Dünden bugüne Rusya ve Suriye ilişkileri (1)

Gerek yeni dünya düzeni olsun, gerek eski dünya, hangi taşı kaldırırsanız kaldırın, altından ABD, Rusya, İsrail ve İran gibi devletler çıkıyor. 1999 yılından beri Başbakan ve Devlet Başkanı sıfatıyla 21 yıldır Rusya’da birbirinden farklı siyâsî eğilimleri “uzlaştırıcı” rol alarak mesai harcayan Putin, Batı’ya düşmanlık etmeden, ama Batı’ya karşı Rusya’nın menfaatlerini koruyan post-Sovyet ve ulusalcı politikayla Rusya’ya yeni bir ivme kazandırmaya çalışıyor. Tabiî ülkesi ile Suriye arasındaki derin bağlara da büyük ehemmiyet veriyor.

RAHMETLİ anacığım, çok güzel yemekler yapardı. Baklavası, böreği, içli köftesi, dillere destandı. Sadece o değil, tandır ekmeği de meşhurdu. Ne zaman tandırı yaksa ve pacasından dumanlar tütse, sıcak lavaşlardan, içli yağlı ekmeklerden pay almak isteyen komşularımız, tandır evinin önünde kuyruk oluştururdu.

Annem, her gelene ve yoldan geçene mutlaka lavaş ekmeği ikram ederdi. Sebebini sorduğumda, “Oğlum, ‘Komşuda pişer, bize de düşer’ diye bir söz var. Unutma, yemeğin ve ekmeğin kokusunu alanın onda hakkı var” derdi. Çocuktum, çok anlamasam da yanı başımızdaki komşularımızın iyi ve güzel şeylere kavuşması, onlarda var olanlardan da bizim istifade etmemiz anlamına gelen o deyimi sonradan sonraya kavramaya başlayacaktım.

Bugünlerde komşularımızdan, hattâ yakın coğrafyalardan barut kokulu dumanlar yükselmekte, akan onca kana ise acı ve gözyaşı karışmaktadır.

Nedendir bilinmez, seneler sonra annem gelince yâdıma, kendi kendime bir suâl sordum: Bir zamanlar elimizi kollumuzu sallayarak girip çıktığımız kadim komşumuz (!) Suriye’de pişen ve bize düşen neydi?

Cevabı, hepimiz biliyoruz.

Arapça ifadesiyle “El-Harb’ül-ehliyye el-Suriyye”

Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan hükûmet karşıtı gösterilerin, Mısır, Yemen, Libya ve Suriye dâhil olmak üzere birçok Arap ülkesine bir domino etkisiyle sıçraması sonucu yaşanan devrimler, dünya literatürüne “Arap Baharı” diye girmiş, adı geçen komşu ülkelerde hükûmet değişikliklerine bağlı, başta anayasa olmak üzere sosyal ve politik hayatta köklü değişimler görülmeye başlanmıştı. Cılız da olsa bu hareket, diğer Arap ülkelerinde de görüldü ve buralardaki sular hâlen durulmuş değil.

Arap Baharı’ndan etkilenen Suriye’de 15 Mart 2011 günü başlayan gösterileri bastırmak için Beşar Esed tarafından görevlendirilen Rejim askerlerinin göstericilerin üzerine ateş açmasıyla kontrolden çıkan gösteriler, ülke çapına yayılarak silahlı isyanlara dönüştü. İşte ne olduysa, bundan sonra oldu. Suriye ordusuyla isyan hareketini başlatanlar arasında amansız çatışmalar meydana geldi. Kaostan beslenen DAEŞ, El-Nusra ve PKK/YPG gibi terör örgütleri ile Dürzi, Süryani ve Türkmen grupların etkin bir rol aldığı iç savaşın doğurduğu kaotik denklemde, sağlam bir yer edinme yarışına giren Rusya, İran, ABD ve İsrail’in yanı sıra sınır güvenliğimizi tehdit eden ve kontrol edilmesi zor ve bir o kadar büyük bir göç dalgasının merkez üssü konumuna gelen Türkiye’nin sınırlı ve düzenli olarak dâhil olduğu sıcak çatışmalar, tam 9 yıldır fâsılasız devam etmektedir.

Meseleye farklı açılardan bakanların çokluğuna aldırış etmeden, bugünlere nasıl gelindiğine dair hatırlatıcı küçük bilgiler paylaşmak istiyorum…

İç savaşın başlamasını müteakip, 2013 yılına gelindiğinde Beşar Esed’ın sâdık ordusu, dönemin joker oyuncusu Hizbullah’ı bir anda yanında savaşa dâhil olmuş şekilde buldu. Bununla da yetinmedi, âdeta bir bonus olarak dünyanın sayılı askerî gücünü elinde bulunduran Rusya ve İran’dan hem askerî, hem de parasal destek almaya başladı.

