Dua müminin miracıdır

Genellikle insan, gerekli tedbirleri aldığı hâlde akıl ve bilme gücünün karmaşık hayat olaylarını anlama ve düzenlemede yeterli olmadığı duygusuna kapıldığında dua eşliğinde beklentiye girer ve işin sonucunu Allah’a bırakır.

DUAimanın en berrak göstergesi olduğu gibi, aynı zamanda kulluktur, ibadettir. Hatta Peygamber Efendimizin (asm) beyanıyla “ibadetin özüdür”.

Dua, Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Yine dua, kuldan Rabbe yükselen kulluk nişanı, O’ndan kula inen rahmet simgesidir. Dua, Arapça bir kelime olup, “çağırmak, birisine mesaj vermek, onunla irtibat kurmak” mânâlarına gelir. Özel kullanımı esas alındığında ise, kulun Allah’a yalvarması, hâlini arz etmesi, içini dökmesi, ihtiyaçlarını dile getirmesi demektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de duanın sadece Allah’a yöneltilmesi önemle belirtilmiştir. Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine mutlak nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmesi Kur’ân’da kesinlikle yasaklanmıştır (Şuarâ, 213; Kasas, 88).

Duanın ana hedefi, insanın Allah’a hâlini arz etmesi ve O’na niyazda bulunması olduğuna göre, dua, “kul ile Allah arasında bir diyalog” anlamı taşır. Bunun gerçekleşmesi için önce Allah insanı Kendi varlığından haberdar etmiş, insan da varlığını benimsediği bu Yüce Kudret karşısında duyduğu saygı ve ümit hisleri sebebiyle kendisinden daha Üstün Olanla irtibat ihtiyacı duymuştur.

Dua, böyle bir irtibat neticesinde insanın bir taraftan kendi ihtiyaç ve eksiklerinin telâfisini, diğer taraftan daha mükemmele ulaşmasını hedefleyen bir diyalog vasıtasıdır. Bir başka söyleyişle, sınırlı, sonlu ve aciz olan varlığın sınırsız ve sonsuz Kudret Sahibi ile kurduğu bir köprüdür. Bu sebeple insan, tarihin hiçbir döneminde duadan uzak kalmamıştır.

Kur’ân’daki pek çok ayette, Allah’a gönülden teslim olan kullar olarak dua etmek ve Allah’ın yüceliğini ifade etmek emredilmiştir.

Duanın hayatımızdaki önemi

Her şey dua iledir. Hayatı duasız düşünmek mümkün değildir. Yaşadığımız hayat, baştan sona kadar duadan ibarettir. Dua, rıza-i İlâhî’nin şifresi ve Cennet yurdunun anahtarıdır. Duanın bizatihi ibadet olduğunu, hatta ibadetin özü olduğunu ifade etmiştik, onun için ibadetin önemi hakkında söylenen her şey dua için de geçerlidir.

Duanın önemi hakkında söylenmesi gereken en önemli şey, Furkan Sûresinin 74’üncü ayetindeki, “Onlar, ‘Ey Rabbimiz’ derler, ‘Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet, bizi günahtan sakınanlara öncü yap!” ifadesiyle Kur’ân’ın insana ve insanlığa kazandırmak istediği güzelliklerdir. Elbette her şey bundan ibaret değildir. Söz konusu ayetin, “Bizi saygı ve itaatte kararlı olanlara öncü yap” şeklindeki son cümlesi, “takva” kavramı kapsamındadır; zikredilen ve zikredilmeyen bütün güzellikler için geçerli bir dileği içermektedir. Müminin hedefi, öncelikle ruh dünyasını Allah’ın iradesine uygun inançlarla, doğru düşünceler ve güzel duygularla, ahlâkî erdemlerle donatmaktır. Bu şekilde iç dünyasını zenginleştiren insan, eylemlerini de Allah’a saygı ve O’nun huzurunda bulunduğu bilinci ve sorumluluğuyla gerçekleştirme çabası içinde olur. Asıl dindarlık da budur. Bunun dışındaki dindarlık gösterileri ise nifaktır, riyadır veya boş slogandır. İşte belirtilen anlamdaki gerçek dindarlığın Kur’ân’daki adı takvadır. Buna göre ayet her müminin önüne, takvada yani gerçek anlamdaki dindarlıkta en ileride, önde ve örnek olma şeklinde yüksek bir hedef koymaktadır.

