Döviz, faiz, borsa: Üç-kâğıt

Son ve en geçerli dinin mensubu olduğunu iddia eden bizler, bu dinin öğretilerinden bir ekonomi modeli çıkaramamaktayız. Bu konuda hâlâ üniversitelerimizin ilgili bölümlerinde mevcut küresel sistemin müfredatı öğretilmektedir. Bu da kısır döngüyü devam ettirmekte, özgür ve özgün bir fikir ortaya atılmasını engellemektedir.

“ALLAH faizli malı mahveder, sadakaları bereketlendirir.”[i]

“İnsanların malları içerisinde artsın diye verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte onlar, malları kat kat artmış olanlardır.”[ii]

Bir ekonomist değilim. Bu sistem içerisinde böyle bir vasfa sahip biri olarak faaliyet göstermeyi de pek arzulamam açıkçası. Ancak günümüzde, her konuda olduğu gibi sistem oluşturma konusunda üşengeç olduğumuz için, ekonomik sistem kurgulama konusunda da maalesef anlamlı bir ilerleme kaydedememekteyiz. Bırakın bir sistem oluşturmayı, böyle bir girişimi bile düşünememekteyiz. Bu da bizi, dünya üzerinde uygulanagelen mevcut şeytanî sisteme mahkûm hâlde hareket etmek mecburiyetinde bırakmaktadır.

Üretim zihinlerde başlar

Hayâlleri, idealleri, hedefleri olanlar, zihinsel tembellik göstermez, hedefleri için bedenlerini de çalıştırırlar. Bu hâlleri kendilerine de, kendileri dışındakilere de fayda sağlar. Tembel zihinler ve bedenler ise şeytanın esiri olurlar. Çünkü insan, zihni ve bedeni boş kalmaz bir varlık olarak yaratılmıştır. Allah’ın (fıtrat, kâinat ve vahiy) âyetleri ile meşgul olmayan üşengeç zihinler, şeytanın plânlamalarına maruz kalırlar.

Osmanlı’yı Duyûn-u Umumiye ile faizli borca mecbur eden şeytanî akıl, uzun süre önce kurgulamış ve kurumsallaştırmış olduğu “faiz” temelli ekonomik sistemi ona dayatarak, sistemin içerisine mecburen entegre olmasını sağladı. Bu yolla siyaseten ve iktisaden bunalımları/krizleri tetikleyerek, bunu bir şantaj aracı olarak kullandı. Bu sıkıntıdan Cumhuriyet dönemine kadar kurtulamayan Osmanlı, Cumhuriyet döneminde bütün kurum ve kuruluşları ile bu sistemin bir parçası hâline geldi.

Osmanlı’nın son, Cumhuriyet’in ilk bankası olan Osmanlı Bankası’ndan sonra, Kurtuluş Savaşı için Hindistanlı Müslümanların gönderdiği paraların bir kısmı ile M. Kemal’in talimatıyla Celal Bayar tarafından “İş Bankası” kuruldu. Bu sayede devlet, ikinci bir bankaya daha kavuşmuş oldu. Hindistan’dan gelen diğer paralar ise, İzmir Yangını’nın hasarını gidermek ve bir de Halk Partisi’nin kuruluş giderleri için kullanıldı.[iii]

Bundan sonra gerek yerli, gerekse yabancı sermayeli “faiz”den para kazanan bankalar günümüze kadar kurulmaya devam etti. Uluslar kendi içlerinde faiz kullanmasalar bile, uluslararası ticarette bu sistemi kurgulayan şeytanî akla mecbur kaldılar. Eski Başbakanlarımızdan merhum Necmeddin Erbakan’ın bu sistemi çok iyi bilmesi ve ona karşı alternatif ekonomi modelleri sunmaya ve uygulamaya çalıştığını, yaşı müsait olan herkes bilmektedir.

