BİR kader çizgisi
üzerinde ilerliyoruz. Bu çizgide kendi seçimlerimiz, kendi hatalarımız da var.
Amacım kader mevzuuna girmek değil. Hem derin bir konu, hem de gerçekten salâhiyet
ister.
Fakat
“kader” dediğimizde, hepimizin anladığı bazı olgular var. Başa gelen
olumlu-olumsuz durumlar elbette Yaradan’ın bilgisi dâhilinde ve O’nun takdiriyle.
Ama günahı-haramı seçmek, bize verilmiş bir kabiliyet. İyiyi de tercih edebilir
insan, kötüye de gidebilir. Yaptıklarımızın sorumluluklarını alabilecek durumda
olduğumuz için bize “eşref-i mahlûkat” deniliyor.
Allah
(cc) insana bedenî ve zihnî kabiliyetler, melekeler ve onları kullanabileceği
imkânlar vermiştir. Bunların ilk algıda niceliği herkese göre değişebilir. Ama
esasında kimde ne kadar olduğunu da insan cinsi ölçemez. Ölçtüğünü sanır. Çok
zor şartlarda yaşayan bir insanla çok konforlu yaşam sürenlerin arasındaki
ayrımı kendi dünyevî terazisine koyar, kendince bir muhtemel sonuç faturası
çıkartır. Fakat hiçbir zaman hiçbir şey göründüğü kadar basit değildir. Kimin
hangi şartlarda daha verimli bir yaşam süreceğini bildiğimizi sanabiliriz ama
sıklıkla yanılırız.
Zekâ,
beceri, yetenek, imkân, potansiyel gibi kazanımlar her birey ve toplumda farklı
bir grafiğe sahip. Bu doğru. Ama bunlardan en yüksek verimi sağlamak da işin
kader kısmı…
Her
şey O’nun müsaade ettiği sınırlarda vuku buluyor. Bize önceden hayırlı görünen
pek çok şey, başa geldiğinde nedâmeti ve esef duygusunu besliyor. Yapmamız
gereken, her zaman için çabalamak… Ama çabalarken de bir yerlere varıp varmama
hususunda kaderci olmak gerekiyor.
Meselâ
insanlar kaderciliği “hiçbir şey yapmamak ve gelecek olanları beklemek” olarak
algılıyor. Hâlbuki kadere iman, hayırlı olduğuna inandığın her bir eylemi doğru
yollardan denemek, emek ve çaba sarf etmek; fakat sonucunda meydana çıkan
başarı ve başarısızlık olgularında da isyana ve teessüfe uğramamakla mümkün.
Hiçbir şey yapmadan olacak hayırlı akıbetleri beklemek, hayâlperestlik ötesi
bir hâl olmakla birlikte Allah katında da kıymetsiz bir yaşam biçimi olacaktır.
Meselâ
doyumsuzluk ve hep daha iyisini istemek ile kadere râzı gelmek, birbirinin aynı
ruh hâli olamaz. İyiye ve güzele çaba sarf etmek, sonundaki semereye de
şükretmek, ancak kadere râzı gelmektir. Ne hiçbir şey yapmamak, ne de her şeyi
yapıp illâki beklenen verime kavuşmayı istemek… Her ikisi de kaderi ve İlâhî
takdiri hiçe saymakla eş değer.
İnsanların
doyumsuzluk yaptığı alanlar da çok geniş bir kümelenme meydana getiriyor. Para
bunların en başında görünse de mâkâm, başarı ve konfor gibi pek çok alt başlığı
var. Fakat hepsinin ortak paydası, “insanı insan olmaktan çıkartıp başka bir
sıfata mecbur etmesi”…
Hırs,
haset gibi duygular, “doyumsuzluğun” atomal birimleri… Bu duyguları basit ve içsel
bir özel alan olarak kabul eden bünyeler, zamanla dışavurumcu bir çirkinliğe
bürünüyorlar. O içte sessiz sessiz büyütülen bütün kötü duygular böyledir.
İnsan dışarıda herhangi bir inikasın var olmadığını zanneder. Hâlbuki büyüyen
kötücül duygular dışavurumcu bir karaktere çok kısa bir zamanda erişir.
Sonrasında karşıdan gelen olumsuz tepkileri de anlamlandıramayan şahıs, hayata
ve kendine küsmekle birlikte daha da isyankâr bir tabiata bürünür.
Elbette
iç âlemde meydana gelen bütün bu aşırı duygular, nefsin ve insana her daim
fısıldayan şeytanın desteklediği şeylerdir. İnsan, akıl ve kalp ordusuyla bu
sevimsiz duygulara dirense de tek başına çok da yeterli gelemez.
Akıl
ve kalp, çok büyük nimetler olmakla birlikte çok hassas sistemlerdir. Doğru
besini almadığı takdirde yorgun düşer ve menfi duygulara zemin hazırlar. Bunun
da yegâne yolu, daha doğrusu, insanın kalbini ve aklını dengede tutabileceği en
mineralli besinlerse duâ ve ibâdettir. Hiçbir dünyevî bilgi, insanın akıl ve
kalp terazisinde hatâlı veriler almasının önüne geçemez. Elbette akıl da
doğruyu gösterir. Ama doğru beslenmemiş bir kalp, o aklı doğrudan çok çabuk
kaydırabilir.
Daha
da beteri; “kaderi beğenmeme” alt anlamıyla ayyuka çıkan doyumsuzluk duygusu,
insanın kendi çirkinliğini hiçbir aynada keşfedememesi gibi bir anomaliyi de
beraberinde getirir.
Bütün
bunlar ruhî bir hastalanma ile son darbeyi vurur.
O
hâlde sözü bağlamanın tam sırasıdır:
Çaba, emek ve hep iyiye, güzele doğru atılan adımlar, hem dünya, hem âhiret hayatı için kişiye ve topluma fayda sağlayacak eğilimlerdir. Fakat her çaba ve emek, beklenen nihâyeti vermeyecektir. Belki daha iyisini, daha hayırlısını verecektir ama her defasında insan, hayâl ettiği bitiş çizgisine tam da hayâl ettiği şekil ve dokuda varmış olmayacaktır. İşte burada tevekkül ve kadere iman şiarını benimseyen kişiler, bir başkasına karşı haset ve hırs duygularını büyütmez, bununla birlikte doyumsuz iç âlemlerinin dışavurumcu çirkinliğine teslim olmazlar.