Dua, günümüzde sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetin sonuna sıkıştırılarak küçültülmüştür. Öncelikle dua, imanın en önemli göstergelerinden biridir. Dua, Allah ile kul arasında kuvvetli bir bağdır. Başka bir ifadeyle, kulun düşüncesinin Rabbe arz edilme şeklidir. Kul erişemeyeceği ve iktidarıyla elde edemeyeceği her şeyini mutlak iktidar sahibi olan Kâdir-i Mutlak’tan ister. İşte bu isteğin adıdır dua!

Dua, helezonlar hâlinde kuldan Rabbe yücelen tatlı bir nağmedir. Dua, imanın en berrak göstergesi olduğu gibi, aynı zamanda kulluktur, ibadettir. Hatta Peygamber Efendimizin (asm) beyanıyla ibadetin özüdür o. Dua, Rabbe dönüş ve yönelişin adıdır. Yine dua, kuldan Rabbe yükselen kulluk nişanı, Rabden kula inen rahmet simgesidir. Daha doğrusu o, Allah’la kul arasında olan münasebetin tam odak noktasıdır. Kulluktan bahsedilen bir yerde duadan bahsetmemek mümkün değildir.

Dua kulluğun simgesi ve başlı başına bir ibadet olduğuna göre, sadece insana has bir olgu değildir. Bu yönüyle kâinattaki bütün mahlûkat onunla ilgilidir. Toprağın bağrına atılan bir tohum, çatlamak, başını topraktan çıkarmak ve güneşe doğru filizlenmek için dua eder. Ama biz onun dilini anlamayız. Yumurtaları üzerinde yatan kuş, yavruları için dua eder. Ama kendi lisanında bunu yapar, biz buna “lisan-ı hâl” deriz. Bunu anlamak, gönül gözüyle bakmak ile mümkün olmaktadır. Ağaçlar, mevsimi geldiğinde meyve vermek için dua ederler. Ama insan bunun farkında değildir. İşte müminin kâinata bakışı budur. Kur’ân-ı Kerim’de buyurulur ki, “Habibim, insanlara de ki, ‘Duanız olmasaydı Allah katında ne ehemmiyetiniz vardır?’”.


Dua, günümüzde sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetin sonuna sıkıştırılarak küçültülmüştür. Öncelikle dua, imanın en önemli göstergelerinden biridir. Dua, Allah ile kul arasında kuvvetli bir bağdır. Başka bir ifadeyle, kulun düşüncesinin Rabbe arz edilme şeklidir.

Evet, müminler bilmelidirler ki, Allah katında bizim ehemmiyet ve değerimiz duamız sayesindedir. Duamız yoksa bir değerimiz de yok demektir. Zira Allah-u Teâlâ kuluna kıymet veriyor, kul olarak bizim de hilkatin sırrına vâkıf olup, Yaratan’ı tesbih ve tasdik etmemiz lâzım. Onun için Allah’ın bütün sevgili kulları duadan bir an bile uzak kalmamışlardır. Meselâ Kur’ân’da peygamberler anlatılırken, hep onların duaları nazara verilir ve onların “dua insanları” oldukları vurgulanır. Hazreti Âdem (as) dua eder ve hatası affedilir. Hazreti Nuh (as) o denli gürül gürül dua eder ki onun duası neticesinde tufan gerçekleşir ve o da tufan peygamberi olur. Hazreti İbrahim (as) dua dua yalvarır ve nesiller sonra Peygamber Efendimiz (asm) diyecektir ki, “Ben, dedem İbrahim’in duasıyım”.

Kur’ân’daki pek çok ayette, Allah’a gönülden teslim olan kullar olarak dua etmek ve Allah’ın yüceliğini ifade etmek emredilmiştir. Bizim için gerçek mânâda neyin hayırlı olacağını sadece Allah bilmektedir. Bizim zahiren hayır gördüğümüz ve istediğimiz bir şey, aslında hayırlı olmayabilir. Bu, pek çok insanın başına gelmiş ve gelmekte olan bir husustur. Bu yüzden Allah bazen bizim için hayırlı olmayacak bir şeyi nasip etmediği gibi, hayırlı olacak olsa da kulunu sabır imtihanına tutmak için de onu nasip etmeyebilir. Tüm bunlardan dolayı dua etmekte ve Allah’a gönülden bağlanmakta ısrarlı ve samimî olmak gerekmektedir.