Zamanın Ekonomi Başdanışmanı olan Osman Altuğ, merhum Erbakan’ın bu sisteme karşı mücadelesini anlattığı bir konferansta[iv], ekonominin düzelebilmesi için Erbakan’ın iktidarda kaldığı süre içerisinde ekonomiyi nasıl revize etmek istediğini kısaca izah sadedinde şunları söylüyor:

“Hükûmeti yerli sermayeye yüzde 10 ile devlet tahvili verilerek yüzde 135’le geri alınmasının önüne geçildiğinden, bu nedenle de faizden sermayelerini arttıranların ayağına bastı. Almanya’daki vatandaşlarımızın yurtdışındaki sermayelerinin promosyon sistemi ile yurdumuza taşınmasını, bu nedenle ‘yeşil sermaye’ olarak adlandırılan sermayedarların ve otomotiv sektörü sahiplerinin de ayağına bastı. Ve nihayet kumarhanelerin kapatılmasından dolayı kumarhane sahiplerinin ayağına bastı. Bu nedenle o, bir ekonomi kahramanı!”

Rahmetli Erbakan’ın bu politikaları ile “arı kovanına çomak sokmuş” olması sistemi kuranları çıldırtmış olacaktı ki daha bir sene iktidarda kalamadan 28 Şubat yaşandı ve hükûmet devrildi.

Rahmetlinin uygulamaları kısa zamanda netice vermişti. Bugünün yöneticileri de bu uygulamaların olabilirliğine şahit olmuşlardı. O gün hükûmet olmasına rağmen muktedir olamayan merhum Erbakan’ın çabalarının devam edememesinden ders çıkaran bugünkü yöneticilerimiz, eğer bir değişim/dönüşüm olacaksa bunun kademeli olması gerektiğini anladılar. Bugünlere gelindiğinde ekonomik anlamda makro düzeyde değişim/gelişim olmakla beraber, hâlâ Batılı materyalist düşüncenin ürettiği sistemin içinde hareket edilmektedir.

Vahiyden bakınca…

Yazının başındaki âyetleri zikretmemizin nedeni, bizi biz yapan değerlerden ne kadar uzak kaldığımızı ve tamamen kopmuş ve hiç geri dönüş olmayacakmış gibi kulak ardı etmişliğimizi hatırlatmaktır. Âyetler açık ve net iken, bizler de Müslüman olduğumuzu iddia ederken, üstüne üstlük son din ve en ekmel dinin mensubu olduğumuz hâlde, ekonomi başta olmak üzere, neden toplumsal sorunlarımıza çareler bulamamaktayız? Âyetlerde açık ve net beyanlar var iken, neden hâlâ Osman Altuğ’un deyimiyle “üç-kâğıt”(döviz, faiz ve borsa) ekonomisiyle devlet sistemini kurumlarını devam ettirmeye çalışıyoruz?

Hâlbuki yine son ve en geçerli dinin mensubu olduğunu iddia eden bizler, bu dinin öğretilerinden bir ekonomi modeli çıkaramamaktayız. Bu konuda hâlâ üniversitelerimizin ilgili bölümlerinde mevcut küresel sistemin müfredatı öğretilmektedir. Bu da kısır döngüyü devam ettirmekte, özgür ve özgün bir fikir ortaya atılmasını engellemektedir. İlâhiyat fakültelerinde ise ekonomi konusunda çalışan birileri var olsa bile, bu çalışmalar mevcut lâik sistem gereği devlet yönetiminde kullanılmayacağı için bireylerin vicdanlarına hitap etmektedir. Bu da toplumsal bilincin oluşumuna katkı sağlamadığı gibi, dinin kurumlardaki çözüm yetkisini de atıl bırakmaktadır.

Günümüzde, sözde “din-bilim zıtlığı” argümanı, artık genel geçer bir söylem olmaktan çıkmıştır. Dinin kurumlara müdâhil olamayacağını söyleyenler, dolar banknotunun üzerindeki “Biz tanrıya bağlıyız” yazısını artık görmezden gelmemelidirler. Yöneticilerimizin de yürekten inandığını düşündüğümüz “İslâm ahlâkı”na dayalı bir ekonomi modeli artık oluşturulmalı ve bu model üzerinden geleceğimiz kurgulanmalıdır. Bu işin zamanı gelmiş de geçmiştir bile! Bu konuda ülkenin dört bir yanına yayılmış olan üniversitelerimiz yeterli olamıyor ve çözüm üretemiyorlarsa, açık ve bariz olan mevcut müfredatın ve kurulu düzenin yanlışlığının görülmesi gereklidir.

