Dünden bugüne Türklerde yemek kültürü: Sağlık, aile bağları ve israf (2)

Hazır ve paket ürünlerin bir diğer etkisi de, yemek adâbı üzerinde uç değişimleri beraberinde getirmesi. Bu gıdalar tek kişinin ayaküstü atıştırabileceği tarzda olduğundan, sofra kültürünü de yavaş yavaş ortadan kaldırıyor. Aile bireylerinin bir araya geldiği akşam yemekleri unutuluyor ve bunun sonucunda da ne kadar yediğini bile hesap edemeyecek kadar bilinçsiz bir beslenme tarzı meydana geliyor.

HER şeyi hızla ve ölçüsüz bir şekilde tükettiğimiz, ardımızda bir atık yığını bırakarak yol aldığımız ve yeni olumsuzluklarla olan tanışıklığımızı sindirdiğimiz bir garip hâllerdeyiz. Tüketmek, insanın en güdüsel hareketlerinden biri. Hele ki bu, yaşamı sürdürmek hususunda birincil statüyü meydana getiren yeme-içme gibi bir kulvardaysa, “tüketmek” fiilinde zirve yaptığımızı söylemek mümkün.

Hem millet olarak, hem de insanlığın tüm organizması bakımından beslenme kültürü, diğer tüm alışkanlıklar ve yaşam şekilleri gibi büyük değişimlere uğramış durumda. Fakat en radikal değişimin algı ve inanç sistemimiz üzerinde gerçekleştiği muhakkak. İnsan en çok da algı ile var olan ve ardından gelecek bütün hareket ve tercihleri bu algı ile sağlayan bir sistem. Sadece yeme-içme hususunda değil, bütün hassasiyetlerimiz ve yaşam biçimlerimiz için önce değişen algının ele alınması gerekiyor. Algıyı meydana getiren bütün dinamikler, zamanın teknolojik, iklimbilimsel, meslekî ve sağlık standartları gibi geniş çerçevede ele alınabilecek ve karşı konulamaz nitelikte değişimleriyle birlikte tahrip oluyor.

Hayatı kolaylaştıran bir modern buluş, önce zaman yönetimini ve insanın o zaman içindeki hareket tercihini değiştiriyor; sonra bu, nesilden nesle aktarılan bir algı değişimini tetikliyor. En son varılan düzlükte, neyin neden olduğunu analiz edemeyecek kadar uzak bir kültürü peydah etmiş bulunuyoruz.

Evet, bu algı yıkımı değerindeki tüm değişimler, olumlu-olumsuz yönleriyle birlikte, her bir ilkel karakterimiz üzerinde büyük etkilere sahip. Hâl böyleyken, en ilkel ve en gerekli hayatî rutinimiz, “yeme-içme” programımızda da yıkıcı ve evrimsel bir tersyüz etme operasyonu, başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiş bulunuyor.

Birinci bölümü geçtiğimiz ay yayınlanan dosyamıza bu ay kaldığı yerden devam ediyoruz…

Modern beslenme tarzını bir kenara bırakmalı, Yaradan’ın her mevsime uygun var ettiği nimetlerden kararında faydalanmalı. Temizliğe ve az yemeğe dikkat etmeli. Fakat her şeyden önce Allah’ın adıyla başlamalı!

Obezitenin artmasının öncül nedenleri ve yemek sosyolojisi

Obezite… Halk diliyle “aşırı şişmanlık”… Elbette sebep “çok” ve “sağlıksız” yemek… Bu, olayın sebebi gibi görünebilir ama aslında sonucudur. Obezitenin hızla artışındaki en büyük neden, sofra alışkanlığının kalkmış olmasıdır. Çorba, tencere yemeği ve salata gibi çeşitlerin olduğu bir sofradan obez olarak kalkmak zordur. Fakat gün içinde abur cubur, hamburger ve benzerleriyle beslenme ihtiyacını karşılayan her bireyde obezite ihtimâli oldukça yüksek.

