Doz aşımı

Saygı duymaya programlanmış zihinlerimizin safralarını atarak bir zihin detoksu yaşamayı başaracaktır insan, inanın. Bu proje cümleyi bir broş edasında yakamıza takmamak ise ilk adım olabilir. Tahammül ettiğimiz aykırılıklara makam tayin etmemekle başlayabiliriz karşı koymaya.

MODERNLEŞEN dünyanın bize sunduklarıyla konforumuzun artığı ve ihtiyaçlarımızın zamandan tasarruflu karşılandığı bu çağa dair altı kalın bir çizgiyle çizilmesi gereken mühim bir özelliği var.

Bilgiye erişim, ulaşım ve sahip olmak gibi birçok alanda büyük kolaylık ve pratiklikle buluştuk bu çağla beraber. Fakat bir gerçek var ki, sahip olduğumuz konfordan ötürü artırdığımız zaman, çağın kurgulanan işleyişiyle ipotek altına alınmakla kalmıyor, nasıl sarf edeceğimizin yönü bile tayin ediliyor.

Çağın ayan beyan görünen tek hakikati, esaret altındaki insanın kanayan taraflarını kendinin dahi fark edemiyor olması. Bize ikram ettiği olanakların cazibesine kendimizi fazlasıyla kaptırarak ve değer manzumelerimize sırt çevirip kafamızı kuma gömerek kendi cellatlığımızı yapmamız ise bana göre bu çağın altına düşeceğimiz tek şerh.

Tüm bu girift çıkarımların tek bir izahı var: Hiçbir oluşumun tesadüfî olmayıp İlâhî plânda karara bağlanmış birer hüküm olduğu gerçeği...

Çok kıymetli düşünür Sadettin Ökten, bir sohbetlerinde, bu çağın hayat bulması hususunda “Allah’ın ‘Ol’ emri üzerinedir” mealindeki ifadeyi beyan ediyor. “Ol” emrinin aksiyonuna muhatap olan bu çağın inanmış insanları, çağın şartlarının içinde aktif rol üstlenerek istikamet ve mesuliyet sahibidirler aslında. “Ol” muradından vücut bulan düzenin işleyişinde etken ya da edilgen vasfımızı kullanarak ortaya koyacağımız irade, yön tayin eden bir pusula ibresi kadar hayatî ve önemli. Birçok cepheden etrafımızı kuşatan hız, haz, algı ve yönetme üzerine programlanmış çağın ilerleyişinde bizlere düşen sorumluluklar düşündüğümüzden de fazla bana göre.

“Sistemin işleyişine karşı tek başımıza ne yapabiliriz?” sorusunu duyar gibiyim. Hâlbuki ne çok şey var hür seslerimizden ve mümin zihinlerimizden erbabınca damıtılıp formüle edilerek bize miras bırakılan.

Öncelikle farkında olmakla bilinci aktifleştirir, en ufak bir törpülemeyi dahi gözden kaçırmamakla mutlak mânâda etki edecek bir alan yakalarız, emin olun. Meselâ kelime ve kavramlar üzerinden tasarlanan bir kabul oluşturma stratejisini sorgulayabiliriz. Fark ettirilmeden, toplumu ayıltmadan dolaşıma sunulan kalıp cümlelere dikkat kesilebiliriz. Üzerinden atlayarak geçtiğimiz, muhteviyatıyla alâkadar olmadığımız her durumun operasyonel işleyişinde edilgen bir özne olma konumundan kurtarabiliriz kendimizi.

Son yıllarda dilimize pelesenk olan “saygı duyma” kavramı üzerine biraz hasbihâl ederek konuyu pekiştirelim isterim…

Bizim gibi manevî ve kültürel duyarlılığı fazla olan toplumlarda ehemmiyeti yüksek, kıymeti ağır bir sahaya sahip davranış modelidir “saygı duyma”. Bu toplumun DNA’sını oluşturan ve davranış pratiklerini barındıran en küçük hücre yapısı gibidir. Gelişme evremizde öncelikli olarak öğrendiğimiz bu davranışın, zaman içinde iyice pekiştirilerek muhafazasına ayriyeten önem gösterilir. Oturup kalkmak, giyinip kuşanmaktan tutun da konuşurken seçtiğimiz kelimelerden gülmemizin miktarına varana kadar “saygı” kelimesinin içeriğine göre belirlenir. Saygı, soyut ve düşünsel bir formun içinde kalmayıp kendisini somutlaştırarak fiilî bir yapıya bürünmeyi gerektirecek kadar yüksek bir edinimdir. Bu sebeple saygı, varlığını tamamlamak için hürmet göstermeyi var eder bünyesinde. Hürmet, bizim bütün kabullerimizden geçerek karşı tarafa aktardığımız değer verme ifadesini eylemsel hâle taşır özünde.

