden önce Allah’ın adıyla başlamalı!
Obezitenin artmasının öncül
nedenleri ve yemek sosyolojisi
Obezite… Halk diliyle “aşırı
şişmanlık”… Elbette sebep “çok” ve “sağlıksız” yemek… Bu, olayın sebebi gibi
görünebilir ama aslında sonucudur. Obezitenin hızla artışındaki en büyük neden,
sofra alışkanlığının kalkmış olmasıdır. Çorba, tencere yemeği ve salata gibi
çeşitlerin olduğu bir sofradan obez olarak kalkmak zordur. Fakat gün içinde
abur cubur, hamburger ve benzerleriyle beslenme ihtiyacını karşılayan her bireyde
obezite ihtimâli oldukça yüksek.
Diğer sosyolojik nedenler
de obeziteyi böyle gündemde tutuyor kuşkusuz. Stresli yaşam, tüketim çağının
zorlayıcı etkileri, daha fazla zamana ihtiyaç duyan modern insanın uyanık kalma
mücadelesinde kullandığı uyaranlar (kafein, çay, sigara vb.), depresyon
oranlarındaki artış ve depresyonu tetikleyen amillerin fazlalığı gibi…
Ve pek tabiî hareketsiz
yaşam…
Hareketin sabah evden
çıkıp işe gitmek ve akşam eve gelmek olduğunu zanneden bir kitle var. Fakat bu
asla obeziteyi ve depresyonu (ayrılmaz ikili) yok edecek kadar güçlü bir
hareket değildir. Çoğu iş yerinde masa başı işlerde çalışıyoruz. Bunun nedeni
elbette her şeyin o dijital kutulara (bilgisayar) bağlanmış olması. Oturmak ve
sürekli bir ekrana bakarak zaman tüketmek, yeme ihtiyacını tetikliyor. Bu
yalancı bir uyaran. Aslında fiziksel bir açlık henüz oluşmamış ama insanı
yemeye iten bir psikolojik açlık sürekli zil çalıyor. Bu insan çâreyi hazır
yemeklerde buluyor ve yedikten sonra da oturmaya yani hareketsiz kalmaya devam
ediyor. Zaten yüksek kalorili ve besin değeri düşük gıdaların menfi etkisi, bir
de hareketsiz şekilde tüketildiği zaman katbekat artış gösteriyor. Böylece yeni
kendimizle tanışmanın vakti gelmiş oluyor: Hareketsiz, sağlıksız, buhranlı ve
obez... Daha da yıkıcı bir şey söylemek gerekirse, bütün bu hareketsizlik ve
buhran hâlleri, obeziteyi meydana getiriyor. Fakat obezite, daha büyük
hareketsizlikleri ve kompleks psikolojik sorunları doğuruyor.
Bunlardan başka; katkı
maddeli gıdalar, uzun süre aç kalıp saldırırcasına yenen yemekler, ayaküstü
atıştırmalar ve doyumsuzluk, maddî sıkıntılar, aile içindeki yalnızlık, eğitimsizlik,
bozulan hormonal denge ile süreklilik kazanan açlık gibi daha pek çok madde, obezitenin
hayatımıza bu fütursuz girişine davetiye çıkarıyor.
Bir hadîs-i şerifle bu
konuya ve ailece oturulan sofraların önemine güçlü bir dayanak oluşturmalı: Bir gün Allah Resûlü’nün
ashâbı, “Yâ Resûlallah, yemek yiyoruz, ama karnımız doymuyor” dediler.
“Muhtemelen ayrı ayrı yiyorsunuz” diye karşılık verdi. “Evet” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Birlikte yiyin ve besmele çekin ki yemeğiniz bereketli
olsun” buyurdu.
Dinî perspektifte beslenme
Hemen bir şeyi açıklığa
kavuşturmalı. Yaradan’ın yasakladığı ve haram kıldığı bütün yiyecekler, insanın
bedenî, zihnî ve kalbî varlığını bozar. Domuz eti yiyenlerde birçok duygunun ölümü
gibi… Alkol tüketiminin hem iç organlara, hem de akıl sağlığına verdiği
tahribat gibi… Yediğimiz içtiğimiz şeyler tüm organlarda bir etki bırakıyor,
doğru, ama ondan daha fazla ruh ve mâneviyat üzerinde, insan karakterini ve
diğer tercihlerini şekillendirecek kadar büyük bir anlama sahip.