Diğer sosyolojik nedenler de obeziteyi böyle gündemde tutuyor kuşkusuz. Stresli yaşam, tüketim çağının zorlayıcı etkileri, daha fazla zamana ihtiyaç duyan modern insanın uyanık kalma mücadelesinde kullandığı uyaranlar (kafein, çay, sigara vb.), depresyon oranlarındaki artış ve depresyonu tetikleyen amillerin fazlalığı gibi…

Ve pek tabiî hareketsiz yaşam…

Hareketin sabah evden çıkıp işe gitmek ve akşam eve gelmek olduğunu zanneden bir kitle var. Fakat bu asla obeziteyi ve depresyonu (ayrılmaz ikili) yok edecek kadar güçlü bir hareket değildir. Çoğu iş yerinde masa başı işlerde çalışıyoruz. Bunun nedeni elbette her şeyin o dijital kutulara (bilgisayar) bağlanmış olması. Oturmak ve sürekli bir ekrana bakarak zaman tüketmek, yeme ihtiyacını tetikliyor. Bu yalancı bir uyaran. Aslında fiziksel bir açlık henüz oluşmamış ama insanı yemeye iten bir psikolojik açlık sürekli zil çalıyor. Bu insan çâreyi hazır yemeklerde buluyor ve yedikten sonra da oturmaya yani hareketsiz kalmaya devam ediyor. Zaten yüksek kalorili ve besin değeri düşük gıdaların menfi etkisi, bir de hareketsiz şekilde tüketildiği zaman katbekat artış gösteriyor. Böylece yeni kendimizle tanışmanın vakti gelmiş oluyor: Hareketsiz, sağlıksız, buhranlı ve obez... Daha da yıkıcı bir şey söylemek gerekirse, bütün bu hareketsizlik ve buhran hâlleri, obeziteyi meydana getiriyor. Fakat obezite, daha büyük hareketsizlikleri ve kompleks psikolojik sorunları doğuruyor.

Bunlardan başka; katkı maddeli gıdalar, uzun süre aç kalıp saldırırcasına yenen yemekler, ayaküstü atıştırmalar ve doyumsuzluk, maddî sıkıntılar, aile içindeki yalnızlık, eğitimsizlik, bozulan hormonal denge ile süreklilik kazanan açlık gibi daha pek çok madde, obezitenin hayatımıza bu fütursuz girişine davetiye çıkarıyor.

Bir hadîs-i şerifle bu konuya ve ailece oturulan sofraların önemine güçlü bir dayanak oluşturmalı: Bir gün Allah Resûlü’nün ashâbı, “Yâ Resûlallah, yemek yiyoruz, ama karnımız doymuyor” dediler. “Muhtemelen ayrı ayrı yiyorsunuz” diye karşılık verdi. “Evet” dediler. Peygamber Efendimiz, “Birlikte yiyin ve besmele çekin ki yemeğiniz bereketli olsun” buyurdu.

Dinî perspektifte beslenme

Hemen bir şeyi açıklığa kavuşturmalı. Yaradan’ın yasakladığı ve haram kıldığı bütün yiyecekler, insanın bedenî, zihnî ve kalbî varlığını bozar. Domuz eti yiyenlerde birçok duygunun ölümü gibi… Alkol tüketiminin hem iç organlara, hem de akıl sağlığına verdiği tahribat gibi… Yediğimiz içtiğimiz şeyler tüm organlarda bir etki bırakıyor, doğru, ama ondan daha fazla ruh ve mâneviyat üzerinde, insan karakterini ve diğer tercihlerini şekillendirecek kadar büyük bir anlama sahip.

