Duasız olmaz

Büyük şeyler, farklı şeyler isteyin. Hiçbiri Rabbime zor gelmez. Yeter ki istediğinize sahip çıkın, lâyık olun, ihtiyacınızın amacını iyi belirleyin. Bir şey, içi boş, öylece istenmez. Neyi niye istediğini, neden ihtiyaç duyduğunu önce kendine, sonra Rabbine izah edebilmeli insan.

“DUASIZ üşürmüş yürekler, bil. Sana bir dua eden olsun, senin de bir dua ettiğin. Bilemezsin hangi kırık gönlün duasıdır karanlıkları aydınlatan, sana ummadık kapılar açan. Bilemezsin kimin için ettiğin duadır seni böyle ayakta tutan.” (Mevlâna Celâleddin-i Rumî)

İnsan üşüdü mü, bir battaniyeye sarılıp sarmalanmak ve ısınmak ister ya, yaşananlar da bazen insanın yüreğini üşütüyor, kırıyor. Yalnızlık diz boyu olabiliyor. O anlarda bizi yalnızlıktan kurtaracak, yaralarımıza merhem olacak ve bizi ısıtacak bir şeye o kadar çok ihtiyacımız oluyor ki… İşte dua, tam zamanında imdadımıza yetişen Hızır arkadaşlardan biri!

Samimî olarak açtığımız kalbimiz ve ellerimiz boş dönmez Mevlâ’dan. İçimize bir sahiplenilmiş rüzgârı eser; iyi gelir, ferahlatır. Dünya hayatının mevsimler gibi günü saati bir değil ki. Duasız yola çıkmak zor bu devirde. Duasız zor bu devirde insanın kendi ile yol alması.

Dua yardım talebidir, ihtiyaç talebidir, yönelmedir. Dua yakarış, adayış ve boyun eğiştir: “Ey Yüce Allah’ım! Beni en iyi Sen tanır, ihtiyacım olanı da en iyi Sen bilirsin. Kendime faydam yok, ilmin ile kuşat, merhametinle sar, yardımını esirgeme.”

Duasız tanıyamam kendimi, hâlimi bilemem, ihtiyacım olanı doğru tarif edemem. Kelimelerim bazen o kadar yetersiz kalıyor ki -şükür- Mevlâ’m dile geleni de, gelemeyeni de çok iyi biliyor. Yeter ki kalben bir yöneliş olsun, gerisini Mevlâ’m tamamlıyor. İbadetim eksik, ahlâkım yetersiz, sözüm yarım, bakışlarım cansız, çalışmam noksan, hizmetim yok ama dua var ya, işte o dua ile Mevlâ’m her şeyi tamam ediyor. Eksiğimizi yüzümüze vurmuyor, yeter ki hatalarımızdan ders çıkarabilelim, vakit tükenmeden ve akıl baştan gitmeden Rabbimize dönelim.

Hem kulun en büyük sermayelerinden biri de dua değil mi? İnsanın böyle bir sermayeyi vakti varken en iyi şekilde kullanması gerekmez mi? Bence yapılacak en akıllı şey, her fırsatta duaya sarılabilmektir. Zaman zaman evlerimizde temizlik yapmamız gerekiyor, değil mi? Çünkü zamanla bir şeylerin üstü toz bağlıyor. Aynı şekilde, sürekli yaşamak da insanın kalbini tozlandırıyor. İnsan için en iyi bakım ve onarım maneviyat ile olur. Dua ve ibadet yıkar benliği boydan boya; temizler, güzel kokular sürer, enerjisini tazeler, selâmet verir ve yol açar. Dua sırasında meydana gelen gözyaşları en güzel yağmurlardandır. İnsanı yumuşatır, en güzel renge boyar. Kısaca, yaşamanın ve insan olmanın yorgunluğunu alır.

Ya dua olmasa nereye kaçacaktık? Yaşanan bunca şeyin yükünü nasıl taşıyacaktık? İnsan olmanın sorumluluğu bile şu dünyadaki en ağır yük değil mi? Biz bunun altından nasıl kalkacaktık? Eğri otursak da doğru konuşmalıyız. Dua çok büyük bir nimet, değerini bilmekse çok zor. Bize şahdamarımızdan yakın Rabbimize ulaşmanın en güzel ve en kolay yolu olan duayı bilememek, hakkıyla istifade edememek garip ve üzücü bir şey olsa gerek.