Tabiî ki sadece yediğimiz
şeyler değil, yeme şeklimiz de son derece mühim. Bu konuda âyet ve hadîslerden
öğrendiğimiz bir adap çerçevesi belirlenmiş. Öğrenmek ve uygulamak, sağlık ve
huzurumuz için yaşam destek ünitesi değerinde…
Hazreti Aişe’den (ra) rivayet olunur ki, Allah Resûlü
(sav) buyurdu: “Biriniz yemek yerken ‘Bismillah’ desin; başta söylemeyi
unutursa sonunda ‘Bismillahi fi evvelihi ve’l-âhirihi’ (Başında da sonunda da
Bismillah) desin.”
Dinimiz, her işe Allah’ın
adıyla başlamayı tembihler. Bu, o işe haram, günah ve şeytanın karışmaması için
yegâne önlem. Allah’ın adıyla başlanan bir yemek, vücûtta sıhhat olarak zuhur
eder. Bir yandan da yemeklerde göremediğimiz mikrop ve bakteriler de besmeleyle
bertaraf edilebilir. Duâ ve şükürle oturulan bir sofrada kalpler yaklaşır.
Doyumsuzluk adlı düşman mağlûp olur.
Yine bir başka hadiste,
yemeğe tuzla başlayıp tuzla bitirmenin önemine de değinilmiş. Tıpta tuzun üç
zararlı beyazdan biri olarak gösterilmesi, bir şeyleri yanlış anlama
sürüklüyor. Öncelikle her şeyin fazlası zararlıdır. Ayrıca bugün işlenmiş
tuzların vücûtta yarattığı hasarlardan tuz değil, diğer katkı maddeleri
sorumludur. Yemeğe tuzla başlamaktan kasıt, elbette çok küçük bir miktar. Tuz
vücûtta asit dengesini sağlayan ve yokluğunda çeşitli fiziksel aksamalara neden
olan bir nimet. Dil ucuyla tadılacak miktarda tuz, yemekten önce beyne bir
uyarı gönderiyor. Bu sayede sindirimi kolaylaştıracak bir sistem devreye
giriyor. Ağız içinde tükürük bezlerinin salgılanması artıyor, midede sindirimi
artıracak bir mukoza meydana geliyor. Diğer bir yandan mikrop öldürücü
özelliğiyle tüm sindirim sistemini temizliyor.
Eski Türklerde bağdaş
kurarak sofraya oturmak âdetti. Yer sofralarında samîmi yemekler yenirdi. Bu
hususta da Peygamber Efendimiz’den (sav) öğreneceklerimiz var. Enes (ra) şöyle
demiştir: “Allah Resûlü’nün (asm) dizlerini büküp kalçaları üzerinde oturduğu
hâlde yemek yediğini gördüm.” (Müslim)
“Bir yere dayanarak yemek yemeyiniz” (Buhari) şeklindeki
hadîs de önemlidir.
Sağ elle yemeğe başlamak
ise başka bir başlık… Çocukken sık sık “Sağ elinle yemek ye” tembihini duyardık.
Osmanlı’da da “sofra adâbı” denildiğinde besmele çekmek ve sağ el ile yemek
akla gelirdi. Şimdilerde bu hassasiyetlerin azaldığına da hüsranla şâhit
oluyoruz. Peygamber
Efendimiz (sav), “Sol
el ile yemeyin, çünkü şeytan sol eliyle yer” (Müslim,
Eşribe 105) buyurmuşlardır. Ömer b. Ebû Seleme (ra), “Resûlullah bana, ‘Bismillah de, sağ elinle ve
önünden ye’ dedi” diye rivâyet eder.