Tabiî ki sadece yediğimiz şeyler değil, yeme şeklimiz de son derece mühim. Bu konuda âyet ve hadîslerden öğrendiğimiz bir adap çerçevesi belirlenmiş. Öğrenmek ve uygulamak, sağlık ve huzurumuz için yaşam destek ünitesi değerinde…

Hazreti Aişe’den (ra) rivayet olunur ki, Allah Resûlü (sav) buyurdu: “Biriniz yemek yerken ‘Bismillah’ desin; başta söylemeyi unutursa sonunda ‘Bismillahi fi evvelihi ve’l-âhirihi’ (Başında da sonunda da Bismillah) desin.”

Dinimiz, her işe Allah’ın adıyla başlamayı tembihler. Bu, o işe haram, günah ve şeytanın karışmaması için yegâne önlem. Allah’ın adıyla başlanan bir yemek, vücûtta sıhhat olarak zuhur eder. Bir yandan da yemeklerde göremediğimiz mikrop ve bakteriler de besmeleyle bertaraf edilebilir. Duâ ve şükürle oturulan bir sofrada kalpler yaklaşır. Doyumsuzluk adlı düşman mağlûp olur.

Yine bir başka hadiste, yemeğe tuzla başlayıp tuzla bitirmenin önemine de değinilmiş. Tıpta tuzun üç zararlı beyazdan biri olarak gösterilmesi, bir şeyleri yanlış anlama sürüklüyor. Öncelikle her şeyin fazlası zararlıdır. Ayrıca bugün işlenmiş tuzların vücûtta yarattığı hasarlardan tuz değil, diğer katkı maddeleri sorumludur. Yemeğe tuzla başlamaktan kasıt, elbette çok küçük bir miktar. Tuz vücûtta asit dengesini sağlayan ve yokluğunda çeşitli fiziksel aksamalara neden olan bir nimet. Dil ucuyla tadılacak miktarda tuz, yemekten önce beyne bir uyarı gönderiyor. Bu sayede sindirimi kolaylaştıracak bir sistem devreye giriyor. Ağız içinde tükürük bezlerinin salgılanması artıyor, midede sindirimi artıracak bir mukoza meydana geliyor. Diğer bir yandan mikrop öldürücü özelliğiyle tüm sindirim sistemini temizliyor.

Eski Türklerde bağdaş kurarak sofraya oturmak âdetti. Yer sofralarında samîmi yemekler yenirdi. Bu hususta da Peygamber Efendimiz’den (sav) öğreneceklerimiz var. Enes (ra) şöyle demiştir: “Allah Resûlü’nün (asm) dizlerini büküp kalçaları üzerinde oturduğu hâlde yemek yediğini gördüm.” (Müslim)

“Bir yere dayanarak yemek yemeyiniz” (Buhari) şeklindeki hadîs de önemlidir. 

Sağ elle yemeğe başlamak ise başka bir başlık… Çocukken sık sık “Sağ elinle yemek ye” tembihini duyardık. Osmanlı’da da “sofra adâbı” denildiğinde besmele çekmek ve sağ el ile yemek akla gelirdi. Şimdilerde bu hassasiyetlerin azaldığına da hüsranla şâhit oluyoruz. Peygamber Efendimiz (sav), “Sol el ile yemeyin, çünkü şeytan sol eliyle yer” (Müslim, Eşribe 105) buyurmuşlardır. Ömer b. Ebû Seleme (ra), “Resûlullah bana, ‘Bismillah de, sağ elinle ve önünden ye’ dedi” diye rivâyet eder.

Yemekte tatminsizlik ve doyumsuzluk, bugünün en büyük sorunlarından biri. Zaten artan obezite oranları hakkında konuşurken de bu psikolojik buhran üzerinde durmuştuk. Bunun sebebini Peygamber Efendimiz çok güzel açıklıyor. Bir sofraya beraber oturmak ve yemeğe besmele ile başlamak, bu doyumsuzluk ve açgözlülük duygusunu bertaraf ediyor.