Bu baş döndüren destek, Suriye’yi, daha doğrusu Baas Partisi’ni makineli bir katile dönüştürdü. Birleşmiş Milletler ile Uluslararası Af Örgütü’nün Suriye’de fâsılalı olarak yürüttükleri soruşturma ve saha araştırmaları sonucunda, insan hakları ihlâllerinin, işkencelerin ve savaş suçlarının büyük kısmının Baas Partisi hükûmeti tarafından yapıldığı, savaşta ise kimyasal silah kullanıldığı raporlanmıştır.

İç savaş sebebiyle Suriye’de, dolaylı ya da dolaysız olarak hayatını kaybeden toplam insan sayısının 1 milyona dayandığı tahmin edilmektedir. Yüz binlerce yaralının büyük çoğunluğunun kalıcı sakatlıkla karşı karşıya kaldığı, evinden ve ülkesinden ayrılarak mülteci konumuna düştüğü, zorlu göç yolculuklarında toplu ölümlerin yaşandığı, on binlercesinin demir parmaklıklar arkasında sistematik olarak işkenceye maruz bırakıldığı da bilinen başka bir gerçektir.

İşte tam burada sorulması gereken bir başka soruyu soralım ve yine birlikte cevap arayalım: Rusya’nın Suriye’de ne işi var? Başka bir ifadeyle, Rusya-Suriye ilişkileri nereye, ne zamana, kime ya da kimlere dayanıyor?

Büyükelçinin dikkat çeken sözleri

Savaşı fırsata çeviren ve “ganimet” iştahıyla Suriye topraklarına bir akbaba gibi üşüşenler, elbette komşuda pişen ekmeğin peşinde değildiler. Burunlarında kesif bir petrol kokusu vardı ve ilginçtir, yüzyıllardır Karadeniz’de hâkimiyet kuranlar ile Akdeniz’e açılma hayâlini kuranlar, isim benzerliği yaşıyorlardı.

Geriye doğru gittiğimizde, en uzun sahile sahip olduğu Karadeniz üzerinden tahıl ihracatı için güvenli bir yol oluşturmayı amaçlayan Rus İmparatorluğu, öncelikle güçlü bir müttefik olarak gördüğü Osmanlı Devleti üzerinde nüfuz kurmaya yönelik bir politika uygulamış, Avrupa’daki güç dengelerini zora soksa da Osmanlılarla ittifak politikası, Türk Boğazları üzerinde denetim kurmanın yanı sıra Rusların Akdeniz’e inmesi açısından büyük kazanımlar elde etmesini sağlamıştı.

İç savaş dozunun giderek arttığı Eylül 2015’te Rus hava saldırılarının başlaması üzerine, kısıtlı imkân dâhilinde Rejim askerleriyle mücadele eden muhalifler, hem güç dengesini, hem de Batı’dan aldığı desteği büyük oranda yitirmişti. 2016 yılına gelindiğinde, rejim ve rejimle el ele, kol kola gezen müttefikler, Halep kırsalında Özgür Suriye Ordusu ve DAEŞ’ten pek çok yerleşim biriminin yanı sıra Türkmen dağının büyük bölümünü ele geçirmesi üzerine, Türkiye, elini masaya güçlü bir şekilde vurarak “kara operasyonu” kozunu dillendirmeye başladı. Enteresandır, bu durum Suriye’yi açıktan destekleyen Rusya ve İran’ı tedirgin etmişti!

Hatırlanacağı üzere, Büyükelçi Karlov suikastından sonra Rusya’nın Ankara Büyükelçiliğine atanan Aleksey Yerhov, İdlib’de yaşanan gelişmelere ilişkin Sputnik’e verdiği demeçte, “Burada sabır tükendi. Suriye ordusu kendi topraklarının her bir karışını geri alma kararı verdi” sözleriyle Rusya’nın Esed rejimine verdiği desteği bir kez daha teyit ederek, yapılan katliamları âdeta savunmuştu.

Yerhov’un açıklamaları, bir büyükelçiden ziyâde bir büyük sözcü gibiydi. Türkiye’yi Soçi Mutabakatını ihlâl etmek, anlaşma yükümlülüklerini ise yerine getirmemekle suçluyordu. Skandal açıklamada yer alan her cümle, özenle kurulmuş mesajlar, tehditler ve ithamlar içermekteydi: “Suriye ordusu, kendi topraklarının her bir karışını geri alma kararı verdi. Altını çizerek söylüyorum, kendi egemen topraklarını…”

Sütten çıkmış ak kaşık (!)

