Duâ neden ürkütüyor?

Bilim, zamana ve zemine göre değişebilen, yeni doğru bulununcaya kadar tespit ettiği geçici doğrular üzerinden hareket eden dinamik ve değişken bir bilme türüdür. Bu bir inanç meselesi değildir ama din, horlanmak ve ötelenmek için sürekli bilim sopasıyla terbiye edilmeye çalışılır. Hattâ bilimsel yöntemlere aykırı olacak şekilde, din gibi düşünülür ve dogmalaştırılır. “Ya bilim, ya din” demek, “Ya tabiata inanırsın ya da Allah’a” demek gibi çatışmacı, reddedici ve dikotomist bir mantık yürütmedir!

KURAKLIK sebebiyle edilen yağmur duâları acaba bazılarını neden rahatsız etti ki? Duâ edince rahatsız olanların kaybettikleri bir şey var mı?

Nihâyetinde bir inanç meselesi… Allah’a (cc), O’nun her şeye Kâdir olduğuna, hâlisâne bir kalple Kendisine yalvarıldığında buna cevap vereceğine inanıyorsunuz. Bu inancınızdan dolayı rahmet kapılarının açılması, toprağın suya kanması, barajların dolması için, Peygamber Efendimiz’in (sav) de sünneti olan toplu yağmur duâsı yapıyorsunuz. Eller semâya açılıyor ve yürekten “Âmin!” diyorsunuz.

Bunu duyan bir gazeteci kahkaha atarak, “Duâ en çok burada tuttu, çünkü üç gündür burada yağmur vardı” dedi. O sırada televizyonun altyazısı ise şu şekildeydi: “Diyanet yağmur duâsında ayarı fazla mı kaçırdı?

Yani kendilerine göre meseleyi istihfaf ediyorlar...

Aynı zihniyetin siyâsî temsilcilerinden birisi ise, birkaç ay önce şöyle demişti: “İzmir Marşı çalarak, 10’uncu Yıl Marşı çalarak Atatürk’ün kurduğu CHP’si ve onunla aynı değeri paylaşanlar meydana yürüdüler. Bulutlar bile ağlamayı kesti, bulutlar yükseldi, önümüz aydınlandı…

Demek ki, inanç da, duâ da fıtrî bir ihtiyaç. Bunu Müslüman olarak İslâm dininin inanç ve ibâdet esaslarıyla yaparsanız saplantılı zihniyetin beynine saplanıyor bu; acayip bir şekilde rahatsız oluyorlar. Ama İslâmî çerçeveden uzak başka bir pratik ortaya koyarsanız, bir sakınca görmüyorlar.

Meselâ bir kısım insan kuraklığa dikkat çekmek ve yağmur dileğinde bulunmak için ormanda yürüse ya da bir konser verilse ya da akşamın belirli bir saatinde ışıklarını yakıp söndürseler, bunların dikkatini celp eder miydi? Zannetmiyorum...

Hattâ başka bir dine ait bir ayin olsaydı, kilise ya da havralarda insanlar toplanıp ilâhiler söyleseydi, Papa, Vatikan meydanında halkı selâmladıktan sonra yağmur yağması için kutsama yapsaydı, gayet doğal bir faaliyet olarak düşünülür, bizim Diyanet İşleri Başkanı’nın ettiği duâ kadar dikkatlerini çekmezdi.

Bu tepkisel durum, aslında sadece bizim ülkemizdeki saplantılı zihniyete sahip kişilere ait değil. Ezelden beri devam eden mücadelenin günümüzdeki versiyonundan ibâret…

İslâm bir hakikati temsil ediyor; hakikatin ışığı ise birilerini rahatsız ediyor. Onlara yönelik bir sonuç doğurmayan, onların hayatında en ufak bir tehdit unsuru taşımayan, konforlarını bozmayan bir duâ merasimi bile kimyalarını bozmaya yetiyor.

Onların görevi dine ait ne varsa direkt ya da dolaylı çağrışımları ile birlikte onunla mücadele etmek, onun ufacık da olsa mânevî bir hava oluşturmasına izin vermemek…

Yağmur yağsın diye, Korona illeti ortadan kaybolsun diye, depremler olmasın diye duâ edersin, bunları “bilime inanmamak” olarak düşünerek karşı çıkarlar.

Bilim, zamana ve zemine göre değişebilen, yeni doğru bulununcaya kadar tespit ettiği geçici doğrular üzerinden hareket eden dinamik ve değişken bir bilme türüdür. Bu bir inanç meselesi değildir ama din, horlanmak ve ötelenmek için sürekli bilim sopasıyla terbiye edilmeye çalışılır. Hattâ bilimsel yöntemlere aykırı olacak şekilde, din gibi düşünülür ve dogmalaştırılır. “Ya bilim, ya din” demek, “Ya tabiata inanırsın ya da Allah’a” demek gibi çatışmacı, reddedici ve dikotomist bir mantık yürütmedir!

Bir Müslüman için her şey Allah’ın kudreti dâhilindedir ve bilimsel faaliyetler Allah’ın insanlara bahşettiği akıl ve mantık kabiliyetinin bir ürünü olarak hayatlarını anlama ve anlamlandırma mücadelesidir. Bir bilimsel buluş ya da keşfedilen yeni bir gezegen, bir ilâç, bir tedavi yöntemi, hâşâ Allah’a karşı kazanılan bir zafer değil, onun yarattıklarından çok küçük bir cüz’ü fark etme meselesidir.

Bu saplantılı kafalar bir taraftan materyalisttir ama bir taraftan ifade edemedikleri mânevî boşluklarını dinin argümanlarıyla ya da onları taklit ederek geliştirdikleri yapay söz ve eylemlerle doldurmaya çalışırlar.

Meselâ ölüm hakikati ile karşılaştıklarında, bu kafaların nasıl bocaladıklarını görebiliyoruz. Millet, vefat edene Allah’tan rahmet ve mağfiret temenni etmekte, mekânının Cennet olmasını niyaz etmektedir. Bunlar ise “Işıklar içinde uyusun”, “Yolu aydınlık olsun”, “Huzur içinde dinlensin” gibi dinen anlamsız, bilimsel olarak da saçma bir ara formülle meseleyi geçiştirmeye çalışmaktadırlar.

“Ölen birinin yolu nedir, hangi yolda ilerlemektedir, ışıklar nasıl yanacak, o ışıklar içinde nasıl uyuyacak?” diye düşündüğünüzde verilecek pek bir cevap yoktur.

Neyse, yine onlara duâ ederek bitirelim yazımızı: Allah iz’an, idrak, insaf nasip etsin!