Tabakta yemeği yarım bırakmak da doyumsuzluk kadar kötü bir haslet. Eskilerin âdeti olduğu üzere yiyeceğimiz kadar yemek almak ve tabağı tamamen bitirmek gerekiyor. Peygamber Efendimiz (sav) de bunu emrediyor. Hattâ tabağı sıyırmanın, yemekten alınacak bereketi âbâd edeceğine işaret ediyor.

İçmek hususunda da detay bilgiler, hadîslerde ve rivâyetlerde dikkat çekiyor. Peygamber Efendimiz’in (sav) suyu üç nefeste içmesi ve sürahi, testi gibi büyük su kaplarına ağız dayayarak içmeyi yasaklaması bu bilgiler arasında. Ayakta su içmemek gerektiğini de yine Ebû Hüreyre’den (ra) bir rivâyetle anlıyoruz: “Resûlullah, ‘Sizden biri ayakta su içmesin. Unutarak içerse de kussun’ buyurmuştur.”

Altın ve gümüş kaplardan su içmek de dinî açıdan hoş karşılanmaz. Peygamber Efendimiz bu konuda da hüküm vermiş ve bu tip kaplardan su içmeyi yasaklamıştır: “Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu (tehlikelisi) şunlardır: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, (maddî ve mânevî) tembellik ve yakîn (iman) zayıflığı.” (Suyuti, Fethu'l-Kebir, 1/58)

Âlimler bu hadîsi yorumlarken göbek bağlamak değiminden kastın kilo olmadığını fakat doyumsuzca ve açgözlülükle yemeye işaret ettiğini söylerler. Zaten çok yemek insanda zihnî ve kalbî yorgunluk yapacağı gibi, çok uyumak ve tembellikle de birebir bağlantılı.

Hazreti Ömer, “Çok yeme içmeden sakının! Zira o, bünyenizi hastalandırır, korkaklığı arttırır ve ibâdetlerinizde tembelleştirir” (Aclunî, Keşfü'l-Hafa, 1/279) buyurmaktadır. Hazreti Ali, “Eğer karnın doymuyor ve obur isen, kendini müzmin hastalardan say” (Mâverdî, Edebü'd-dünya ve'd-din, s. 533) demiştir. Çok yemek ile alâkalı bir başka hadîs-i şerifte, “İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter” (Buhari, Etıme, 11) buyurulmaktadır.

Az yemek, besmeleyle başlamak, küçük lokmalarla ve önümüzden yemek, sofraya beraber oturmak, davete icabet etmek, yemeğe tuz ile başlayıp tuz ile bitirmek, suyu üç nefeste içmek, altın ve gümüş kaplardan su içmemek, sofradan doymadan kalkmak, bir yere dayanmadan yemek, yerde oturmak, ayakta su içmemek gibi bir dolu incelik var dinimizde. Bunların pek çoğu bugün tıbbî ve bilimsel olarak da faydalı olarak kabul görüyor. Bizim yapmamız gereken, bilim tarafından henüz anlaşılmamış da olsa, dinimizin ve Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetleriyle yaşamı idame ettirmektir. Ve yeme-içme adâbında inanç ve kültürümüzü olabildiğince yaşatmak… Bunların sadece bireysel değil, toplumsal faydaları ve nesillere yön verecek etkileri var.

Dikkat ettiğimizde, günümüz yeme-içme alışkanlıklarındaki sorunların temeli, dikkate alınmayan dinî öğütlere ve saf dışı bırakılan kültürel alışkanlıklara dayanıyor: “Allah size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Bununla birlikte, kim yemediği takdirde ölecek derecede mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret sınırını aşmamak kaydıyla bunlardan yemesinde bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (Bakara, 173)


