Düğün gecesi

Bu iki zâtın dışında başka bir şeyhi anmak ne Alevîler, ne de Sünnîler için uygun olmuştur. Çünkü Türkiye’nin sahibi/kurucusu sayılan CHP yönetimi bu iki şeyh efendinin anılmasını uygun gördüğünden, hemen her yıl değinilen günlerde Konya’da ve Hacıbektaş ilçesinde anma törenleri Devlet eliyle yapılmaktadır. Sünnîler ve Alevîler için CHP idaresi, kendine göre bir çeşit denge sağlamış oldu böylece…

TÜRKİYE’de kimlerin ölüm yıldönümlerinde anılacağına elbette devlet karar vermiştir. Bu konu öyle halkın gönlüne bırakılacak işlerden değildir. Tek parti döneminin şefleri, kimlerin anılmaya değip değmediğine karar vermiştir. Halka düşen vazîfe ise, tereddüt etmeden, anılmaya değer bulunanları istenildiği gibi anmaktır. Gerisi bir çeşit hâddi aşmak sayılır. İşte bu konunun örneklerinden olan Celâleddin-i Rumî’nin düğününü ele alalım…

CHP’nin türbelerle imtihanı

Kamal Paşa, Kastamonu’da, 1925’te, “Medenî bir toplum için ölülerden medet ummak lekedir” demişti. O dönem de onun sözünün üstüne kimse söz söyleyemezdi. Gerçi bugün de pek söylenemiyor. Herkes onun dediğini ya kabul ettiğinden ya da korktuğundan “Tamam” derdi. Ölülerden kastı, şeyhlerdi. İnsanların şeyhlerin mezarını ziyaret etmesini, bağlılıklarını sunmasını, mezardan/ölüden medet (çâre) ummak olarak görmüş ve bunu bir leke ilân etmişti.

Mezar, elbette sözün gelişidir. Yoksa o mezarları herkes türbe olarak bilirdi…

Aynı yılın 25 Kasım’ında, 677 sayılı tekke-zaviye ve türbelerin kapatılmasını öngören kanun çıkarıldı. Dönemin Meclis’i, Kemal Paşa’nın tayin ettiği kişilerden oluşurdu. Her konuda önce Kemal Paşa fikrini açıklar, sonra onun Meclis’i, onun istediği gibi kanun çıkarırdı. 677 sayılı yasa da böyle çıkmıştı. Bu yasanın ardından (kayıtlara inanılacak olur ise) 773 tekke ve 905 türbe kapatılmıştı. Kendini lâik sayan Türkiye, böylece mezarlık ziyaretleri için bile bir düzenleme yapmıştı. Öyle herkes kafasına göre istediği mezarı ziyaret edemezdi.

CHP’den Rumî atağı

Türbe dediğin, şatafatlı bir mezardan başka bir şey değildir. Tek parti idaresi, türbelerden her nedense fena hâlde korkardı. Onların ziyaretini bu yüzden yasaklamıştır. Kendini lâik bilen tek parti idaresi hangi türbeye gidilip gidilmeyeceğine bile karar vermeye yetkili sayılmıştı. Onun ziyaretini uygun görmediği türbelere gitmek leke olmuştu. Aziz Türk halkı zaten nereden medet umacağını bilmezdi. Bu yüzden nereden nasıl medet umulacağına bile CHP Genel Başkanı Kemal Paşa karar verirdi.

Bütün ünlü şeyhlerin, Osmanlı padişahlarının, komutanlarının, yazar, âlim ve ediplerinin türbeleri bu yüzden ziyarete kapatıldı. Bu kapatma işlemi, “inkılâp” diye bilindi. Kimse lekeli olmamak için o türbeleri ziyaret etmedi, edemedi. Bu arada türbeleri kapatan kanun ile birlikte Celâleddin-i Rumî’nin türbesi de önce kapatıldı, sonra müze yapıldı. Onun “müze” denilen türbesini ziyaret etmek, lekeli olmak kapsamından çıkarıldı. Uzun bir aradan sonra ilk defa 1946’da, Konya Halkevi’nde Celâleddin-i Rumî için anma töreni yapıldı.

Osmanlı döneminde kurulan Türk Ocağı’nı 1932’de kapatan Kamal Paşa, onun yerine Halkevi’ni kurmuştu. Halkevleri günümüzde daha çok DHKP-C’ye taraftar yetiştirse de, o dönemde henüz bu misyonu başlamamıştı. Daha çok Kemal Paşa’ya taraftar toplama ve o taraftarı yönlendirme mekânı olmuştu.

İhtifâl

“Celâleddin-i Rumî’nin anma toplantıları doğumunda mı olsun, ölümünde mi?” diye bir tartışma yaşanmıştı. Sonunda, ölümünde anılmasının daha uygun olacağına karar verildi. Anma törenleri o dönemde “ihtifâl” diye bilinirdi. Önemli sayılan kişilerin anması için herkesin bildiği bir kelimenin kullanılması uygun olmazdı. Bu yüzden “ihtifâl” seçilmiş olmalıydı.