Niyet ve dua

Rabbim niyet etmiş, “Ol” demiş ve olmuş insan. İnsan kavramının içine kâinatı, ilmi, rızkı, rahmeti, gazabı, Cennet ve Cehennem’i, sevinci ve gözyaşını, basitliği ve hikmeti, gece ve gündüzü yerleştiren Rabbim, insana verdiği serbest irade nimeti ile insanın da niyet etmesini istemiş: “Niyet ettim Allah rızası için Allah’ın benden muradını niyet edip yerine getirmeye…”

Niyet edebilmek de bir nimet. Yaşam artık o kadar hızlı akıyor ki günü ve içindekini fark etmeden, sadece manzarayı seyredip geçiyoruz. Varoluşun duası, niyeti insandır. İnsan varlığının ve yaşamının asıl niyeti ise Var Edene dönüştür. Bu ikisi arasında gelip giden şeylere ise “hayat” denir. Kişi iyiyi ve kötüyü, sevabı ve günahı bilerek ya da bilmeyerek tecrübe eder. Bunun sonucu olarak kendisine hem iç dünyasından, hem hayattan dönüşler alır. Akıl nimetini kullanarak olanları okumaya çalışır. Okuduklarını yaşam tecrübesi ve bilgilerine ait süzgeçten geçirdikten sonra serbest iradesi ile kararlar alır.

Kâinat, içindeki sonsuzlukla insanı en iyi şekilde ağırlamaya çalışır. Burada şu hususa dikkat etmek gerekir: Nasıl iki insanın anlaşabilmesi ve belli bir süre beraber yol yürüyebilmesi için ortak anlaşılır bir dile ihtiyacı varsa, aynı şekilde Yüce Yaratıcı, yaşam ve kâinatın içindeki sonsuz varlık âlem, insanla iletişim kurar. Dolayısıyla ortada bir dil vardır ve bu dil kesinlikle bizim bildiğimiz lisan değildir. Bu dil birçok adla anılabilir ama bir adı da bence “dua dili”dir. Allah-u Teâlâ’nın duası, kâinatın duası ve insanın duası sürekli birbiriyle iletişim kurar ve bu bağlantı hiç kopmaz. Hiç şüphesiz Allah-u Teâlâ’nın duası her zaman, her an gerçekleşmeye devam eder. İnsan ve kâinatın duasında ise süreç biraz farklı işler.

Yaşam insanla el ele yürümek, insana hizmet etmek, insanın dileğini Allah’ın izin verdiği ölçüde yerine getirmek ister. İnsan ise çok karmaşık bir sisteme sahip olduğu için çok net, odaklı ve doğru yönde süreklilik arz eden bir talep sistemine yani duaya sahip olamaz.

Ben, Rabbimin yeryüzünde adım atan duasıyım. Duam, yeryüzünde adım atan her can… Her nefesim, istesem de, istemesem de dokunur kâinatın her zerresine. Dua, kişinin Yaratıcısına seslenişidir. Dua, zamanı ve mekânı aşan en üstün teknolojidir; maliyeti sıfırdır, ömür boyu her ne hâl içinde ve nerede olunursa olunsun kullanılabilir. Düşünsenize, kişinin Yaratıcısına ulaşması için muazzam basit bir yol var; kalbini ve ellerini açması yeterli.

Her duamızın kabul olmaması da duamıza giden bir yol haritasıdır. Biz olayları ilk hâli ile genelde tek bir noktadan ve eksik algılar, ona göre düşünce ve karar mekanizması oluştururuz. Ki bu hiç sağlıklı bir süreç oluşturmaz. Örneğin Rabbimin rızasına uygun bir hayat dilediğimizde, bunun sonucunda her gün ve her saat sevap işliyor hâle hemen geçemeyiz. Dua bir saniye sonrası için değildir sonuçta. Dua, bir hedef belirtmek ve o hedef için bir yolculuğa çıkmaktır. Yolculuk ise içinde gece ve gündüzü, yaz ve kışı barındırır.

Duanın neyi var, neyi yok?

Çilesi de vardır duanın, mükâfatı da. En güzel dua Allah’ı istemek ve bunun için bir ömür adım atabilmektir. Bu yolda atılan her adım insana kendini kazandırır, insan kazandırır, ahlâk, meziyet, helâl lokma ve güzel bir ahiret hayatı kazandırır.

Kendinize yakın hissettiğiniz insanlar vardır. Bunaldığınız zaman yanlarında olmak ve içinizi dökmek istersiniz. Onlarla konuşmak, hatta yanlarında bulunmak bile insanın yüreğine iyi gelir. Dua da aynıdır, içimizi rahatlıkla dökebiliriz; Rabbimiz bize bizden bile yakın değil mi? İlacı yanında ama kullanmayan hasta olmamalıyız. Dua ilacını bol bol kullanalım ki her geçen gün daha iyi olalım.