Olaya, “Dua ettim ama kabul olmadı” şeklinde yaklaşmak, bir mümine yakışan tavır değildir. Her şeyde hayır aramak ve tatmin olmak en doğru olanıdır. Duayı samimiyet içerisinde ve ne söylediğimizi bilerek etmemiz daha doğrudur. Yoksa belli sayıları tamamlamak için otomatik bir şekilde tekrarlanan cümlelerin size de, başkasına da faydası olmaz.

Allah kullarını bazen türlü imtihanlarla, zorluk ve sıkıntılarla sınar. Bazen de insanlar bu dünya hayatında yapmış oldukları birtakım hataların bedelini öderler. Her ne durumda olursak olalım, Allah’tan yardım dilemeyi ve Allah’a yönelmeyi hayatımızın temel prensibi edinmeliyiz.

Kul olarak Allah’a dayanır ve güvenir, gerçek dost olarak sadece Allah’ı bilirsek mutlaka yardım görürüz. Namaz kılıp dua etmekte ısrarlı olmalıyız ki bunu samimî bir şekilde yerine getirince Hakk’a olan iltica-i vazifemizi yerine getirmiş oluruz. Kur’ân-ı Kerim’de, “Kullarım beni Sana soracak olurlarsa, gerçekten de Ben pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin çağrısına cevap veririm. Öyleyse onlar da Bana cevap versinler ve Bana inansınlar ki doğruya erişsinler” (Bakara, 186) şeklindeki ayetle ifade edilir ki, her şeyden öte, her şeyin üstünde, her şeyden önemli olan, Allah’ın rızasıdır. O kazanıldığı zaman diğerleri de kazanılmış demektir. Öyleyse dualarımızda mütemadiyen O’nun rızasını istemeliyiz.

Kul olarak Allah’a dayanır ve güvenir, gerçek dost olarak sadece Allah’ı bilirsek mutlaka yardım görürüz.

Seslenirken dahi zikreder, dua ederdik

“Anadolu irfanı” da denir ya, bizim ne güzel âdetlerimiz vardır. Güne “Bismillah” duası ile başlarız. Bütün hayra giden yolda o kelime-i Subhan’ı anarız. O kelime ki, gönüllere inşirah veren bir emr-i İlâhîdir ve o temenni ile başlarız. Bir kimsenin bir iyiliğini gördüğümüzde “Allah razı olsun” deriz. Bu üç kelimelik ve basit gibi görülen, derûnî mânâsıyla cihanı kucaklayan cümle, aslında en önemli duayı ifade etmektedir. Keşke hep birbirimizle karşılaştığımızda ve ayrılırken birbirimize böyle desek! Keşke her telefon konuşmamız bu duayla son bulsa! Keşke her radyo programı, her televizyon programı bununla açılsa veya kapansa! Evet, hayâli cihan değer…

Bu kadar sık karşılaştığımız dualardan biri kabul edilince, ahirette beratımızı aldık demektir. Bu güzel âdet, dinî kitaplarımıza da yansımıştır. Bu kitaplarda geçen isimlerden sonra her seferinde parantez içinde bu dua tekrar edilir.

Mümin bencil değildir. Biz dualarımızda kendimiz için istediklerimizi en yakın daireden başlayarak ailemiz için de istiyoruz, istemeliyiz. Peygamber Efendimiz (asm) bize bunu talim buyurmaktadır. Daha sonra akrabalarımız, komşularımız, tanıdıklarımız adına da dua etmeliyiz. Bu, mümin olmanın gereğidir. Bir hadis-i şerifte buyurulur ki, “Bir kimse kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe hakiki mümin olamaz.” Peki, ya unuttuğumuz veya unutturulan dualarımız?

Frenk meşrep kelimelerin dilimizdeki serencamına nasıl mâni olacağız? Bize yabancı olan ifadeler, bizim irfanıma aykırı. Anadolu irfanı, ana rahmi gibi adeta; o irfan bizim için merhamet kapısı oluyor, mânâ-yı İlâhîyi ifade ediyor. Analarımız, babalarımız ve tüm evlâd ü iyâl ile, hülâsa cümle canımız duayı diline pelesenk eder, yaşadığı hayatın hiçbir deminde unutmaz ve onu kuşaklara miras olarak bırakırsa bu irfan da yaşar.