Kelimenin Farsça olması hatırlandığında, isâbetini teslim etmek icap eder. Çünkü Celâleddin-i Rumî de Konya’da yaşamasına ve yazmasına rağmen ısrarla Farsça yazmıştı. Sonra her nasılsa bu “ihtifâl” kelimesi de gözden düştü. Yerine “Şeb-i Arus” seçilmişti. Şeb-i Arus’u Rumî de şiirlerinde kullanmıştı. Farsça bir deyim olarak bu tamlama, “şeb: gece” ve “arus: düğün/gelin” ile “düğün gecesi” demektir. Ölüm gecesi, böylece düğün gecesi oldu.

İnsanın yapıp ettiklerinden hesap vermesinin başlangıcı demek olan ölüm gecesi, nasıl düğün gecesi olabilir? Bunu Celâleddin-i Rumî, öldüğü gece herhâlde en iyi anlayanlardan biri olmuştur.

Celâleddin-i Belhî

Celâleddin-i Rumî (1207-1273), günümüzde Afganistan sınırları içindeki Güney Türkistan’da, Mezarışerif’te doğdu. O dönemde buraya “Belh” denilirdi. Bu yüzden pek çok tarih kitabında “Rumî” yerine, “Celâleddin-i Belhî” denilmiştir. Şehirde, Hazreti Ali’nin mezarı olduğuna inanılan bir mezar vardı. O mezara, “Mezar-ı Şerif” denilir. Zamanla Belh adı bu yüzden unutuldu, şehir ise “Mezarışerif” diye anılmaya başlandı.

Hazreti Ali’nin Belh’e gitmesi, orada vefat etmesi gerekmezdi. Halk o mezara öylece inanmıştı. Celâleddin, babası Bahaüddin Veled ile birlikte 7-8 yaşlarında gelip Konya’ya yerleşmişti. Konya’da önceleri ilmiye sınıfından bir molla iken, sonradan Şems-i Tebrizî adlı bir şahsın etkisiyle tasavvuf/tarikat yoluna katıldı. Eserlerini de bu döneminde, Konya’da ama Farsça olarak yazmıştır. Tek cümlelik de olsa Türkçe bir yazısı, beyti yoktur. Buna rağmen her nasılsa kendisi, ünlü Türk edebiyatçılarından sayılmaya devam edildi. Böylece ünlü Türk edebiyatçılarından olmak için Türkçe yazmanın gerekli olmadığı da ortaya çıkmış oldu.

Nasıl tüm Türklerin sahibi?

Celâleddin-i Rumî için adından daha çok kullanılan “Mevlâna” kavramı da dikkat çekicidir. Arapça “veli” kökünden gelen bu kelime, “efendimiz, sahibimiz” anlamındadır. Rumî’nin taraftarları bu lakabı o kadar benimsediler ki, artık Celâleddin-i Rumî adı ya hiç kullanılmadı veya kullanılsa bile ön ad olarak “Mevlâna” denildi. Onun hangi işleri ve eserleri nedeniyle Türklerin sahibi/efendisi olduğu sorusu da, cevabı da hiç duyulmadı.

Resmiyete taşınan törenler

1950’den itibaren Celaleddin-i Rumî’yi anma törenlerine her yıl giderek artan bir sayıda Demokrat Parti milletvekili ve bakanı da katılır. 1951’de yapılan törenleri Milliyetçiler Derneği organize eder. Bu törenler ile milliyetçilik kavramı yeni bir içerik ve anlam kazanmış olur. 1954’te yapılan törenlere Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes de katılır. Böylece Rumî’yi anma törenleri, zaman içinde sağ partilerin ve iktidarların yer aldığı özel bir gün durumuna gelir.

1954’ten başlayarak törenlere Libya, Pakistan, İran ve Mısır gibi ülkelerin elçilik temsilcileri de katılır. Böylece törenler uluslararası bir mâhiyete ulaşmış olur.

CHP’nin Sünnî-Alevî bölücülüğünde ilk adımı

CHP 1960 Askerî Darbesi’nden sonra yeniden ve süngü zoruyla iktidara taşındığında yeni bir adım daha attı. 1925’te kapatılmış olan Nevşehir Hacıbektaş’taki Hacı Bektaş-ı Velî’nin türbesini 1964’te ziyarete açarak, aynı yılın 16 Ağustos’unda burada da anma törenleri başlatmış oldu. 1989’a kadar Türkiye’den katılımcılar ile yapılan Ulusal Hacıbektaş Anma Töreni, 1989’dan itibaren Türkiye dışından da katılanlar ile uluslararası bir duruma geldi.

Böylece Sünnî kesim için Şeyh Celâleddin-i Rumî, Alevî kesim için de Hacı Bektaş-ı Velî’ye dair anma programları resmîleşmiş oldu.

Bu iki zâtın dışında başka bir şeyhi anmak ne Alevîler, ne de Sünnîler için uygun olmuştur. Çünkü Türkiye’nin sahibi/kurucusu sayılan CHP yönetimi bu iki şeyh efendinin anılmasını uygun gördüğünden, hemen her yıl değinilen günlerde Konya’da ve Hacıbektaş ilçesinde anma törenleri Devlet eliyle yapılmaktadır.