Yemekte tatminsizlik ve
doyumsuzluk, bugünün en büyük sorunlarından biri. Zaten artan obezite oranları
hakkında konuşurken de bu psikolojik buhran üzerinde durmuştuk. Bunun sebebini
Peygamber Efendimiz çok güzel açıklıyor. Bir sofraya beraber oturmak ve yemeğe
besmele ile başlamak, bu doyumsuzluk ve açgözlülük duygusunu bertaraf ediyor.
Tabakta yemeği yarım
bırakmak da doyumsuzluk kadar kötü bir haslet. Eskilerin âdeti olduğu üzere
yiyeceğimiz kadar yemek almak ve tabağı tamamen bitirmek gerekiyor. Peygamber
Efendimiz (sav) de bunu emrediyor. Hattâ tabağı sıyırmanın, yemekten alınacak
bereketi âbâd edeceğine işaret ediyor.
İçmek hususunda da detay
bilgiler, hadîslerde ve rivâyetlerde dikkat çekiyor. Peygamber Efendimiz’in
(sav) suyu üç nefeste içmesi ve sürahi, testi gibi büyük su kaplarına ağız
dayayarak içmeyi yasaklaması bu bilgiler arasında. Ayakta su içmemek gerektiğini
de yine Ebû Hüreyre’den (ra) bir rivâyetle anlıyoruz: “Resûlullah, ‘Sizden biri
ayakta su içmesin. Unutarak içerse de kussun’ buyurmuştur.”
Altın ve gümüş kaplardan
su içmek de dinî açıdan hoş karşılanmaz. Peygamber Efendimiz bu konuda da hüküm
vermiş ve bu tip kaplardan su içmeyi yasaklamıştır: “Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu
(tehlikelisi) şunlardır: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, (maddî ve
mânevî) tembellik ve yakîn (iman) zayıflığı.” (Suyuti, Fethu'l-Kebir, 1/58)
Âlimler bu hadîsi
yorumlarken göbek bağlamak değiminden kastın kilo olmadığını fakat doyumsuzca
ve açgözlülükle yemeye işaret ettiğini söylerler. Zaten çok yemek insanda zihnî
ve kalbî yorgunluk yapacağı gibi, çok uyumak ve tembellikle de birebir
bağlantılı.
Hazreti Ömer, “Çok yeme içmeden sakının! Zira o, bünyenizi hastalandırır, korkaklığı arttırır
ve ibâdetlerinizde tembelleştirir” (Aclunî, Keşfü'l-Hafa, 1/279) buyurmaktadır.
Hazreti Ali, “Eğer karnın doymuyor ve obur isen, kendini müzmin hastalardan say” (Mâverdî, Edebü'd-dünya ve'd-din, s. 533)
demiştir. Çok yemek ile alâkalı bir başka hadîs-i şerifte, “İki kişinin
yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter” (Buhari, Etıme, 11) buyurulmaktadır.
Az yemek, besmeleyle
başlamak, küçük lokmalarla ve önümüzden yemek, sofraya beraber oturmak, davete
icabet etmek, yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirmek, suyu üç nefeste içmek, altın
ve gümüş kaplardan su içmemek, sofradan doymadan kalkmak, bir yere dayanmadan
yemek, yerde oturmak, ayakta su içmemek gibi bir dolu incelik var dinimizde.
Bunların pek çoğu bugün tıbbî ve bilimsel olarak da faydalı olarak kabul görüyor.
Bizim yapmamız gereken, bilim tarafından henüz anlaşılmamış da olsa, dinimizin
ve Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetleriyle yaşamı idame ettirmektir. Ve yeme-içme
adâbında inanç ve kültürümüzü olabildiğince yaşatmak… Bunların sadece bireysel
değil, toplumsal faydaları ve nesillere yön verecek etkileri var.