Zekât ve sadaka

Bu serzenişlerimizin ardından, yine Tevbe Sûresi 103’üncü âyetin açıklaması ile yazımıza devam edelim: “Onların mallarında, onları kendisiyle temizleyeceğin ve arındıracağın bir sadaka al ve onlara dua et…”

Bu âyetin gelişinin ardından Ebu Mesud el-Bedri’nin aktardığı bir hadîste şöyle denilmektedir: “Sadaka vermeyi emreden âyet (Tevbe, 103) nâzil olduğu zaman, biz (ücret mukabilinde) sırtlarımızda yük taşıyıp (bu yolla kazandığımızdan) sadaka veriyorduk.”[v]

Hadîsin diğer versiyonunda “kazandıklarının yarısını sadaka verdiklerini” belirten sahabenin âyetten ne anladığını iki kelime ile kavramaya çalışırsak, buna “Üretmek ve paylaşmak” diyebiliriz. Mevcut kurulu finans kapitalizmine dayalı şeytanî sistemde bu kavramların birincisi, genellikle “faiz”e temelli kâğıtlar üzerinde manipülasyona dayalı olarak uygulanırken, ikinci kavram olan paylaşım ise literatüründe bulunmamaktadır.


Bugün ülkemizde ve dünyada uygulanan sistemin karmaşıklığı, onun uzun süre toplum tarafından anlaşılmasını da engellemekte, ekonomi hakkında medyada çıkan uzmanların açıklamaları ise küresel sermaye sahiplerinin kurdukları kurum ve örgütlerin öngörüleri, daha doğrusu uyguladıkları/uygulayacakları sömürü plânlarının dillendirilmesinden ibaret olmaktadır.

Eğer başa döner ve âyetlerdeki kavramları anlamaya çalışırsak, iki önemli hususu göz önüne almamızın gerekliliği ortadadır: Birincisi, faizli mal azalır; “zekât” malı arttırır. İkincisi ise, “sadaka” vermek zorunludur, farzdır.

Dr. Beytullah Aktaş’ın, “Tevbe Sûresi 60’ncı Âyete Göre Zekâtın Sarf Yerleri”[vi] başlıklı tezinden “zekât ve sadaka” kavramlarını öğrenelim:

“Zekât farziyeti, kesin bir mâlî ibadettir. Sözlüklerde ‘artmak, büyümek, gelişmek; iyi olmak ve temizlenmek’ anlamlarına gelen zekât, terim olarak belli bir malın belli miktarlarda belli kimselere zorunlu olarak verilmesi şeklinde tarif edilebilir.”[vii]

“Lügatte ‘sadaka’ kelimesi, ‘kizb’in (yalan) zıddı olan ‘sıdk’ (doğruluk) kökünden türetilmiştir. Razi, dil bilginlerinin sadaka kelimesinin türetildiği ‘s-d-k’ kelimesindeki harflerin bu sırayla ‘sıhhat ve kemâl’ manalarına geldiğini söylediklerini nakleder. Dosta, sevgisinde doğru olduğu için ‘sadik’, nikâh akdi kendisiyle tamamlandığı ve kemâle erdiği için mehire ‘sadak’ denilmiştir. Allah-u Teâlâ, mal, kendisi ile sıhhat ve kemâl bulduğu için zekâtı ‘sadaka’ diye adlandırmıştır.”

Bu açıklamalar bize, “zekât” teriminin sadaka ile eşanlamlı olmadığını, ancak “sadaka” kelimesinin zekâtı kapsayan bir kavram hâlinde zikredildiğini göstermektedir. Çünkü Tevbe Sûresi 60’ncı âyette, zekât verilecek sekiz sınıf izah edilirken “sadakalar” kelimesi kullanılmaktadır.[viii] Ancak günümüzde her iki kavramın anlamı da, algılanışı da Risâletin üzerinden geçen yüzyıllar sonunda farklılaşmış, her dönemin kültürel/siyâsî/coğrafi durumlarına göre değişime uğramıştır. Özellikle “sadaka” nafile bir ibadet gibi algılanarak, kullanılmayan fazlalıkların ve ağırlık yapan bozuk paraların düşkünlere verilmesi anlamıyla yorumlanmıştır. Bu da Kitabımız Kur’ân’dan ne kadar uzaklaştığımızın bir göstergesidir.

