KALIN ve korunaklı
duvarların ardında yaşanmakta her şey. Yaşadığımız evlerin duvarları değil
kastettiğim; ruhumuzdaki, özümüzdeki, içimizdeki uzaklıklar diyorum. Önce
kendimize ulaşmamızı engelleyen, sonrasında farkında olmadan saydam büyük bir
cam kule inşa edip anahtarını görünmezlere attığımız yaşamlarımız…
Yan
yana duran, ancak birbirine değmeyen hayatlar yaşıyor, bunun sonucunda gerek
biyolojik, gerekse psikolojik sıkıntılara maruz kalıyoruz. Ruhumuz ve gözümüz
iki fotoğrafa aynı anda bakmakta. Biri renkli (filtrelenmiş), diğeri ise siyah
beyaz (soluk). Bu iki fotoğraf bizi farklı iki yöne doğru çekiştirmekte, tüm
gücüyle asılıp, kanatıp kopartmakta… Bizatihi kendi hayatlarımızdaki bu kopuş
ve çelişki bizi her an daha derinlere itmektedir. Tüm modern toplumlar bu
ikilem ile bir an önce yüzleşmek zorunda kalacaklardır.
Meselâ...
Korkulu
bir rüyadan uyanır gibi, mahzun bir sabaha “Merhaba!” demek… İstekli görünmeye
şartlanmış öğretiler, vazifeler, işler güçler… Ya da mutlu, pıtırcıklı sesler
çıkarma çabası, bir yerlerden kopyalanmış yaşam şekilleri, dünyanın elimizde olduğunu
zannettiğimiz ekranlar... Anında mesaj göndermenin ya da haberdar olabilmenin
narkoz etkisi… Haberleşmenin haberden daha mühim olduğu kayıp zamanlar, özgürlük
zannedilen müebbet tutsaklıklar… Kulaklarımızda kulaklıklar, gözlerimiz ise yalnızca
görmek istediklerimize odaklı… Bir ses meselâ; bir sayı, bir ölü, bir can,
Kanada’da bir kasabaya yaklaşmakta olan buz kütlesi kadar ses getirmiyor meselâ.
Turist akını varmış, görmek ve fotoğraflamak için… Küçük bir dağ görünümündeki
buz kütlesi, yürekleri de soğutabiliyor demek ki. Görülmek istenen görünüyor.
Diğer
taraftan seçilenler, seçilemeyenler, güç, kudret, para, yeniler sahaya dalmak için
hevesli, eskiler için bilenen kambur günahlar, “Daha da” çığlıkları, yüksek
sesle konuşmalar, klavyelerin arkasından dünyaya kafa tutanlar, her seferinde
şaşırdığım, sonu gelmeyecek zannettiğim oyunlar, komplolar, yok oluşlar,
geçmişlerini, memleketlerini, mezarlarını kaybedenler(!)…
Yılın
belli zamanlarında (özellikle bizim ekranlarda) boy gösteren Afrikalı aç çocuk
resimleri… İslâm dininin esasları üzerinden yürütülen “vicdanın sesini banka
hesap numaran üzerinden kontrol etme fırsatı” şansı… Ağlama seansları,
televizyon ekranına ekmek uzatan çocukların saflığı ve iyiliği üzerine yapılan
durgun konuşmalar: “Ah keşke!”, “Nasıl bir dünya?”, “Çok param olsa”… Su kadar
sayıyla okunan dua zincirleri… Zincirler, düğümler, kilitler…
Televizyon
ekranlarında görmeye çokça alıştığımız aile danışmanları, psikologlar, ilâhiyatçı
hocalar, terapistler, yaşam koçları… Sözlerinin kulaklara ulaştığı, ancak özlerinin
ruhlarımıza değmediği insanlar olarak niyetleriyle baş başa kalıyorlar. Tüm
zamanlarda bilgiye talip olan insanoğlu, yine yaratılışına uygun davranmakta.
Her yeni bilgiyi büyük bir iştah ile yakalayıp en kısa zamanda bir başkasıyla
değiştirebilen “al-at” modelinin kabul görmesinedir tüm üzüntüm. Oysa
bildiğimizle amel etmek, temiz niyetlerimizi bilginin üzerine kurmak
durumundayız. Bilmenin bedelini, bilginin bedelini ödemekten kaçmamalı,
bedelini ödemeli, gereğini yerine getirmeliyiz. Önce samimiyetle kim olduğumuzu
ve nerede durduğumuzu bulmalıyız.
***
İçine
hapsolduğumuz cam kule; ruhumuzun gözümüzün gördüğüyle olan alenî savaşı; rutin
yaşantının içinde neredeyse rutinleşen duygu sarmalları; kimin (nerede, nasıl, neden,
kiminle) olduğunu bilme arsızlığı; popüler olanın yakıcı cazibesi; tüm dünyada
iktidar, güç, (seçimden üç gün önce bombalama vs.) aldatmacası; sadece İslâm
dünyasında değil, tüm inançlar üzerinden daha çok alma, belirlenen şekilde
kutlama, hayır ve sadaka için elverişli mevsim oluşturma pazarı; dinî
ritüellerin nakde döndürülebilen kısmına iltifat ve meşruiyet; bilgiye sahip
olmak ya da bilgiye çabuk ulaşmakla övünen yobaz çoğunluk; en yakınındaki
insanlardan, sevdiklerinden, ailesinden haberi olamayıp dünyayı takip eden,
okuyan, yazan, düşünen entelektüeller(!)…
***
Derken
hayat yine yeniden yeni bir başlangıç döngüsü çarkını çevirir. Bütün varlık âlemi
aynı ritmi takip ederek görmediğimizi görmeye, bilmediğimizi bilmeye devam
eder. Omuzlarında yüklendiği insan olma sorumluluğu ile hepimiz bu çarkın dişlerinde
öğütülüyoruz. Değişim, dönüşüm, oluşum evrelerinde günler yıllara ve
nihayetinde bir ömre karşılık geliyor. Kupkuru topraktan vakti gelince rengârenk
yapraklara “Ol!” izni veren, biliyor. Mikroskobik ölçülerde olan ve adını bile
bilmediğim grupta olan canlılar bile biliyor. Biliyorum ki, yazmak merhem
olmayacak yaralarımıza. Kendime ve kendi varlığıma mercekle bakarken ruhum kan
revan içinde damlıyor kaleme, kâğıda.
Ne
bilmenin, ne yazmanın, ne farkında olmanın, ne kelimelerin gidemeyeceği yerlere
yüreğimizle ulaşabilmenin duası ve umududur bu.
Umudum, umudunuza yâr olsun!