Doyumsuzluk modası

İnsan bir an bile durup düşünse, sonsuz ruhu aç ve susuz, hem öksüz, hem de yetim bırakmazdı. Ölümlü bir beden için bu kadar izzet ve ikram çok fazla! Toprağa dönüşmeden önce bu kadar ihtişam, insanı dehşete düşürmez mi? Mutlak sonla arayı çok açıp ölüme de diklenmemek gerek bence.

SÖMÜRGE imparatorluklarımız var her birimizin. Selâm gönderirken bile “Acaba işim düşer mi?” diye hesabını tuttuğumuz bir çıkar listemiz... Acımasızca kullandığımız her şeyimiz… Aklımız, kalbimiz, kolumuz, bacağımız, midemiz, kardeşimiz, oğlumuz, kızımız, komşumuz… Ruh açken karın doymuyormuş. Doyumsuzluğumuzun sancısına iyi gelecek bir cümle saklı benim içimde. Razı olmak, kaderde yazan ne varsa olduğu gibi öpüp başın üstüne koymak…

Tabiat boşluk kabul etmiyor. Umut olmayınca, umutsuzluk kaplıyor yerini; sabır yokken sabırsızlık, edep yokken edepsizlik… İllâ ki birinden biri olmak zorunda! Tabiat ikilik de kabul etmiyor. Hem kanaatkâr olup hem de ihtiras dolmuyor insan. Hem dost, hem düşman olunmuyor. Çünkü bir yola girmek, diğer yollardan gitmemek demek.

Gönlü tok insanın neyle doyduğunu oldum olası merak etmişimdir. Gönül, iman zevkiyle hasretin boşluğunu dolduruyormuş meğer. Hasret Allah’tan başkasına duyulmaz ki zaten. İman edemeyince insan, hiçbir şey ona yetmiyor. Hep bir yanı eksik ve sancı içinde kalıyor. Kendini yemek yerken buluyor ama bir türlü doyamıyor. Midenin içinde mânâya çıkan bir gizli geçit var bence. O da kalbe çıkıyor olmalı. Başka çıkar yol yok ki...

Gönül tok olunca mide de tok oluyor. Ya mağazalarda geçirdiğimiz ömrümüz, tıka basa dolu gardıroplarımız, nargile çekerken tükenen o eşsiz nefesler, internet kafelerde kirlenen taze akıllar?

Sömürmek için seçtiğimiz ne varsa, asıl onlar bizi sömürüyorlar. Tükettiğimizi sandığımız şeyler tüketiyor bizi. Anlıyorum artık, bunca olup biteni seyrettikten sonra, dünya ihtiyaçlarımız için donatılmış. İsteklerimiz için başka bir zaman ve başka bir mekânı beklememiz gerektiğini anladım. Ama işte sabır gerek o günü beklemek için!

Telefonlarımızın son versiyonunun çıkacağı günü iple çekmek nasıl bir tutsaklık böyle? Aklımı zorluyor hâlimiz, tavrımız. Kendi felâketimiz için gözden çıkardığımız parayı gözyaşıyla bekleyen niceleri varken… Yemek değil, yedirmek doyururmuş karnı; giydiğinden çok giydirdiği yakışırmış insana. Derdini anlatınca ferahlar ya insanın içi, ama daha çok ferahlamanın bir yolu daha var elbet. Kendi derdi varken birinin derdini dinlemek gibi… Kendini unutuverip, gözlerinden düşecek iki damla yaşı elin derdi için düşürmek gibi…

Bir varmış, bin yokmuş bir zamanlar… Olan, olmayanla bölüşürmüş. Ama huzur ve sevinç arayanın kalbi istediğiyle doluymuş. İnsan insanın kalp ağrısını alırmış, gözyaşını silermiş. Velhasıl, çok önceleri hayat böyle geçermiş. Bir yamalı urba geçirdiyse bedenine, karnı da birkaç lokma gördüyse, üstüne de buz gibi su içtiyse, “Gel keyfim gel!” der, şükredermiş. Aman Allah’ım! Şimdi bir giydiğimizi ertesi gün giymiyoruz, evlerimizin dekorasyonu son tasarımlarla yapılmış, modelini yenilediğimiz arabamız altımızda, yediğimiz önümüzde yemediğimiz ardımızda…

Ama bizim ihtiraslarımız dur durak bilmiyor. Suratımız beş karış! Kim dünyanın tadını daha çok çıkarıyorsa gözümüz onu görüyor. Ve kahroluyoruz. Bir tas çorba etrafında toplanıp o gülümseyerek besmeleyle sofraya diz çöken ataların torunları biz miyiz gerçekten? Ben arzuların sınırını çizemedim bu yaşıma kadar. Ama yetinmenin lezzeti, moda peşinde yorulup çılgına dönmekten çok daha iyi! O zamanlar bir daha gelse keşke!

İnsan bir an bile durup düşünse, sonsuz ruhu aç ve susuz, hem öksüz, hem de yetim bırakmazdı. Ölümlü bir beden için bu kadar izzet ve ikram çok fazla! Toprağa dönüşmeden önce bu kadar ihtişam, insanı dehşete düşürmez mi? Mutlak sonla arayı çok açıp ölüme de diklenmemek gerek bence. Ev inşâ ederken tabut, elbise giyerken kefen, şöyle bir göz önüne gelse, duruluruz gibi geliyor.

Değişmeli hayat akışımız, alışkanlıklarımız, tutkularımız, zamanı kullanış biçimimiz, anneliğimiz, babalığımız… Belki de her şeyi sil baştan tersine çevirmeliyiz. Duygularımızı hangi güç karşısında kullanacağımızı yeniden belirlemeliyiz. İhtiras şükürle, öfke hoşgörüyle yer değiştirmeli. “Yarın” derken, “gelecek” derken dünya sonrasını ve zamanlar üstünü hesaba katmalıyız. Çok değişmeliyiz, hem de çok! Kalbimiz yeni baştan dekore edilmeli. Yaşama sebebimiz sorguya çekilmeli.

Tükettikçe tükeniyoruz. Üretmenin, hayata yeni güzellikler katmanın zevki bambaşkadır hâlbuki. Domatesin fidesini koklamak ve ilk domatese dokunmak da onu yemekten daha lezzetli… Sürekli kirleten, bitiren, boşaltan, solduran, küstüren, eskiten, harcayan olmak yerine temizleyen, başlayan, dolduran, açtıran, barıştıran ve kazanan olmak ne güzel! Tahammül sınırlarımızı aşmazdık gereksiz yükleri yüklenmeseydik eğer. O zaman dünya cinnet eşiğinde sarsılmazdı böyle.

İnsan salt nefisten oluşmuş bir arzu heykeli değil ki… Daha derininde insanlık var, merhamet var, yücelme kabiliyeti var. Dünya’ya şöyle bir Mars mesafesinden bakılınca, modanın ekseninde dönmediği görünür. Herkesin keyfini çıkarıp sonra da öldüğü bir mezarlık da değil burası. Birkaç kişinin aklı zevki trend belirleyip herkesi nasıl peşine takar, nasıl nefs-i emmare eşiğinde kalakalırız? Levvame bizi bekliyorken, mutmain olmuş nefis bu denli yakışırken, kaderine râm olmak bu denli yüceltirken, neden başka yerlerde arıyoruz mutluluğu?