Anadolu irfanında, kültür coğrafyamızın tüm burçlarında yer eden o kelime-i kibarlar bizi anlatır. Aşağıya taşıyacağım sözleri eden zat öyle güzel söylemiş ki… Her bir satırı dua kıvamındaki kelâmlar, Müslüman milletimizin medeniyet tasavvurunun birer şahikası:

Komşu komşuya seslenirken dahi zikrederdik biz. ‘Hu Hu!’ diye seslenirdik komşumuza. ‘Eyvallah’, dilimizin pelesengi idi. ‘Hayy’dan gelip Hu’ya giderdik. ‘Hayy Hayy efendim!’ diye kabul ederdik teklifleri. ‘Allah, Allah, Allah, Allah’ diyerek şehadete koşardık Tuna boylarında. ‘Allah Allah’, ‘Sübhan Allah’, ‘Allah-u Ekber’ idi hayretlerimiz. Şimdilerdeki gibi ‘Vaaaauuv’, ‘Oha’ diye gayrimüslim kırması çığlıklar atmazdık.

‘Tövbe estağfurullah’, ‘Fesubhanallah’ zikri anlatırdı kızgınlığımızı. ‘Aman Allah’ım’ derdik ‘Oh my god’ girmeden dilimize. Salavat anlatırdı bazen yanlış bir iş yapıldığını. ‘Neûzubillah’ çekmek idi istemediğimiz bir şey görünce  zikrimiz. ‘Bismillah’ ile başlardı her hayrın başı. ‘Hayy Allah iyiliğimizi vermeye’ devam edeydi…
‘Allah Allah İllallah, Muhammedun Resulullah’ sonrası derdik alkışlarla yiğitlere ‘Maşaallah’. ‘Ya Sabır!’, öfkemizin ilacı idi. ‘Hasbünallahü ve ni’mel-vekîl’ diyerek Allah’ı “vekil” ederdik çaresiz kalınca. ‘Ya Şafi’ dokunurdu yaramıza merhemden evvel. ‘İnna-lillah’ ayeti teselli ederdi geride kalanları. ‘Hakk’a yürürdük’ eskiden, ölmezdik biz.
‘Bu da geçer Ya Hu!’, ‘Vazgeç Ya Hu!’, ‘Hoş gör Ya Hu!’ hatları süslerdi medreselerimizin, iş yerlerimizin, evlerimizin duvarlarını psikiyatrik ilaçlar dünyamıza girmeden.
Velhâsılıkelâm, eskiden yaşarken zikrederdik, şimdi zikrederken bile o hâli yaşamıyoruz…”
(O güzel hâllerimize tekrar dönmemiz ve yaşamamız dileğiyle…)


Müminler bilmelidirler ki, Allah katında bizim ehemmiyet ve değerimiz duamız sayesindedir. Duamız yoksa bir değerimiz de yok demektir. Zira Allah-u Teâlâ kuluna kıymet veriyor, kul olarak bizim de hilkatin sırrına vâkıf olup, Yaratan’ı tesbih ve tasdik etmemiz lâzım.
Şiirimizde, sözümüzde dua

Ağzı dualı, İla-yı Kelîmetullah için Nizam-ı Âlem ülküsü yolunda mücadele eden anaların, babaların yurdunda Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e (sas) yazılan na’t-ı şerifler birer duadır. Müslüman Türk milletinin patentini taşırlar. Misâl, Süleyman Çelebi, yazdığı esere “Vesîletü’n-Necât” adını vermese de halk arasındaki ismi “Mevlid” şeklindedir ve isimle meşhur olmuştur: “Allah adın zikredelim evvelâ/ Vacib oldu cümle işte her kula/ Allah adın her kim ol evvel anâ/ Her işi âsan eder Allâh anâ/ Allah adı olsa her işin önü/ Hergiz ebter olmaya anın sonu/ Bir kez ‘Allah’ dese şevkile lisan/ Dökülür cümle günah misli hazan...”

Şairlerimiz ve ediplerimiz, yazdıkları eserlerin satırlarını ve mısralarını dua kıvamında kaleme alırlar. Bunda da rıza-i Bârî şiar edinilmiştir. Bayrak şairi Arif Nihat Asya’dan bir örnek verelim:

“Biz, kısık sesleriz, minareleri/ Sen ezansız bırakma Allah’ım!/ Ya çağır şurda bal yapanlarını,/ Ya kovansız bırakma Allah’ım!/ Mahyasızdır minareler, göğü de/ Kehkeşan’sız bırakma Allah’ım!/ Müslümanlıkla yoğrulan yurdu/ Müslüman’sız bırakma Allah’ım!/ Bize güç ver, cihad meydanını/ Pehlivansız bırakma Allah’ım!/ Kahraman bekleyen yığınlarını/ Kahramansız bırakma Allah’ım!/ Bilelim hasma karşı koymasını,/ Bizi cansız bırakma Allah’ım!/ Yarının yollarında yılları da/ Ramazan’sız bırakma Allah’ım!/ Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü,/ Ya çobansız bırakma Allah’ım!/ Bizi Sen sevgisiz, susuz, havasız/ Ve vatansız bırakma Allah’ım!/ Müslümanlıkla yoğrulan yurdu/ Müslüman’sız bırakma Allah’ım!”

