“ALLAH faizli malı
mahveder, sadakaları bereketlendirir.”[i]
“İnsanların
malları içerisinde artsın diye verdiğiniz faiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını
dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte onlar, malları kat kat artmış
olanlardır.”[ii]
Bir
ekonomist değilim. Bu sistem içerisinde böyle bir vasfa sahip biri olarak
faaliyet göstermeyi de pek arzulamam açıkçası. Ancak günümüzde, her konuda
olduğu gibi sistem oluşturma konusunda üşengeç olduğumuz için, ekonomik sistem
kurgulama konusunda da maalesef anlamlı bir ilerleme kaydedememekteyiz. Bırakın
bir sistem oluşturmayı, böyle bir girişimi bile düşünememekteyiz. Bu da bizi, dünya
üzerinde uygulanagelen mevcut şeytanî sisteme mahkûm hâlde hareket etmek
mecburiyetinde bırakmaktadır.
Üretim zihinlerde başlar
Hayâlleri,
idealleri, hedefleri olanlar, zihinsel tembellik göstermez, hedefleri için
bedenlerini de çalıştırırlar. Bu hâlleri kendilerine de, kendileri
dışındakilere de fayda sağlar. Tembel zihinler ve bedenler ise şeytanın esiri
olurlar. Çünkü insan, zihni ve bedeni boş kalmaz bir varlık olarak
yaratılmıştır. Allah’ın (fıtrat, kâinat ve vahiy) âyetleri ile meşgul olmayan
üşengeç zihinler, şeytanın plânlamalarına maruz kalırlar.
Osmanlı’yı
Duyûn-u Umumiye ile faizli borca mecbur eden şeytanî akıl, uzun süre önce
kurgulamış ve kurumsallaştırmış olduğu “faiz” temelli ekonomik sistemi ona
dayatarak, sistemin içerisine mecburen entegre olmasını sağladı. Bu yolla siyaseten
ve iktisaden bunalımları/krizleri tetikleyerek, bunu bir şantaj aracı olarak
kullandı. Bu sıkıntıdan Cumhuriyet dönemine kadar kurtulamayan Osmanlı,
Cumhuriyet döneminde bütün kurum ve kuruluşları ile bu sistemin bir parçası hâline
geldi.
Osmanlı’nın
son, Cumhuriyet’in ilk bankası olan Osmanlı Bankası’ndan sonra, Kurtuluş Savaşı
için Hindistanlı Müslümanların gönderdiği paraların bir kısmı ile M. Kemal’in
talimatıyla Celal Bayar tarafından “İş Bankası” kuruldu. Bu sayede devlet,
ikinci bir bankaya daha kavuşmuş oldu. Hindistan’dan gelen diğer paralar ise,
İzmir Yangını’nın hasarını gidermek ve bir de Halk Partisi’nin kuruluş
giderleri için kullanıldı.[iii]
Bundan
sonra gerek yerli, gerekse yabancı sermayeli “faiz”den para kazanan bankalar
günümüze kadar kurulmaya devam etti. Uluslar kendi içlerinde faiz kullanmasalar
bile, uluslararası ticarette bu sistemi kurgulayan şeytanî akla mecbur
kaldılar. Eski Başbakanlarımızdan merhum Necmeddin Erbakan’ın bu sistemi çok
iyi bilmesi ve ona karşı alternatif ekonomi modelleri sunmaya ve uygulamaya
çalıştığını, yaşı müsait olan herkes bilmektedir.
Zamanın
Ekonomi Başdanışmanı olan Osman Altuğ, merhum Erbakan’ın bu sisteme karşı
mücadelesini anlattığı bir konferansta[iv], ekonominin düzelebilmesi
için Erbakan’ın iktidarda kaldığı süre içerisinde ekonomiyi nasıl revize etmek
istediğini kısaca izah sadedinde şunları söylüyor:
“Hükûmeti
yerli sermayeye yüzde 10 ile devlet tahvili verilerek yüzde 135’le geri
alınmasının önüne geçildiğinden, bu nedenle de faizden sermayelerini arttıranların
ayağına bastı. Almanya’daki vatandaşlarımızın yurtdışındaki sermayelerinin
promosyon sistemi ile yurdumuza taşınmasını, bu nedenle ‘yeşil sermaye’ olarak
adlandırılan sermayedarların ve otomotiv sektörü sahiplerinin de ayağına bastı.
Ve nihayet kumarhanelerin kapatılmasından dolayı kumarhane sahiplerinin ayağına
bastı. Bu nedenle o, bir ekonomi kahramanı!”
Rahmetli
Erbakan’ın bu politikaları ile “arı kovanına çomak sokmuş” olması sistemi kuranları
çıldırtmış olacaktı ki daha bir sene iktidarda kalamadan 28 Şubat yaşandı ve
hükûmet devrildi.