Dikkat ettiğimizde, günümüz yeme-içme alışkanlıklarındaki sorunların temeli, dikkate alınmayan dinî öğütlere ve saf dışı bırakılan kültürel alışkanlıklara dayanıyor: “Allah size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Bununla birlikte, kim yemediği takdirde ölecek derecede mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak kaydıyla bunlardan yemesinde bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Bakara, 173)
Hadîs ve rivayetlerle
belli bir yeme-içme adâbını anlamıştık. Fakat dinimizde yemek hususundaki en
önemli ayrım, o gıdanın helâl olup olmamasıdır. Bu, bazen yediğimiz şeyin direkt
haram olması, bazen de o yemeği elde edişimizin helâl olmamasıyla meydana
gelebiliyor. Bir Müslüman için hayatın en ince ve hassas hudutlarından biri bu
olsa gerek. İnsan helâl yemekle sağlık ve huzura erebilir. Helâl yemekle ancak
salih evlâtlara ve dini bütün bir zürriyete sahip olabilir. Haram ve helâl
konusunda çok geniş bir bilgi veren Mâide Sûresi’nin 3’üncü âyetine de
değinmeli:
“Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen murdar
hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen hayvanlar, henüz
canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz dışında boğularak, bir
şey vurularak, yukarıdan yuvarlanarak, boynuzlanarak yahut yırtıcı bir hayvan
tarafından parçalanarak ölen hayvanlar, putlara ait sunaklarda kesilen
hayvanlar ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler, yiyecekler. Bunları
yemek, Allah’ın yolundan çıkmaktır. Bugün artık kâfirler dininizi söndürmekten
ve sizi dinden döndürmekten ümitlerini kesmiş durumdadırlar. O hâlde onlardan
korkmayın, Benden korkun! Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki
nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Ancak kim açlıktan
bunalıp çâresiz kalırsa, günaha meyletmeksizin, haram olan bu etlerden
yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Mâide, 3)
“Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan
başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye
mecbur kalır da, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü
geçmemek şartıyla yerse, ona da bir günah yoktur. Çünkü Allah çok
bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nahl, 115)
Şu dinin güzelliğini anlatmaya
kelimeler yetmez herhâlde!
Haram ve helâli konuşurken
bile Yaradan’ın ne kadar merhamet sahibi olduğunu insan bütün hücrelerinde
hissediyor. Bize haram kılınan yiyecekler anlatılıyor ama ölmemek için
bunlardan yediğimizde de günahkâr olmayacağımız müjdeleniyor. Herhâlde bu Hakk
dinin bir mensubu olduğumuza şükredeceğimiz bir andayız. (Elhamdülillah.)
Dinimiz haram yemenin
günah olduğu bir dinden daha fazlasıyla, helâl yemenin bir ibâdet sayıldığı
cömertlik ve rahmete sahip.
Çorba, tencere yemeği ve salata gibi çeşitlerin olduğu bir sofradan obez olarak kalkmak zordur. Fakat gün içinde abur cubur, hamburger ve benzerleriyle beslenme ihtiyacını karşılayan her bireyde obezite ihtimâli oldukça yüksek.
Özetle din (âyet ve hadîslerle)
bize şunları söylüyor: Besmeleyle yemeğe başla. Helâl ve temiz ye. Sağ el ile
ye. Az ye. Paylaş. Hâddi aşmadan ye. Helâli haram sayma, haramı helâl görme. Cömert
ol. İkram et. İkramı geri çevirme. Şüpheli yiyeceklerden uzak dur. Sofraya
birlikte otur. Tabağı sıyır. İsraf etme. Misvak kullan. Allah’tan başkası adına
kesilen eti yeme. Açgözlülük yapma. Şükret!
Batı özentisinin yemek
kültürüne etkileri
Sağlık üzerinde kötü
etkiler bırakan beslenme şekilleri, çok büyük oranda Batı tarzı yiyecekler ve
tüketim yollarıyla bağlantılıdır. Batılı araştırmacılar ve bilim insanları da
bu konuda pek çok makale kaleme almıştır. TRT Haber’in web sitesinde yayınlanan
bir haberde, “Royal Society Open
Science” adlı akademik derginin bu husustaki araştırmasına yer verilmiş. Oradan
birkaç bilgiyle konuya giriş yapmalı.