Alıntıladığımız âyetler ile alıntılamadığımız diğer âyetlerin anlam, kavram ve bağlamlarına bakıldığında anlaşılıyor ki, verilen emir ve tavsiyeler bir topluluğun iktisadî ve ahlâkî anlamda daha sağlıklı yaşayabilmesinin yolunu izah sadedinde bir hatırlatmadır. Bu topluluğun bir aile ya da bir imparatorluk olması fark etmez. Nihayetinde toplumun inşâsı ve ihyâsı için (vahyin amacı da budur zaten) onları ve evreni en iyi bilen Yaratıcının hatırlatmalarıdır.

Türklerin İslâm’la müşerref olduktan sonra devletin iktisadî kurumlarının ve teşkilâtlanmalarının omurgasını zekât kurumu oluşturmuştur. Fakat toplumsal çalkantılar nedeniyle dinin bireyselleştiği ve siyasetten koptuğu dönemlerde (“Bir lokma, bir hırka” felsefesi) din ve dünya diye bir ayrımın yapılması ve 18’inci yüzyılda Batı’nın Kilise’den kopup dine karşı bir pozisyon alarak din ve devlet yönetimini ayırması gibi zaman zaman toplumlarda tezahür eden din algısındaki değişimler, Doğu ve Batı arasında yer almamız dolayısıyla dinî algımızı iki yönden de etkilemiştir.

Cumhuriyet dönemi ile bütün kurumlarımızın Batı sistematiğine göre yapılandırılmış olması da zekât dâhil tüm Kur’ânî referanslarımızın anlaşılmasında köklü değişimlere sebep olmuştur.

Zekâta göre sistem yapılandırması

Yukarıda bahsi geçen âyette sadaka (zekât) verilecek kimseler sekiz sınıf sıralanmıştır.[ix] Bunlar, “fakirler, miskinler, zekât memurları, kalpleri İslâm’a ısındırılacaklar ve köleler, borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolcular”… Burada açık ve net olan, bu gibi kurumsal bir işi ancak devletin uygulamasıdır. Dolayısıyla zekât ve sadaka meselesi, tek başına bireylere, hatta cemaatlere bırakılacak bir görev ve sorumluluk değildir. Bu iş, devletin işidir ve bu zamandan sonra devletimiz iktisadî iş ve usûllerini Kur’ân’ın bu âyetlerini referans alarak oluşturmalıdır.

“Zekât”, İslâm toplumunun “vergi” sisteminin temelini oluşturmaktadır. Bunu anlamak için İslâm fıkhı alanında allâme olmak gerekmez. 

Batı’nın sömürgeleri için oluşturduğu kokuşmuş materyalist anlayışının ürünü olan sistemlerden, revize edilerek tedricî olarak vazgeçilmelidir. Onların oluşturduğu sistemin içerisine tam entegrasyon olmuş hâlimiz, bize faiz, açlık, yokluk, savaş, katliam ve kısacası kaos olarak dönmektedir.

Ayrıca zekâtın, devlet kurumunun ve toplum düzeninin devamlılığındaki önemini yine Peygamber’in (sav) dünyasını değiştirmesi sonrası Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ömer arasındaki “zekât” polemiğinden anlayabiliriz.  

Ebu Hureyre’nin rivayetine göre, Resûlullah (sav) dünyasını değiştirince, yerine Ebu Bekir (ra), Halîfe seçildi. Onun Halîfeliği döneminde Araplardan bazıları İslâm dininden dönüp irtidat ettiler. Ebu Bekir (ra) de bunlarla savaşmak için ordu hazırlamaya başladı. Bunun üzerine Ömer (ra), Ebu Bekir’e (ra) şöyle dedi: “Sen bu dinden dönenlerle nasıl savaşacaksın? Resûlullah (sav) şöyle buyurmamış mıydı: ‘İnsanlar ‘Lâ ilâhe illâ Allah’ deyinceye kadar savaşmam emredildi. Kim ‘Lâ ilâhe illâ Allah’ der de Müslüman olursa, canını ve malını bizden korumuş olur. Ancak Allah’la alâkalı suçları varsa onun hesabını Allah görür.”