Hadîs ve rivayetlerle belli bir yeme-içme adâbını anlamıştık. Fakat dinimizde yemek hususundaki en önemli ayrım, o gıdanın helâl olup olmamasıdır. Bu, bazen yediğimiz şeyin direkt haram olması, bazen de o yemeği elde edişimizin helâl olmamasıyla meydana gelebiliyor. Bir Müslüman için hayatın en ince ve hassas hudutlarından biri bu olsa gerek. İnsan helâl yemekle sağlık ve huzura erebilir. Helâl yemekle ancak salih evlâtlara ve dini bütün bir zürriyete sahip olabilir. Haram ve helâl konusunda çok geniş bir bilgi veren Mâide Sûresi’nin 3’üncü âyetine de değinmeli:

“Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen murdar hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen hayvanlar, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz dışında boğularak, bir şey vurularak, yukarıdan yuvarlanarak, boynuzlanarak yahut yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanarak ölen hayvanlar, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanlar ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler, yiyecekler. Bunları yemek, Allah’ın yolundan çıkmaktır. Bugün artık kâfirler dininizi söndürmekten ve sizi dinden döndürmekten ümitlerini kesmiş durumdadırlar. O hâlde onlardan korkmayın, Benden korkun! Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Ancak kim açlıktan bunalıp çâresiz kalırsa, günaha meyletmeksizin, haram olan bu etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Mâide, 3)

“Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların etini haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemeye mecbur kalır da, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret ölçüsünü geçmemek şartıyla yerse, ona da bir günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nahl, 115)

Şu dinin güzelliğini anlatmaya kelimeler yetmez herhâlde!

Haram ve helâli konuşurken bile Yaradan’ın ne kadar merhamet sahibi olduğunu insan bütün hücrelerinde hissediyor. Bize haram kılınan yiyecekler anlatılıyor ama ölmemek için bunlardan yediğimizde de günahkâr olmayacağımız müjdeleniyor. Herhâlde bu Hakk dinin bir mensubu olduğumuza şükredeceğimiz bir andayız. (Elhamdülillah.)

Dinimiz haram yemenin günah olduğu bir dinden daha fazlasıyla, helâl yemenin bir ibâdet sayıldığı cömertlik ve rahmete sahip.

Çorba, tencere yemeği ve salata gibi çeşitlerin olduğu bir sofradan obez olarak kalkmak zordur. Fakat gün içinde abur cubur, hamburger ve benzerleriyle beslenme ihtiyacını karşılayan her bireyde obezite ihtimâli oldukça yüksek.

Özetle din (âyet ve hadîslerle) bize şunları söylüyor: Besmeleyle yemeğe başla. Helâl ve temiz ye. Sağ el ile ye. Az ye. Paylaş. Hâddi aşmadan ye. Helâli haram sayma, haramı helâl görme. Cömert ol. İkram et. İkramı geri çevirme. Şüpheli yiyeceklerden uzak dur. Sofraya birlikte otur. Tabağı sıyır. İsraf etme. Misvak kullan. Allah’tan başkası adına kesilen eti yeme. Açgözlülük yapma. Şükret!

Batı özentisinin yemek kültürüne etkileri

Sağlık üzerinde kötü etkiler bırakan beslenme şekilleri, çok büyük oranda Batı tarzı yiyecekler ve tüketim yollarıyla bağlantılıdır. Batılı araştırmacılar ve bilim insanları da bu konuda pek çok makale kaleme almıştır. TRT Haber’in web sitesinde yayınlanan bir haberde, “Royal Society Open Science” adlı akademik derginin bu husustaki araştırmasına yer verilmiş. Oradan birkaç bilgiyle konuya giriş yapmalı.

İştah kontrolünü sağlayan beynimiz, Batı tarzı (hızlı, hazır, donmuş) yiyeceklerin çok tüketilmesi ile hasara uğruyor. Böylece doyumsuzluk hissi ile başlayan bir obezite sorunu meydana geliyor. Atıştırmalık olarak adlandırılan paket gıdalar da bu yönde güçlü etkilere sahip. Özellikle içindeki katkı maddelerinin yarattığı yüksek haz, insanı yedikçe daha fazla yemeye ve bu konuda fren mekanizmasının zayıflamasına yol açıyor.

