Doymak bilmeyenler, aşırı tokluk ve aşırı açlık

Bir hayli geniş açıdan hayatımızı olumlu ve olumsuz etkileyen “yeme kültürü”nü mercek altına aldık. Dergimizi, kıymetli yazarlarımızın enine boyuna değerlendirdiği ve her açıdan ele aldığı, yemek kültürünün fertten aileye, aileden topluma, toplumdan insanlığa sirayet eden etkisine dikkat geçtiği çalışmalarla donattık.

BEDENİMİZİN yaşamsal faaliyetlerini düzenli olarak yerine getirebilmesi, yeteri miktarda beslenme ile doğru orantılı bir seyri kaçınılmaz kılıyor. Bu gerçeklik bizleri, beslenme ihtiyacının her bir insan tekinin hayatını idâme ettirmede önemli rol oynadığına, hayatî önem taşıdığına ve vazgeçilmez bir yaşam dinamiği olduğuna dair gayr-i ihtiyârî ikna ediyor.

Hiç çaba sarf etmeden, özel bir deneysel (ampirik) tutum sergilemeden beslenme konusundaki kabullerimiz ve kani oluşumuz, kadim tecrübelere dayanıyor ve nesilden nesle devroluyor.

Fakat günümüz şartlarında, dünya genelinde ve ülkemizdeki gıda tüketimine dair tutumlarımıza baktığımızda, hayatta kalabilmemiz için geliştirilmiş beslenme kabullerimizin ve yemek yeme alışkanlıklarımızın bu gerçeklikten fazlasını barındırdığını görüyoruz.

Ömrümüzün her günü gerek fizyolojik, gerek sosyolojik ve hattâ son demlerde psikolojik bir ihtiyaç olan yemek yeme kabullerimizle yüzleşiyoruz. Her birimiz yaşam şartlarımız ölçüsünde ve barındırdığımız maddî-mânevî birikimlerle şekillenmiş beslenme biçimimizi pratikten sayarak besleniyoruz.

Dinimiz İslâm’ın, “Onlar infak ettikleri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik. Bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar” âyet-i celîlesi ile infakta dahi vasat olana davette ısrarı, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiz!” âyet-i kerîmesi ile Rabbimizin iman edenlerin bu emre muti olduğu takdirde israfa temayülünü ortadan kaldırması, Peygamber Efendimizin (sav) “Orta yolu tutunuz, amellerinizi mükemmelleştirmeye ve Allah’a yakın olmaya gayret ediniz” hadîs-i şerîfleri gibi (amel/ibâdet/iş/eylem/davranış) ifrat ve tefritten sakınmamızı işaret edişinden mahrumiyetin hayat döngüsünde zafiyetlere neden olduğuna şâhit oluyoruz.

Tabiî, gözleri dünya ile perdelenmemiş olanların şâhitliğinden söz ediyorum…

İnançsızlığı sistemleştiren modernite dünya halkları arasında yaygınlaştıkça gördüğümüz o ki, aşırı tokluk (obezite) sayısı, açlıkla mücadele edenlerin sayısını geçmiş durumda.

Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde obezite ile mücadele bütçesinin 185 milyon dolar olması, modernitenin ne denli zaafkâr olduğunun da izharı.

Bu satırları kaleme aldığım gün (21 Aralık 2020) Worldmeters sitesinin verilerine göre (aynı gün) açlık ve obezite verileri şöyle:

Dünyada var olan aç insan: 848 milyon 322 bin 68 kişi…

Dünyada aşırı kilolu insan: 1 milyar 703 milyon 511 bin 283 kişi…

Aşırı kilolu kişilerden 772 milyon 489 bin 400’ü obezite tanısıyla tedaviye muhtaç.

Aşırı tokluk oranı ile aşırı açlık oranı arasındaki fark, modern sistemlerin kullandığı reklâm, pazarlama, sosyal medya ve gösteriş dürtüsünü uyandırma gibi algı çalışmalarıyla insanlığı besleyerek ölüme sürüklediğinin resmini çiziyor. Her iki sorun için uluslararası insan hakları kurumları, ayırdıkları bütçelerle göz boyarken, doymak nedir bilmeyen dünyaperestlerse beslenerek ölüme yürüyen bir kitleyi seyretmekten memnun görünüyorlar.

Bu içler acısı hakikatle birlikte “yemek yeme kültürünün” açlık ve tokluktan fazlasını barındırdığına pek çok kültürel normun yeme biçimimizde, alışkanlıklarımızda, tercihlerimizde vücût bulduğuna ve bir nevi görsel bilgi aktarımında bulunduğuna da dikkatleri çekmek gerekiyor.

Yenilecek gıdaların temininden pişirilmesine (helâl rızık), sunumundan paylaşımına (cömertlik), yemek öncesindeki davranış biçiminden yemek sonrası hazmetme sürecine (sıhhat), bolluğundan israfına (adâlet), bereketinden lezzet alma şartlarına (afiyet), adâbından hamdına (ibâdet) hayli uzun referanslar edinebileceğimiz önemli bir yaşamsal alan. Üstelik sık tekrarlanan, düzenli olarak yapılması gerekliliği taşıyan bir durum, bir ihtiyaç, hattâ önemi nispetince sektörleşmede önemli bir alan…

Evet, açlığın bir izahı olabiliyor; dengesiz gelir paylaşımı, uluslararası sömürü gibi… Peki ya, tedavi gerektirecek kadar çok yemek yenmesini sağlamanın (!) gerekçeleri neden dünya genelinde değil de ferdî tedavi netîcesinde dillendiriliyor? Çünkü yemek, insanları aptallaştırmak için iyi bir araç. Çünkü insanlar mideleri ile meşgul olunca düşünceleri ile bağları zayıflıyor. Fikretmesi engellenip “sorumlu” vatandaşlıktan “sorunlu” vatandaşlığa indirgeniyor. Varlığı ile teşrik-i mesaisinin kesilmesi hedefleniyor. Ve böylece onları açlık ile korkutarak yönetmek kolaylaşıyor!

Obezite rahatsızlığının altında psikolojik sorunların yatıyor olması da cabası. Şartların iyileştirilmemesi, inançsızlığın pompalanması, Bâki Olana isyan ile fâni olana tapınmanın servis edilmesi, kışkırtıcı, tahrik edici pazarlama sistemleri ile bir nevi kasıtlı sağlıksızlığı öngören modernite dâhli olduğu katliamlara kendi katili olan insanları ekliyor.

Yemek yeme kültürünün etkileşimlerinden sadece birkaç alana dokunabildiğim bu satırlarım, böylesi geniş ve çok kaçışlı perspektife haiz bir alan için sadece bir sunum niteliği taşıyabilir.

Bir hayli geniş açıdan hayatımızı olumlu ve olumsuz etkileyen “yeme kültürü”nü mercek altına aldık. Dergimizi, kıymetli yazarlarımızın enine boyuna değerlendirdiği ve her açıdan ele aldığı, yemek kültürünün fertten aileye, aileden topluma, toplumdan insanlığa sirayet eden etkisine dikkat geçtiği çalışmalarla donattık.

Tüm pratiklerinizi gözden geçirebileceğiniz, ezberlerinizi bozacağınıza inandığımız bu sayımız, sadece bir ay değil, zaman zaman elinize alıp bakma ihtiyacı duyacağınız bir çalışma oldu.

Sizlere huzurlu okumalar ve afiyetli zamanlar diliyorum.

Hoşnut kalınız efendim…