Ömer’in (ra) bu sözüne Ebu Bekir (ra) şu karşılığı verdi: “Namazla zekâtın arasını ayıranlara yani namazın farz olduğunu kabul edip zekâta karşı çıkanlara, ben mutlaka savaş açarım! Çünkü zekât, malın hakkıdır. Allah’a yemin olsun ki, Resûlullah’ın (sav) verdiği bir yuları bile zekât olarak vermezlerse onlarla savaşırım.”

Bu sözler üzerine Ömer (ra) şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, zekât vermeyenlerle savaş konusunda Ebu Bekir’in (ra) fikrini kabul edişimin sebebi, Allah’ın onun kalbine doğruyu ilham ettiğini görmemdir. Onun hak üzere olduğunu böylece gördüm.”[x]

Görüldüğü gibi “zekât”, İslâm toplumunun “vergi” sisteminin temelini oluşturmaktadır. Bunu anlamak için İslâm fıkhı alanında allâme olmak gerekmez. Âyetler gayet açık ve net şekilde durumu ortaya koymaktadır.

Bir önemli husus da, “zekât”ın fakirlerin, yolcuların ve düşkünlerin “hakkı” olması meselesidir. Bu da ciddî bir misâl olmakla beraber Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde zikredilmektedir.[xi]

Belki düşüncelerimiz tedricî olarak gerçekleşiyordur, belki de zamanın ruhuna uygun sözler söylemiyoruzdur. Kimseden şeriat ilân etmesini beklememekteyiz. Amacımız, 15 Temmuz ile birlikte milletimizin -farklı düşünseler bile- bir arada yaşama ameliyesini içselleştirmeye çalıştığı şu günlerde, muktedir olan yöneticilerimize uzun soluklu yönetim işlevlerinden vakit bulup, unuttukları çözüm yöntemlerini hatırlatmaya çalışmaktır. Yukarıda belirtildiği üzere “sadaka”, Kur’ân’ın izahatı… İktisatçılarımız ve ilâhiyatçılarımız tarafından gayet yalın ve anlaşılabilir bir tarzda açıklanıp sistematize edilebilir bu konu. Ancak Batı etkisindeki lâikçiler ve Doğu etkisindeki dincilerin sakat din algısı, bu çözümlemelerin önüne geçmektedir. Akla gelen soru şu olabilir: Madem bu dünyada küresel iktisadî krizler/sıkıntılar Kur’ân referans alınarak çözülebilir, ellerinde Kur’ân olmadan ekonomisini düzelten ülkeler, neyi referans aldılar da refah düzeylerini yükselttiler?

Aslında hakkını yiyemeyeceğimiz ahlâkî değerlere riayet ederek, disiplinli çalışarak, üreterek dünya finansal sisteminde başrol oynayan gayr-i Müslim ülkeler olduğu gibi, mevcut üretilmiş değerleri reel ve sanal finans oyunlarıyla iç eden ülkeler de çoğunluktadır. Bu konuda başarılı olan gayr-i Müslim ülkelerin başarı sebeplerini ise, Üstad Mehmed Âkif, “Dinleri var işimiz, işleri var dinimiz gibi” vecîzesi ile kısa ve öz olarak izah etmiştir.


Son söz

Bir diğer mesele olarak, karşılaştırma yaptığımız ülkelerin siyasal/coğrafî/kültürel/nüfus/doğal kaynaklar (ya da sömürü kaynakları) gibi farklılıkları da söz konusudur. Ancak bizim diğer ülkelerden en önemli farkımız, jeopolitik konumumuzdur. Dünyanın en değerli arsasında oturan bizlerin İskandinav ülkelerindeki ekonomik büyümeyi ve refah düzeyini yakalaması mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığın büyüyüp geliştiği Anadolu toprakları üzerinde hâlâ Hıristiyan dünyasının emelleri vardır ve bizleri rahat bırakmak gibi bir niyetleri de yoktur.

