BEDENİMİZİN yaşamsal
faaliyetlerini düzenli olarak yerine getirebilmesi, yeteri miktarda beslenme
ile doğru orantılı bir seyri kaçınılmaz kılıyor. Bu gerçeklik bizleri, beslenme
ihtiyacının her bir insan tekinin hayatını idâme ettirmede önemli rol oynadığına,
hayatî önem taşıdığına ve vazgeçilmez bir yaşam dinamiği olduğuna dair gayr-i
ihtiyârî ikna ediyor.
Hiç
çaba sarf etmeden, özel bir deneysel (ampirik) tutum sergilemeden beslenme
konusundaki kabullerimiz ve kani oluşumuz, kadim tecrübelere dayanıyor ve
nesilden nesle devroluyor.
Fakat
günümüz şartlarında, dünya genelinde ve ülkemizdeki gıda tüketimine dair
tutumlarımıza baktığımızda, hayatta kalabilmemiz için geliştirilmiş beslenme kabullerimizin
ve yemek yeme alışkanlıklarımızın bu gerçeklikten fazlasını barındırdığını
görüyoruz.
Ömrümüzün
her günü gerek fizyolojik, gerek sosyolojik ve hattâ son demlerde psikolojik
bir ihtiyaç olan yemek yeme kabullerimizle yüzleşiyoruz. Her birimiz yaşam
şartlarımız ölçüsünde ve barındırdığımız maddî-mânevî birikimlerle şekillenmiş
beslenme biçimimizi pratikten sayarak besleniyoruz.
Dinimiz
İslâm’ın, “Onlar infak ettikleri zaman ne
israf ederler, ne de cimrilik. Bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar” âyet-i
celîlesi ile infakta dahi vasat olana davette ısrarı, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiz!” âyet-i kerîmesi ile Rabbimizin
iman edenlerin bu emre muti olduğu takdirde israfa temayülünü ortadan
kaldırması, Peygamber Efendimizin (sav) “Orta
yolu tutunuz, amellerinizi mükemmelleştirmeye ve Allah’a yakın olmaya gayret
ediniz” hadîs-i şerîfleri gibi (amel/ibâdet/iş/eylem/davranış) ifrat ve
tefritten sakınmamızı işaret edişinden mahrumiyetin hayat döngüsünde
zafiyetlere neden olduğuna şâhit oluyoruz.
Tabiî,
gözleri dünya ile perdelenmemiş olanların şâhitliğinden söz ediyorum…
İnançsızlığı
sistemleştiren modernite dünya halkları arasında yaygınlaştıkça gördüğümüz o ki,
aşırı tokluk (obezite) sayısı, açlıkla mücadele edenlerin sayısını geçmiş
durumda.
Sadece
Amerika Birleşik Devletleri’nde obezite ile mücadele bütçesinin 185 milyon
dolar olması, modernitenin ne denli zaafkâr olduğunun da izharı.
Bu
satırları kaleme aldığım gün (21 Aralık 2020) Worldmeters sitesinin verilerine
göre (aynı gün) açlık ve obezite verileri şöyle:
Dünyada
var olan aç insan: 848 milyon 322 bin 68 kişi…
Dünyada
aşırı kilolu insan: 1 milyar 703 milyon 511 bin 283 kişi…
Aşırı
kilolu kişilerden 772 milyon 489 bin 400’ü obezite tanısıyla tedaviye muhtaç.
Aşırı
tokluk oranı ile aşırı açlık oranı arasındaki fark, modern sistemlerin
kullandığı reklâm, pazarlama, sosyal medya ve gösteriş dürtüsünü uyandırma gibi
algı çalışmalarıyla insanlığı besleyerek ölüme sürüklediğinin resmini çiziyor. Her
iki sorun için uluslararası insan hakları kurumları, ayırdıkları bütçelerle göz
boyarken, doymak nedir bilmeyen dünyaperestlerse beslenerek ölüme yürüyen bir
kitleyi seyretmekten memnun görünüyorlar.
Bu
içler acısı hakikatle birlikte “yemek yeme kültürünün” açlık ve tokluktan
fazlasını barındırdığına pek çok kültürel normun yeme biçimimizde,
alışkanlıklarımızda, tercihlerimizde vücût bulduğuna ve bir nevi görsel bilgi
aktarımında bulunduğuna da dikkatleri çekmek gerekiyor.
Yenilecek
gıdaların temininden pişirilmesine (helâl rızık), sunumundan paylaşımına (cömertlik),
yemek öncesindeki davranış biçiminden yemek sonrası hazmetme sürecine (sıhhat),
bolluğundan israfına (adâlet), bereketinden lezzet alma şartlarına (afiyet), adâbından
hamdına (ibâdet) hayli uzun referanslar edinebileceğimiz önemli bir yaşamsal
alan. Üstelik sık tekrarlanan, düzenli olarak yapılması gerekliliği taşıyan bir
durum, bir ihtiyaç, hattâ önemi nispetince sektörleşmede önemli bir alan…
Evet,
açlığın bir izahı olabiliyor; dengesiz gelir paylaşımı, uluslararası sömürü
gibi… Peki ya, tedavi gerektirecek kadar çok yemek yenmesini sağlamanın (!)
gerekçeleri neden dünya genelinde değil de ferdî tedavi netîcesinde
dillendiriliyor? Çünkü yemek, insanları aptallaştırmak için iyi bir araç. Çünkü
insanlar mideleri ile meşgul olunca düşünceleri ile bağları zayıflıyor.
Fikretmesi engellenip “sorumlu” vatandaşlıktan “sorunlu” vatandaşlığa
indirgeniyor. Varlığı ile teşrik-i mesaisinin kesilmesi hedefleniyor. Ve
böylece onları açlık ile korkutarak yönetmek kolaylaşıyor!
Obezite
rahatsızlığının altında psikolojik sorunların yatıyor olması da cabası.
Şartların iyileştirilmemesi, inançsızlığın pompalanması, Bâki Olana isyan ile fâni
olana tapınmanın servis edilmesi, kışkırtıcı, tahrik edici pazarlama sistemleri
ile bir nevi kasıtlı sağlıksızlığı öngören modernite dâhli olduğu katliamlara
kendi katili olan insanları ekliyor.
Yemek
yeme kültürünün etkileşimlerinden sadece birkaç alana dokunabildiğim bu satırlarım,
böylesi geniş ve çok kaçışlı perspektife haiz bir alan için sadece bir sunum
niteliği taşıyabilir.
Bir
hayli geniş açıdan hayatımızı olumlu ve olumsuz etkileyen “yeme kültürü”nü
mercek altına aldık. Dergimizi, kıymetli yazarlarımızın enine boyuna
değerlendirdiği ve her açıdan ele aldığı, yemek kültürünün fertten aileye,
aileden topluma, toplumdan insanlığa sirayet eden etkisine dikkat geçtiği
çalışmalarla donattık.
Tüm
pratiklerinizi gözden geçirebileceğiniz, ezberlerinizi bozacağınıza inandığımız
bu sayımız, sadece bir ay değil, zaman zaman elinize alıp bakma ihtiyacı
duyacağınız bir çalışma oldu.
Sizlere
huzurlu okumalar ve afiyetli zamanlar diliyorum.
Hoşnut kalınız efendim…