İştah kontrolünü sağlayan
beynimiz, Batı tarzı (hızlı, hazır, donmuş) yiyeceklerin çok tüketilmesi ile
hasara uğruyor. Böylece doyumsuzluk hissi ile başlayan bir obezite sorunu
meydana geliyor. Atıştırmalık olarak adlandırılan paket gıdalar da bu yönde
güçlü etkilere sahip. Özellikle içindeki katkı maddelerinin yarattığı yüksek
haz, insanı yedikçe daha fazla yemeye ve bu konuda fren mekanizmasının
zayıflamasına yol açıyor.
Yine aynı makalede, fast food
tüketiminin, doyduktan sonra da iştahla arzulama eğilimini tetiklediğine
yönelik bir test sonucuna değinilmiş. Buna göre hızlı yemek alışkanlığında, yüksek
oranda iştahı arttıran ve doyumsuzluğa varan bir sonuç elde edildiği görülüyor.
Batı tarzı yemeklerin en
belirgin özelliği, rafine şekerler, fazlaca doymuş yağ, aromalar ve raf ömrünü
uzatan çeşitli katkı maddeleri olarak sayılabilir. Bu gıdalar ayrıca yüksek
kalorili ve lif açısından oldukça zayıf olarak nitelendiriliyor. Tüm bunların
vücûda sürekli olarak verilmesiyle meydana gelen tek olumsuz sonuç doyumsuzluk
değil elbette. Kalp ve karaciğerde bozulma, enfeksiyonlara karşı bağışıklığın
düşmesi, mide ve sindirim sistemi rahatsızlıkları ve beynin fonksiyonel
yapısında bozulmalar gibi daha bir dolu negatif sonuçtan bahsedilebilir.
Hazır ve paket ürünlerin
bir diğer etkisi de, yemek adâbı üzerinde uç değişimleri beraberinde getirmesi.
Bu gıdalar tek kişinin ayaküstü atıştırabileceği tarzda olduğundan, sofra
kültürünü de yavaş yavaş ortadan kaldırıyor. Aile bireylerinin bir araya
geldiği akşam yemekleri unutuluyor ve bunun sonucunda da ne kadar yediğini bile
hesap edemeyecek kadar bilinçsiz bir beslenme tarzı meydana geliyor.
Pandemi ve beslenme
Bulaşıcı hastalıklar tarih
boyunca belli devirlerde, ya bölgesel ya da kitlesel olarak büyük hasarlara yol
açmıştır. Bugün Covid-19 olarak adlandırılan virüsün bütün dünya üzerinde etki
göstermesiyle, bulaşıcı hastalıklarla mücadelenin ve beslenme tarzının önemi
yeniden gündemde. Aslında durumu anlamak çok kolay. Dinin ve kültürel beslenme
şekillerinin uygulandığı bir dünyada, bu tip sorunlarla daha az karşılaşacak ve
daha çabuk hâlledebilecektir. Fakat giderek artan dünya nüfusu ve çeşitli dinî
ve millî yönelimler, birbirine bağlı insan gruplarını meydana getirdi. Uzak
Doğu beslenme kültürünün İslâm’a ve Türk geleneklerine bu denli uzak oluşu,
oradan yayılan bir virüsten korunmada yeterli olmuyor yazık ki… Çeşitli hayvan
pazarlarında, akla gelmeyecek yöntemlerle, âdeta insanın içini kaldıran Çin
yemekleri, bakteri ve virüs yayılımında çok müsait bir zemin.
Zaten hepimizin bildiği
üzere Çin’in dünyaya dert ettiği ilk virüs değil bu. Fakat şimdi ne
yapabileceğimiz üzerine odaklanmalı ve daha geç olmadan dinin buyruklarına ve
geçmiş alışkanlıklarımıza bir “U” dönüşü yapmalı.
Bir salgın hastalık vuku
bulduğunda, din bize tedbir almayı ve haklara riâyet ederek davranmayı emreder.
Öncelikle kendimizi salgından korumak ve insanları, kendimizde olabilecek virüsten
uzak tutmak… Bu, bugün sadece Bilim Kurulu tarafından ve televizyonlarda
insanlara aktarılan uyarılardan değil. Bu bizzat dinimizin ve Peygamber
Efendimiz’in (sav) emirlerinden! Öyleyse riskli ortamlardan uzak durduğumuz
kadar, kendimizde var olabilecek ve farkında olmadığımız bir hastalığın
başkasına bulaşmasından da kaçınmak gerek.