Duanın en uygun zamanlarından ve dua için bulunabileceğimiz en uygun hâllerden bahsedilir bazı yerlerde. Bunlara bir şey diyemem, sonuçta uzmanlık alanıma girmez ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Gönlünüzden isteyin, güzeli isteyin ve bol bol isteyin!

İstemek lâzım. Kişi Rabbinden istemeyecek de kimden isteyecek? Nimet de isteyecek, maddiyat da, güç de. Burası dünya, yaşamak için çalışmak ve sürekli hareket hâlinde olmak gerekiyor. Donanıma, paraya, zekâya, ilme ihtiyaç var. Kula yakışan zaten çalışmak ve rızkını aramaktır. İbadetinde edep ve sükûnet üstüneyken, cephede, cenk meydanında aslan ve kurnaz olmak zorunda. Kul Allah’tan her şeyin en iyisini isteyecek. Parayı, ekmeği ve cesareti de… Yeter ki kendini unutmasın. Rabbimizden kendimizi de isteyelim. Kendimizi tanımadan, kendimize değer vermeyi öğrenmeden geçip gitmeyelim. Kendine sahip çıkamayan, kendine değer veremeyen başka neye hakikî değer verebilir ki?

İstemek güzeldir. Öyle çok dua edelim ki, sırf bu yüzden Mevlâ ile sık sık baş başa kalabilme fırsatı bulabilelim. Ah ne güzel olur değil mi her fırsatta umutla, inanarak, her şeyden uzaklaşarak Allah ile buluşabilmek!

Kendi başıma gelen bir dua ve o duanın hikmetini paylaşmak istiyorum. Sırf bu olay bile ömür boyu Rabbime şükredeceğim bir hâdise.

Sanayide çalışıyordum o zamanlar. Alışması zor olmuştu şartlara ama olmuştu bir şekilde işte. Uzun saatler ayakta kalmamız gerekiyordu ve gürültülü bir ortamdı. Fabrika yöneticileri ve çalışanlar iyi insanlardı, alın terinin kazancı da bana iyi geliyordu. Kendi kendime, “Ben artık buradan emekli olurum. Patronlarla aram iyi, sanayi hayatına alışmışım. Zaten başka bir iş fikri de yok aklımda” dedim. O aralar bir alışkanlık oluşmaya başlamıştı bende. Gökyüzüne uzun uzun bakıyor, göz kırpıyor ve Rabbime yönelerek, “Rabbim, ben hâlimden memnunum ama benim için başka bir takdirin olursa ona da hayır demem” şeklinde içimi döküyordum. Gel zaman git zaman, biraz daha böyle devam ettikten sonra, bir gecede gelişen bazı durumlardan bizi aniden ve istemeyerek işten çıkarmak zorunda kaldılar. Ailem çok üzüldü ama açıkçası ben pek bir şey hissetmedim. “Vardır bir hikmeti” deyip sanayide başka bir ekmek teknesi ararken, ilki 2012 yılında düzenlenecek Engelli Memur Sınavı hakkında bir bilgi ulaştı bana. “Nedir bu, araştıralım” dedik ve şartların da uyduğunu gördük. Hatta başvuruyu son güne yetiştirdik.

Meslek lisesi ve meslek yüksekokulu çıkışlı olduğumuz için temel bilgi altyapısı oldukça zayıftı ama iki aylık bir hazırlık döneminden sonra sınava girmiş ve bir memurluk hayâlim bile yokken Ankara’da bir bakanlığı kazanarak memur olmuştum. Şu an hem işimde kendimi geliştiriyorum, hem aileme bakıyorum, hem sanatımı icra ediyor ve yazılarımı yazıyorum, hem de yeni hayâllerime daha da inançla yelken açıyorum.

“Dua” deyip öyle kolay geçmem yani bu saatten sonra. Mucizelere tanık olmuş biriyim ve bu inançla tavsiye ediyorum; çok şey isteyin! Büyük şeyler, farklı şeyler isteyin. Hiçbiri Rabbime zor gelmez. Yeter ki istediğinize sahip çıkın, lâyık olun, ihtiyacınızın amacını iyi belirleyin. Bir şey, içi boş, öylece istenmez. Neyi niye istediğini, neden ihtiyaç duyduğunu önce kendine, sonra Rabbine izah edebilmeli insan.

Rabbim vatanımıza, dinimize, insanlığa ve kendimize hayırlar getirecek güzel dualar nasip etsin. Sağlıcakla kalın efendim…