Sünnîler ve Alevîler için CHP idaresi, kendine göre bir çeşit denge sağlamış oldu böylece…

Her nasılsa, Celâleddin-i Rumî’yi Sünn3i kesim daha çok sahiplenir. Alevîlerin sazlı sözlü semahlarının eleştirilmesine karşılık, Rumî’nin görüş ve telkinleriyle oluşan Mevlevî tarikatının neyli semaı rağbet görür. Sema töreni, zikir diye bilinir. Zikir ise ibâdetten sayılır. Böyle neyli, müzikli ve ayakta dönme esâsına dayanan bir zikrin nasıl ibâdet olduğu sorusu da, cevabı da duyulmadı. İbâdete ney adlı enstrümanın karıştırılmasını sessizlikle karşılayanlar, sazın-bağlamanın ibâdete karıştırılmasına şiddetli tepkilerini devam ettirdiler.

Tarihî tasavvuf-kelâm-fıkıh gerilimi

Tarih içinde Müslümanlar arasında fıkıh, kelâm ve tasavvuf temelinde ekoller ortaya çıkmıştı. Bu ekollerin birbirleriyle ilişkileri iyi değildi. Birbirlerini kıyasıya eleştirmiş, her ekol, doğruyu sadece kendisinin temsil ettiğini iddia etmişti.

Rumî, her nedense eskiden beri hoşgörü kavramı ile daha çok anılır. Buna karşılık Rumî, tasavvuf dışında kalan ekoller için oldukça ağır ifadeler kullanmıştır. İlâhî hakikatlerin akılla anlaşılamayacağını, kelâm ve fıkıh ile uğraşanların kör ve sağır durumundaki kimselere benzediğini savunmuştur (Mesnevî, I.95). Kelâm ve fıkıh erbabı için, “Ma zi Kur’ân bergüzidim mağza ra/ Post ra pi-şi segan endahtim” (Biz Kur’ân’ın özünü, cevherini aldık; postunu köpeklerin önüne attık) şeklinde bir ifadeye sahiptir.

Tasavvuf ile kelâm ve fıkıh ekollerinin hangi konuda hangisinin ne kadar haklı oldukları tartışması bir yana dursun, kendisini elbette tasavvuf ekolü içinde gören Rumî, diğer ekoller için “köpek” deyince, herhâlde insanlığın şimdiye kadar pek bilmediği bir hoşgörü örneğini göstermiş durumdadır.

Dikkat, irtica var: İBB’nin absürt geçmiş özlemi

Corona salgını nedeniyle 2020’de Rumî’yi anma törenleri kalabalık heyetlerce yapılamadı. Buna karşılık İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), bu tören için kendisini vazîfeli sayarak, Evrensel Mevlâna Aşıkları Vakfı’na (EMEV) bir tiyatro sahnesinde anma töreni yaptırdı. Önceki yıllarda Farsça okunan na’t ve ayin, Türkçe yapıldı. Semazenlerin bir kısmı da kadındı. Ayin sonunda Kur’ân âyetleri de Türkçe okundu. Âyetlerin Türkçe mealleri değil, doğrudan kendileri Lâtin harflerine göre okundu. Mevlevîlik tarihinde emsali görülmemiş bir olaydır bu!

1930’lu yıllarda devlet zoruyla ezanı, Kur’ân’ı Türkçe okutmaya çalışan bir parti idaresindeki İBB’nin bunu yapması, elbette geçmişine duyulan bir özlem olmalıdır. Unutulmamalıdır ki, İBB’ye aday olan şahıs, seçim döneminde camilere gider, âyetleri Arapça okurdu. Seçimden sonra bir daha camiye gitmez ve âyet okumaz oldu. Şimdi ise âyetleri Türkçe okutmaya kalkıyor. Seçim döneminde yaptığı mı yanlıştı, bugün yaptığı mı?

Aslında ikisi de yanlıştır! Çünkü her ikisinde de bir din istismarı vardır.

Türkiye’de Devlet ve kendisini devletin, ülkenin sahibi sayan Kemalist zihniyetin heykelden sonra en önemli kutsalı lâikliktir. Ancak kendi kutsalında bile samîmi değildir. Din ile ilgili gördüğü her işe müdahale etme hakkını kendinde görmektedir. Kimlerin anılabileceğinden tutunuz da nasıl anılacakları hakkında bile kurallar koymaktadır.

Eskiden ülke “memâlik-i şahâne” yani padişahın mülkü sayılırdı. Padişahın kendi mülkünde istediğini yapma hakkı kabul edilirdi. Şimdi Türkiye, bir “Memâlik-i Kemaliye” sayılmaktadır.

Kemal Paşa, sağlığında kayıtsız şartsız olarak egemenlik yetkisini kullanırdı. Belli ki, günümüzde bu yetkiyi onun partisi kullanmak hevesindedir.