Türkiye, bu skandal sözleri nasıl anlamalıydı? Rejim unsurlarının Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yönelik gerçekleştirdiği ve 13 kahramanın şehit olduğu alçak saldırıları savunmakla kalmıyor, âdeta “Bedel ödersiniz” diyordu…

Ülkemizdeki büyük bir çoğunluk, Rusya’yı ve güya mutabakatı “ihlâl eden, saldıran, sivil hedefleri bombalayan” Suriye Rejimini suçluyor.

Gelin, işin aslına bakalım!

Öncelikle, bazıları için Şam’daki hükûmet meşruiyetini kaybetmiş olabilir, ama uluslararası toplum ve BM üyelerinin büyük kısmı, her fırsatta eleştirdikleri Şam hükûmetini meşrû görüyor. Bilirsiniz, “savaş ekonomisi” çok kurnaz ve ilginç...

Evet, ortada bir kurnazlık vardı ve bunu Ruslar bir Matruşka’nın içinde bize sunuyordu.

17 Eylül 2018 tarihinde imzalanan “Soçi Mutabakatı” kapsamında Rusya ve Türkiye’nin üzerlerine açık ve net yükümlülükler aldığını, Rusya’nın İdlib Gerilimi Azaltma Bölgesi’nde Türk gözlem noktalarının varlığını ve bölgede askerî statükonun devam ettirilmesini kabul ettiğini, Türkiye’nin ise İdlib’de oluşturulan silahsız bölgeden “tüm radikal terörist grupları” ve tüm ağır silahları tahliye etme yükümlülüğünü aldığını, ayrıca M5 ve M4 karayollarını trafiğe açma konusunda da mutabakat sağlandığını belirten büyükelçi, teröristlerin çıkarılmadığını ve yolların da açılmadığını iddia ederek, “Eğer yükümlülüklerinizi yerine getirmiyorsanız, diğer taraftan yükümlülüklerini yerine getirmesini talep etmeye hakkınız var mı? Anlaşma taraflarının yükümlülükleri ‘diyalektik birlik içinde’ bulunmalı; aksi takdirde eşit partnerlikten bahsetmek güç oluyor” diyerek, kendilerini ak kaşık gibi göstermeye devam etmiştir.

Hemen hatırlatmakta fayda var: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen haftaki AK Parti Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada, “İdlib’de, Rejim ve Ruslar ile birlikte hareket eden güçlerin çoğu saldırılarının, teröristleri değil, doğrudan sivil halkı hedef aldığı gerçeğinin altını bir kez daha çizmek istiyorum” şeklindeki sözlerini değerlendiren, Rus Dışişleri Bakanlığı Yeni Tehlike ve Tehditler Dairesi Direktörü Vladimir Tarabrin’in, Moskova ve Şam’ın Suriye’de sivilleri hedef almadığını, tüm atımların yalnızca terörist oluşumlara yönelik olduğunu vurgulamasının ardından “Suriyelilerin eylemlerini tamamen meşrû” görmesi, koca bir yalandan ibarettir!

Yalandır, çünkü daha üç gün önce Beşar Esed rejimi ve destekçilerinin saldırıları nedeniyle yuvalarından koparılan ve sığındıkları Türkiye sınırında bulunan Afrin’in güneybatısındaki geçici barınma bölgesinde 1 buçuk yaşındaki İman Ahmed Leyla, gözleri açık bir şekilde can verdi.

Gerek yeni dünya düzeni olsun, gerek eski dünya, hangi taşı kaldırırsanız kaldırın, altından ABD, Rusya, İsrail ve İran gibi devletler çıkıyor. 1999 yılından beri Başbakan ve Devlet Başkanı sıfatıyla 21 yıldır Rusya’da birbirinden farklı siyâsî eğilimleri “uzlaştırıcı” rol alarak mesai harcayan Putin, Batı’ya düşmanlık etmeden, ama Batı’ya karşı Rusya’nın menfaatlerini koruyan post-Sovyet ve ulusalcı politikayla Rusya’ya yeni bir ivme kazandırmaya çalışıyor. Tabiî ülkesi ile Suriye arasındaki derin bağlara da büyük ehemmiyet veriyor.

Bu desteğin altında yatan bir başka neden de, ABD karşıtlığı kadar, Rusya’ya eski Sovyet gücünü tekrar kazandırma refleksi olsa gerektir...

(Devam edecek…)