Böylesi bir entegrasyon içinde kullanılan ve bir hak edişe muhtaç olan “saygı duyma” kavramı şimdilerde iyi/kötü, doğru/yanlış ayrımı yapmadan, gerek insanî erdemlerin, gerek toplumsal ahlâk değerlerinin ve inanç sisteminin temel dinamiklerini deforme edecek fikrî kanaat ve eylemsel davranışların kabul göremeyeceği yerlerde kullanılır oldu. Topluma aykırılığı dayatmanın sinsi, tepkisiz ve “nezaket” kokan “medenî insan” kamuflajıyla paketlenen, konuya doğrudan dâhil olmadan onaylama metodu olarak kullanılmaya başlandı. Adeta “teşekkür eder” gibi, bizimle dokusal olarak uyuşmayan olaylara sonsuz saygı duymaya başladık nedense. Elbette bunun önce dilimize, oradan da zihin dünyamıza aktarılmasında bir maksat, hedefi belirlenmiş hesaplar vardı.

Bu plânlamanın işlevselliğiyle start alan saygı duyma dayatması üzerinden yayılmacı, hatta çoğalmacı tasarılar hayata aktarılıyordu. Ne de olsa “uygar” olmak için bu kabule muhtaçtık. Diğer türlü hazırlanmış kalıp tanımlamalar yakamıza takılmak için bekliyordu el altında. Peki, bizden kime veya hangi davranışlara saygı duymamız bekleniyor? Bir sanat eserine mi, zanaatkârın elinden çıkmış bir ürüne mi? Bir yaşlıya ya da ilim ehline mi? Anne babanıza mı, hocamıza mı?

Elbette özümüzü besleyen damarlarımızdan olmayacaktı bize sunulan saha. Sanal ekrandan evlerimizin ortasına düşen, dizi filmlerde işlenen kadın-erkek ilişkilerinden başlayabiliriz örneğin. Ailesinin karşısına dikilen genç kızın “Ben kötü bir şey yapmadım” diye haykırırken devamında “Bana saygı duymalısınız” cümlesinin montajlanması gibi…

Artık ilişkilerin ahlâki boyutunu sorgulamayı bir kenara bırakın. Saygı duymamız salık veriliyor kulaklarımıza. Giyim kuşamın aşırılığından tutun da oturup kalkmamıza varana kadar tüm aşırılıklar çağın gereği oluyor, bizlerinse saygısını hak ediyordu mecburen(!). Normalleştirme gayretine takviye destek olarak nice “uzman” unvanı taşıyan ve akademik sıfata sahip olanlar, bu normalleştirmenin yöntemini canhıraş anlatılarla öğretmek için seferber oldular. Dejenere etmek için savaştıkları topluma misâller üzerinden fikirleri sorulduğunda ise “Onun görüşü; kabul etmesem de saygı duyuyorum” cevabı seri hâlde önümüze düşüyor maalesef. Sanki ağızlara susturucu takılmış, sessiz sedasız bir zihin katli yaşanıyor.

Biz üst akılların, oyun kurucuların gelişmiş toplum olma etiketini taşımak için açık açık şantaja maruz kalıyoruz. “21’inci yüzyılda...” diye başlayan cümleler bizi her türlü hayâsızlık ve ahlâksızlığın önünde diz çökmeye mecbur ederken, boğazımıza inen yumruklarla sesimizin kısılması bir şekilde başarılıyor. Bir kadın ve bir erkekten yaratılan insan türü akla hayâle gelmeyen deformasyonun pençesine düşmüş hâlde zihinsel, ruhsal ve bedensel çöküntünün dibinde yaşarken, biz insanlık adına bir şeyler yapmaktan men edilmekle kalmayıp, bu çürümüşlüğe bir de saygı duymak zorunda bırakılıyoruz. Mesele içinde mesele barındıran bu cümlede kabul görmeyen bir davranış nasıl oluyor da kişinin saygı duyma seviyesine terfi ediyor? Bu nasıl bir tenakusun yansımasıdır?

Oysa saygı duymak saygın olmayı, devamında da hürmet göstermeyi getiriyorsa durum, daha vahim bir hâl almıyor mu? Hâlbuki biz, mümin kimliğinin altında saygı duyacağımız tüm durumlardan mesuliyet yüklenmekle vazifeli bir muhataplığa tâbiyiz. Bu muhataplık beraberinde sorumluluğu getirirken, her birimizi ayrı ayrı aktif etmeli. Elbette insanın değer ve erdemlerini hedef alan bu çağın dişlilerini birey olarak durdurabilmemiz mümkün olmayacak. Bizi bir çatı altında toplayan çok cenahlı kimliklerimizin altında konumlanmasıyla alacağımız her tavır, bir reddedişi var etmeye yol açacak güçtedir.

Saygı duymaya programlanmış zihinlerimizin safralarını atarak bir zihin detoksu yaşamayı başaracaktır insan, inanın. Bu proje cümleyi bir broş edasında yakamıza takmamak ise ilk adım olabilir. Tahammül ettiğimiz aykırılıklara makam tayin etmemekle başlayabiliriz karşı koymaya. Yeter ki, etrafımızda cereyan eden hiçbir mevzuya duyarsız kalmayalım. Ve onu ilk olarak kelimelerimize sahip çıkarak başka anlam ve projeler uğruna onları kiraya vermeyelim.