Yine aynı makalede, fast food tüketiminin, doyduktan sonra da iştahla arzulama eğilimini tetiklediğine yönelik bir test sonucuna değinilmiş.  Buna göre hızlı yemek alışkanlığında, yüksek oranda iştahı arttıran ve doyumsuzluğa varan bir sonuç elde edildiği görülüyor.

Batı tarzı yemeklerin en belirgin özelliği, rafine şekerler, fazlaca doymuş yağ, aromalar ve raf ömrünü uzatan çeşitli katkı maddeleri olarak sayılabilir. Bu gıdalar ayrıca yüksek kalorili ve lif açısından oldukça zayıf olarak nitelendiriliyor. Tüm bunların vücûda sürekli olarak verilmesiyle meydana gelen tek olumsuz sonuç doyumsuzluk değil elbette. Kalp ve karaciğerde bozulma, enfeksiyonlara karşı bağışıklığın düşmesi, mide ve sindirim sistemi rahatsızlıkları ve beynin fonksiyonel yapısında bozulmalar gibi daha bir dolu negatif sonuçtan bahsedilebilir.

Hazır ve paket ürünlerin bir diğer etkisi de, yemek adâbı üzerinde uç değişimleri beraberinde getirmesi. Bu gıdalar tek kişinin ayaküstü atıştırabileceği tarzda olduğundan, sofra kültürünü de yavaş yavaş ortadan kaldırıyor. Aile bireylerinin bir araya geldiği akşam yemekleri unutuluyor ve bunun sonucunda da ne kadar yediğini bile hesap edemeyecek kadar bilinçsiz bir beslenme tarzı meydana geliyor.

Pandemi ve beslenme

Bulaşıcı hastalıklar tarih boyunca belli devirlerde, ya bölgesel ya da kitlesel olarak büyük hasarlara yol açmıştır. Bugün Covid-19 olarak adlandırılan virüsün bütün dünya üzerinde etki göstermesiyle, bulaşıcı hastalıklarla mücadelenin ve beslenme tarzının önemi yeniden gündemde. Aslında durumu anlamak çok kolay. Dinin ve kültürel beslenme şekillerinin uygulandığı bir dünyada, bu tip sorunlarla daha az karşılaşacak ve daha çabuk hâlledebilecektir. Fakat giderek artan dünya nüfusu ve çeşitli dinî ve millî yönelimler, birbirine bağlı insan gruplarını meydana getirdi. Uzak Doğu beslenme kültürünün İslâm’a ve Türk geleneklerine bu denli uzak oluşu, oradan yayılan bir virüsten korunmada yeterli olmuyor yazık ki… Çeşitli hayvan pazarlarında, akla gelmeyecek yöntemlerle, âdeta insanın içini kaldıran Çin yemekleri, bakteri ve virüs yayılımında çok müsait bir zemin.

Zaten hepimizin bildiği üzere Çin’in dünyaya dert ettiği ilk virüs değil bu. Fakat şimdi ne yapabileceğimiz üzerine odaklanmalı ve daha geç olmadan dinin buyruklarına ve geçmiş alışkanlıklarımıza bir “U” dönüşü yapmalı.

Bir salgın hastalık vuku bulduğunda, din bize tedbir almayı ve haklara riâyet ederek davranmayı emreder. Öncelikle kendimizi salgından korumak ve insanları, kendimizde olabilecek virüsten uzak tutmak… Bu, bugün sadece Bilim Kurulu tarafından ve televizyonlarda insanlara aktarılan uyarılardan değil. Bu bizzat dinimizin ve Peygamber Efendimiz’in (sav) emirlerinden! Öyleyse riskli ortamlardan uzak durduğumuz kadar, kendimizde var olabilecek ve farkında olmadığımız bir hastalığın başkasına bulaşmasından da kaçınmak gerek.