Yine Süleyman Çelebi gibi, bir de Arif Nihat Asya’nın o muhteşem na’t-ı şerifini hatırlayalım:

“Seccaden kumlardı/ Devirlerden, diyarlardan/ Gelip göklerde buluşan/ Ezanların vardı/ Ve mübârek geceler, dualarımız/ Geri gelmeyen dualardı/ Geceler ki, pırıl pırıl/ Kandillerin yanardı/ Kapına gelenler Ya Muhammed/ -Uzaktan, yakından-/ Mümin döndüler kapından/ Besmele, ekmeğimizin bereketiydi/ İki dünyada aziz ümmet/ Muhammed ümmetiydi/ Konsun yine pervazlara/ Güvercinler/
‘Hu Hu’lara karışsın/ Aminler/ Mübârek akşamdır/ Gelin ey Fatihalar, Yasinler!// Hatice’nin goncası/ Aişe’nin gülüydün/ Ümmetin gözbebeği/ Göklerin Resulüydün/ Elçi geldin, elçiler gönderdin/ Ruhunu Allah’a/ Elini ümmetine verdin/ Beşiğin, yurdun, yuvan/ Mekke’de bunalırsan/ Medine’ye göçerdin/ Biz bu dünyadan nereye/ Göçelim Ya Muhammed/ Yeryüzünde riya, inkâr, hıyanet/ Altın devrini yaşıyor/ Diller, sayfalar, satırlar/ ‘Ebu Leheb öldü’ diyorlar/ Ebu Leheb ölmedi Ya Muhammed/ Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor.// Yüreklerden taşsın/ Yine imanlar/ Itrî bestelesin Tekbir’ini/ Evliya okusun Kur’ân’lar/ Ve Kur’ân’ı göz nuruyla çoğaltsın/ Kayışzade Osmanlar/ Na’tını Galib yazsın/ Mevlid’ini Süleymanlar/ Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle/ Geri gelsin Sinanlar/ Çarpılsın hakikat niyetine/ Cenaze namazı kıldıranlar!// Gel Ey Muhammed, bahardır/ Dudaklar ardında saklı/ Aminlerimiz vardır/ Hacdan döner gibi gel/ Mirac’dan iner gibi gel/ Bekliyoruz yıllardır.”

Son söz

Dua ve ibadet, yaratılışı gereği insanın Allah’a doğru olan bir yönelişi gibi görünürse de dinî metinlere göre dua ve ibadet, Allah ile kul arasında Allah’ın rahmet ve şefkatinin kulları tarafından tanınma iradesinin galip geldiği canlı bir ilişki ve haberleşmedir, bunu böyle görmek lâzımdır. 

İbadet ve duanın kulda Allah şuurunu daha canlı ve devamlı hâle getirmek suretiyle ahlâkî bir hayat için gerekli duyarlık ve özgeciliğe ulaştırması, ayrıca problemleri akılcı bir şekilde çözmek ve hayatı daha mutlu kılmak için gerekli olan zihin duruluğu, moral güç, sağduyu ve ferasetin gerçekleşmesine imkân vermesi beklenir. Bu durumda dua, gerçek bir tevekkül hâlini alır. Yani bir problemi çözmenin veya önlemenin gerekli bütün yolları, Allah’a dayanmanın sağladığı sükûnet ve güçle araştırılır ve sonucun hayırlı olması Allah’tan beklenir.

Genellikle insan, gerekli tedbirleri aldığı hâlde akıl ve bilme gücünün karmaşık hayat olaylarını anlama ve düzenlemede yeterli olmadığı duygusuna kapıldığında dua eşliğinde beklentiye girer ve işin sonucunu Allah’a bırakır. Ne var ki, çok defa insanın aceleci ve kolaycı tabiatı, onu bazı dua klişelerini sadece okumak, tekrar etmek veya yanında bulundurmak yani duayı bir çeşit sihir tekniği gibi kullanmak şeklinde, isteklerinin gerçekleşmesini beklemeye sevk etmektedir.

Sözümüzü şu dua ile bitirelim: “Hasbünallahu ve ni’mel- vekîl.” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.)

Vesselâm…