Tüm tedbir ve gayretlere
karşı meydana gelen hastalıklarda da sabretmek, tedavi olmak ve sadaka vermek
gerek. Sonucu Yaradan’a bırakarak sükûnetle süreci aşmalı.
Gelelim pandemi ve
beslenme ilişkisine... Bu konuda sayısız bilim insanından tavsiyeler var.
Bir hastalığa karşı direnç
sağlayacak şey, bağışıklık sisteminin gücüdür. Bu sistem, aslında şu satıra
gelene kadar anlatılan dinî ve kültürel kuralların yerine getirilmesiyle pekâlâ
güçlü hâle getirilebilir. Zaten bugün bizi birden fazla hastalıkla boğuşacak
duruma getiren kayıp, Batı tarzı beslenme ve dinî inceliklere uymama gibi yanlış
yönelimlerden kaynaklanıyor. Bir de şöyle bir sakatlık mevzubahis: Direncimizi
arttırmak ve daha sağlıklı olmak adına yine gıdalara saldırır tarzdayız. Her
şeyin faydasını edinmek üzere ne bulursa yiyen bir insan tipi meydana geldi. Ki
bu da yine çok fazla gıda tüketimiyle birlikte hastalıklara davetiye çıkarmak
oluyor.
İlk adımda hazır yemek ve
paket gıdaları hayatımızdan çıkarmamız gerekiyor. Bu da şahsî bir kanaat
olmayıp bilim adamları tarafından tavsiye edilen bilgilerden. Bu tip besinlerin
vücûtta çeşitli tahribatlara yol açtığına değinmiştik. Organizma zayıfladıkça
ve hasta düştükçe Koronavirüs değil, ne kadar zorlu hastalık varsa hepsine
yatkın hâle geliyoruz.
Doymuş yağların akciğerde enfeksiyon
oranını yükselttiği söyleniyor. Bu sayede de Koronavirüsün ciğerlerde tutulum
oranı artıyor. Yine katkı maddeli yiyecekler sebebiyle zayıflayan bağışıklık
sistemi, bu pandemi ortamında, direnecek ve hastalığı yenecek kabiliyeti ekarte
ediyor. Rafine gıdalar kilo aldırıyor, artan yağ oranı organları sekteye
uğratıyor ve yine Koronavirüse yakalanma ve ağır geçirme potansiyeli gün yüzüne
çıkıyor.
Öyleyse hedef, Koronavirüse
karşı korunacak beslenme şeklini bulmak değil. Hedefimiz; bağışıklık sistemini
güçlendirmek, organlarımıza zarar verecek gıdalardan el etek çekmek ve dinî
kaygılarla helâlinden ve temiz bir şekilde yemek olmalı. Tüm bunlar bizi zaten
pek çok hastalığa karşı dayanıklı hâle getirecektir.
Peki, uzmanlar bu konuda
neleri tavsiye ediyor?
Çeşitli makale ve
araştırmalardan derlediğim, pandemi ve beslenme önerileri üzerine maddeleri
şöyle sıralayabilirim: Meyve sebze ağırlıklı beslenmeli. Lifli gıda tüketimine
önem vermeli. İşlenmiş ve paket gıdalardan uzak durmalı. Donmuş yağ yerine zeytinyağı
tüketmeli. Protein bakımından yüksek beslenmeli. Bolca su içmeli. Mevsime uygun
sebzeleri tercih etmeli. Kurubaklagiller, yumurta, süt, yoğurt, balık, ıspanak,
fındık, dut pekmezi, mercimek, nohut, fasulye, portakal, greyfurt, mandalina,
limon, domates, biber, yeşil ve kırmızı mercimek, barbunya gibi gıdalar
öğünlere serpiştirilmeli. Şeker ve hamur işleri kısıtlanmalı. Vitamin içeren
gıdalar tüketilmeli.