Tüm tedbir ve gayretlere karşı meydana gelen hastalıklarda da sabretmek, tedavi olmak ve sadaka vermek gerek. Sonucu Yaradan’a bırakarak sükûnetle süreci aşmalı.

Gelelim pandemi ve beslenme ilişkisine... Bu konuda sayısız bilim insanından tavsiyeler var.

Bir hastalığa karşı direnç sağlayacak şey, bağışıklık sisteminin gücüdür. Bu sistem, aslında şu satıra gelene kadar anlatılan dinî ve kültürel kuralların yerine getirilmesiyle pekâlâ güçlü hâle getirilebilir. Zaten bugün bizi birden fazla hastalıkla boğuşacak duruma getiren kayıp, Batı tarzı beslenme ve dinî inceliklere uymama gibi yanlış yönelimlerden kaynaklanıyor. Bir de şöyle bir sakatlık mevzubahis: Direncimizi arttırmak ve daha sağlıklı olmak adına yine gıdalara saldırır tarzdayız. Her şeyin faydasını edinmek üzere ne bulursa yiyen bir insan tipi meydana geldi. Ki bu da yine çok fazla gıda tüketimiyle birlikte hastalıklara davetiye çıkarmak oluyor.

İlk adımda hazır yemek ve paket gıdaları hayatımızdan çıkarmamız gerekiyor. Bu da şahsî bir kanaat olmayıp bilim adamları tarafından tavsiye edilen bilgilerden. Bu tip besinlerin vücûtta çeşitli tahribatlara yol açtığına değinmiştik. Organizma zayıfladıkça ve hasta düştükçe Koronavirüs değil, ne kadar zorlu hastalık varsa hepsine yatkın hâle geliyoruz.

Doymuş yağların akciğerde enfeksiyon oranını yükselttiği söyleniyor. Bu sayede de Koronavirüsün ciğerlerde tutulum oranı artıyor. Yine katkı maddeli yiyecekler sebebiyle zayıflayan bağışıklık sistemi, bu pandemi ortamında, direnecek ve hastalığı yenecek kabiliyeti ekarte ediyor. Rafine gıdalar kilo aldırıyor, artan yağ oranı organları sekteye uğratıyor ve yine Koronavirüse yakalanma ve ağır geçirme potansiyeli gün yüzüne çıkıyor.

Öyleyse hedef, Koronavirüse karşı korunacak beslenme şeklini bulmak değil. Hedefimiz; bağışıklık sistemini güçlendirmek, organlarımıza zarar verecek gıdalardan el etek çekmek ve dinî kaygılarla helâlinden ve temiz bir şekilde yemek olmalı. Tüm bunlar bizi zaten pek çok hastalığa karşı dayanıklı hâle getirecektir.

Peki, uzmanlar bu konuda neleri tavsiye ediyor?

Çeşitli makale ve araştırmalardan derlediğim, pandemi ve beslenme önerileri üzerine maddeleri şöyle sıralayabilirim: Meyve sebze ağırlıklı beslenmeli. Lifli gıda tüketimine önem vermeli. İşlenmiş ve paket gıdalardan uzak durmalı. Donmuş yağ yerine zeytinyağı tüketmeli. Protein bakımından yüksek beslenmeli. Bolca su içmeli. Mevsime uygun sebzeleri tercih etmeli. Kurubaklagiller, yumurta, süt, yoğurt, balık, ıspanak, fındık, dut pekmezi, mercimek, nohut, fasulye, portakal, greyfurt, mandalina, limon, domates, biber, yeşil ve kırmızı mercimek, barbunya gibi gıdalar öğünlere serpiştirilmeli. Şeker ve hamur işleri kısıtlanmalı. Vitamin içeren gıdalar tüketilmeli.