Çok önemli, bir o kadar da zor bir meseleyi konu edindiğimizi göz önüne alırsak, yazılacak çok şey, söylenecek çok söz ve daha önemlisi yapılacak çok eylem var. Yapmaya gayret ettiğimiz, kamuoyu vicdanının sesini aktarmaya çalışmaktır.

Bin 400 yıl önce çöl insanına küreselleşmeyi öğreten, zamanın iki süper gücü olan Bizans ve Sasani İmparatorluğu’nu dize getirten, “Kitab”ın mensuplarıydı. İlmi 13’üncü yüzyıla kadar üreten ve yayan, yine Kur’ân’ı referans alarak çalışan ve üreten Müslümanlardı. Kitapları Avrupa’da 600 sene okutulan İbni Sina da, “Dünya dönüyor” diyen Birûnî de, Avrupa’ya şimdiki rakamlarını, Desimal Sistemi ve “sıfır”ı kazandıran Harezmî de, “optik” biliminin kurucusu İbnü’l-Heysem de, sosyolojinin babası İbni Haldun da, Batlamyus’un astronomideki hatalarını düzelten ve Kopernik’e yol gösteren El-Battânî de Kur’ân’dan ilham alan İslâm Medeniyeti’nin çocuklarıdır.

Belki dünyanın en önemli bilim tarihçisi olan merhum Fuat Sezgin, bir televizyon programında ömrünü adadığı İslâm bilim tarihi çalışmalarındaki gayesinin, İslâm toplumlarına “özgüven” aşılamak olduğunu söylemişti. Bu özgüveni hâlâ kazanamayan bizler, Kur’ân’ın ilhamıyla başkalarına örnek olmak yerine, hâlâ başkalarını örnek almaya devam etmekteyiz. Hâlbuki Batı toplumu, Kilise baskısı ve zulmünden Müslümanların özgür düşünce ve bilgiye verdiği değer sayesinde, Sicilya ve Endülüs’te bıraktığı miras ile kurtulmayı başarabilmiştir.

Sonuç itibariyle zekâtı devletin kurumsallaştırması, yukarıda zikredildiği gibi, toplumdaki zenginleri manen temizlediği gibi, reelde de mallarındaki haram bulaşığını temizleyecek; zekât verilen fakirleri de manen ve maddeten rahatlatacak; zengin, fakir ve devlet arasında bir ünsiyet sağlayacaktır. Bu meselenin çözülmesi çok zor değildir. Ülkemizde, konusunda uzman ekonomist de, ilâhiyatçı da vardır. Yeter ki, içlerinden ehliyet ve liyakat sahibi, daha önemlisi “sıdk” ehli olanlar seçilsin! Çünkü Kur’ân’da bu işin çözümü olduğuna emin (imanı) olan ancak bu işi başarabilir.

Bir ekonomi kahramanı olan rahmetli Necmeddin Erbakan’ı rahmetle anıyorum.

Selâm ve dua ile…



[i] Bakara, 276

[ii] Rum, 39

[iii]  Bu konu zaten kamuoyunun çoğunlukla bildiği bir meseledir, yine de en bilinir kaynakları buraya aldık.

Hasan Rıza Soyak (M. Kemal Atatürk’ün Genel Sekreteri), Atatürk’ten Hatıralar, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları, Istanbul 1973, cild 2, sayfa 684. – Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Istanbul 1969, sayfa 457.

[iv] Osman Altuğ’un Necmeddin Erbakan’ın danışmanlığını yaptığı dönemi anlattığı panel konuşması https://www.youtube.com/watch?v=3drLHQqyIBc

[v] Müslim, Zekât 72, 1018 Nesai, 48 (5, 59)

[vi] Tevbe Suresi 60. Ayet Bağlamında Zekâtın Sarf Yerleri – Dr. Beytullah Aktaş

[vii] A.g.e. 68, 71

[viii]“Sadakalar Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, (zekât) memurlarına, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara verilir; kölelerin, borçluların,Allah yolunda olanların ve yolcuların uğrunda sarf edilir. Allah Alîm’dir, Hakîm’dir.”

[ix]  8’inci dipnota bakınız.

[x] Ebu davud. Zekat 1

[xi]Enam 141, İsra 26, Rum 38, Zariyat 19, Mearic 24