Özetle, modern beslenme tarzını bir kenara bırakmalı, Yaradan’ın her mevsime uygun var ettiği nimetlerden kararında faydalanmalı. Temizliğe ve az yemeğe dikkat etmeli. Fakat her şeyden önce Allah’ın adıyla başlamalı!
Yemek ve israf
Her şey iyi hoş da, bizim
bu her konuda müsrif tutumumuz ne olacak? Bütün zararları ve faydaları dile
getirirken, israfla zayi edilen nimetler yüzünden düştüğümüz hâlleri es geçmek
olabilir mi? Bu ne büyük bir yara!
Son araştırmalar
Türkiye’de çöpe giden gıdanın 26 milyon ton olduğunu gösteriyor. Bu
araştırmadan beri sayı herhâlde katlanarak artıyordur. 2018’de günde 6 milyon
ekmeğin çöpe atıldığı da yine bilimsel verilerden…
Şimdi şöyle bir durup
düşünürsek, bunca felâketin ve hastalığın kol gezmesinin altında, bu israf
edilen nimetlere şükürsüzlüğün yattığını söylemek oldukça akla yatkın.
Şükretmek sadece yemek sonunda “Elhamdülillah” demekle olmuyor elbette. Bir
lokma ekmeği, muhtaç olanlar varken çöpe atıyorsak, işte gerçek şükürsüzlük bu
demektir! Hâlbuki ne büyük nimettir ekmek ve su! İnsan sırf bu ikisiyle
canlılığını sürdürebilir. Hâl böyleyken, bu fütursuz israf nasıl içimize
siniyor?
Neden doymayacakmış gibi
dolduruyoruz dolapları? Tekrar eden bir yanılgıyla neden fazla fazla ekmek alıp
zâyi ediyoruz? Hadi tüketemedik, kaldı… Nasıl oluyor da bir hayvana vermek
yerine çöpe atabiliyoruz? Tüm bu sorular aklı karıştırıyor.
İnanç ve geleneklerimizde
ekmeğe saygı duyulur. O, Allah’ın nimetidir. Bize ne kadar zengin olduğumuzu
gösterir. Bu israf konusunda da dinin söylediklerine bakmamız gerek: “(…) Yiyin,
için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (Araf, 31)
İsraf etmek sadece artık
bırakmak ve çöpe atmak olarak da düşünülmemeli. Fazla yemek, ihtiyaç duyulanı
aşıp zevk için yemek, her canımızın çektiğini yemek, haram gıdalardan yemek,
paylaşmadan yemek gibi tüm bu yanlış tutumlar, Allah’ın eşsiz nimetlerini israf
etmektir. Bir başka israf yolu olarak yetimleri yedirmemek de akla getirilmeli,
muhtacı gözetmemek de: “Akrabaya hakkını ver, yoksula
ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma!” (İsra, 26)
Yoksula vermemek,
vermediğini israf etmektir. Haram lokma nasıl ki ruh ve beden üzerinde
hasarlara neden oluyorsa, insanın israfa kaçtığı durumlara da bir örnektir.
Bile bile kendine zarar vermek, bedenin israfıdır. Hak yemek, mâneviyatın
israfıdır. Yani sadece çöpe atmakta aramamalı müsrifliğimizi, daha pek çok
yanlışla nimetleri israf ediyoruz.
İsraf, muhakkak kayıp
getirir. Ya sağlıktan, ya huzurdan… Ya bedenden, ya ruhtan… Ya kendimizden ya
da çevremizden… Ama muhakkak kayıp getirir.
Allah’ın hudutlarında kalmalı,
temiz ve ölçülü olmalı. Özümüze dönmeli. Kültürel varlığımızı yaşatmalı; farklı
kültürlerden faydalı olanları, dinin sınırları içinde benliğimize sindirmeli.
Son olarak, sosyal medyada
yeme-içme alışkanlıkları üzerine yaptığım, kısıtlı sayıda insanın katıldığı ama
yine de umut vadeden bir anketi de makaleye destek olması niyetiyle dâhil etmek
istiyorum.