Özetle, modern beslenme tarzını bir kenara bırakmalı, Yaradan’ın her mevsime uygun var ettiği nimetlerden kararında faydalanmalı. Temizliğe ve az yemeğe dikkat etmeli. Fakat her şeyden önce Allah’ın adıyla başlamalı!


Yemek ve israf

Her şey iyi hoş da, bizim bu her konuda müsrif tutumumuz ne olacak? Bütün zararları ve faydaları dile getirirken, israfla zayi edilen nimetler yüzünden düştüğümüz hâlleri es geçmek olabilir mi? Bu ne büyük bir yara!

Son araştırmalar Türkiye’de çöpe giden gıdanın 26 milyon ton olduğunu gösteriyor. Bu araştırmadan beri sayı herhâlde katlanarak artıyordur. 2018’de günde 6 milyon ekmeğin çöpe atıldığı da yine bilimsel verilerden…

Şimdi şöyle bir durup düşünürsek, bunca felâketin ve hastalığın kol gezmesinin altında, bu israf edilen nimetlere şükürsüzlüğün yattığını söylemek oldukça akla yatkın. Şükretmek sadece yemek sonunda “Elhamdülillah” demekle olmuyor elbette. Bir lokma ekmeği, muhtaç olanlar varken çöpe atıyorsak, işte gerçek şükürsüzlük bu demektir! Hâlbuki ne büyük nimettir ekmek ve su! İnsan sırf bu ikisiyle canlılığını sürdürebilir. Hâl böyleyken, bu fütursuz israf nasıl içimize siniyor?

Neden doymayacakmış gibi dolduruyoruz dolapları? Tekrar eden bir yanılgıyla neden fazla fazla ekmek alıp zâyi ediyoruz? Hadi tüketemedik, kaldı… Nasıl oluyor da bir hayvana vermek yerine çöpe atabiliyoruz? Tüm bu sorular aklı karıştırıyor.

İnanç ve geleneklerimizde ekmeğe saygı duyulur. O, Allah’ın nimetidir. Bize ne kadar zengin olduğumuzu gösterir. Bu israf konusunda da dinin söylediklerine bakmamız gerek: “(…) Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (Araf, 31)

İsraf etmek sadece artık bırakmak ve çöpe atmak olarak da düşünülmemeli. Fazla yemek, ihtiyaç duyulanı aşıp zevk için yemek, her canımızın çektiğini yemek, haram gıdalardan yemek, paylaşmadan yemek gibi tüm bu yanlış tutumlar, Allah’ın eşsiz nimetlerini israf etmektir. Bir başka israf yolu olarak yetimleri yedirmemek de akla getirilmeli, muhtacı gözetmemek de: “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma!” (İsra, 26) 

Yoksula vermemek, vermediğini israf etmektir. Haram lokma nasıl ki ruh ve beden üzerinde hasarlara neden oluyorsa, insanın israfa kaçtığı durumlara da bir örnektir. Bile bile kendine zarar vermek, bedenin israfıdır. Hak yemek, mâneviyatın israfıdır. Yani sadece çöpe atmakta aramamalı müsrifliğimizi, daha pek çok yanlışla nimetleri israf ediyoruz.

İsraf, muhakkak kayıp getirir. Ya sağlıktan, ya huzurdan… Ya bedenden, ya ruhtan… Ya kendimizden ya da çevremizden… Ama muhakkak kayıp getirir.

Allah’ın hudutlarında kalmalı, temiz ve ölçülü olmalı. Özümüze dönmeli. Kültürel varlığımızı yaşatmalı; farklı kültürlerden faydalı olanları, dinin sınırları içinde benliğimize sindirmeli.

Son olarak, sosyal medyada yeme-içme alışkanlıkları üzerine yaptığım, kısıtlı sayıda insanın katıldığı ama yine de umut vadeden bir anketi de makaleye destek olması niyetiyle dâhil etmek istiyorum.