Rahmetlinin
uygulamaları kısa zamanda netice vermişti. Bugünün yöneticileri de bu
uygulamaların olabilirliğine şahit olmuşlardı. O gün hükûmet olmasına rağmen
muktedir olamayan merhum Erbakan’ın çabalarının devam edememesinden ders
çıkaran bugünkü yöneticilerimiz, eğer bir değişim/dönüşüm olacaksa bunun
kademeli olması gerektiğini anladılar. Bugünlere gelindiğinde ekonomik anlamda
makro düzeyde değişim/gelişim olmakla beraber, hâlâ Batılı materyalist
düşüncenin ürettiği sistemin içinde hareket edilmektedir.
Vahiyden
bakınca…
Yazının
başındaki âyetleri zikretmemizin nedeni, bizi biz yapan değerlerden ne kadar
uzak kaldığımızı ve tamamen kopmuş ve hiç geri dönüş olmayacakmış gibi kulak
ardı etmişliğimizi hatırlatmaktır. Âyetler açık ve net iken, bizler de Müslüman
olduğumuzu iddia ederken, üstüne üstlük son din ve en ekmel dinin mensubu
olduğumuz hâlde, ekonomi başta olmak üzere, neden toplumsal sorunlarımıza
çareler bulamamaktayız? Âyetlerde açık ve net beyanlar var iken, neden hâlâ Osman
Altuğ’un deyimiyle “üç-kâğıt”(döviz, faiz ve borsa) ekonomisiyle devlet
sistemini kurumlarını devam ettirmeye çalışıyoruz?
Hâlbuki
yine son ve en geçerli dinin mensubu olduğunu iddia eden bizler, bu dinin
öğretilerinden bir ekonomi modeli çıkaramamaktayız. Bu konuda hâlâ
üniversitelerimizin ilgili bölümlerinde mevcut küresel sistemin müfredatı
öğretilmektedir. Bu da kısır döngüyü devam ettirmekte, özgür ve özgün bir fikir
ortaya atılmasını engellemektedir. İlâhiyat fakültelerinde ise ekonomi
konusunda çalışan birileri var olsa bile, bu çalışmalar mevcut lâik sistem
gereği devlet yönetiminde kullanılmayacağı için bireylerin vicdanlarına hitap
etmektedir. Bu da toplumsal bilincin oluşumuna katkı sağlamadığı gibi, dinin
kurumlardaki çözüm yetkisini de atıl bırakmaktadır.
Günümüzde,
sözde “din-bilim zıtlığı” argümanı, artık genel geçer bir söylem olmaktan
çıkmıştır. Dinin kurumlara müdâhil olamayacağını söyleyenler, dolar banknotunun
üzerindeki “Biz tanrıya bağlıyız” yazısını artık görmezden gelmemelidirler.
Yöneticilerimizin de yürekten inandığını düşündüğümüz “İslâm ahlâkı”na dayalı
bir ekonomi modeli artık oluşturulmalı ve bu model üzerinden geleceğimiz
kurgulanmalıdır. Bu işin zamanı gelmiş de geçmiştir bile! Bu konuda ülkenin
dört bir yanına yayılmış olan üniversitelerimiz yeterli olamıyor ve çözüm
üretemiyorlarsa, açık ve bariz olan mevcut müfredatın ve kurulu düzenin
yanlışlığının görülmesi gereklidir.
Zekât
ve sadaka
Bu
serzenişlerimizin ardından, yine Tevbe Sûresi 103’üncü âyetin açıklaması ile
yazımıza devam edelim: “Onların mallarında, onları kendisiyle temizleyeceğin ve
arındıracağın bir sadaka al ve onlara dua et…”
Bu
âyetin gelişinin ardından Ebu Mesud el-Bedri’nin aktardığı bir hadîste şöyle
denilmektedir: “Sadaka vermeyi emreden âyet (Tevbe, 103) nâzil olduğu zaman,
biz (ücret mukabilinde) sırtlarımızda yük taşıyıp (bu yolla kazandığımızdan)
sadaka veriyorduk.”[v]
Hadîsin diğer versiyonunda “kazandıklarının yarısını sadaka verdiklerini” belirten sahabenin âyetten ne anladığını iki kelime ile kavramaya çalışırsak, buna “Üretmek ve paylaşmak” diyebiliriz. Mevcut kurulu finans kapitalizmine dayalı şeytanî sistemde bu kavramların birincisi, genellikle “faiz”e temelli kâğıtlar üzerinde manipülasyona dayalı olarak uygulanırken, ikinci kavram olan paylaşım ise literatüründe bulunmamaktadır.
Bugün
ülkemizde ve dünyada uygulanan sistemin karmaşıklığı, onun uzun süre toplum
tarafından anlaşılmasını da engellemekte, ekonomi hakkında medyada çıkan
uzmanların açıklamaları ise küresel sermaye sahiplerinin kurdukları kurum ve
örgütlerin öngörüleri, daha doğrusu uyguladıkları/uygulayacakları sömürü plânlarının
dillendirilmesinden ibaret olmaktadır.
Eğer
başa döner ve âyetlerdeki kavramları anlamaya çalışırsak, iki önemli hususu göz
önüne almamızın gerekliliği ortadadır: Birincisi, faizli mal azalır; “zekât”
malı arttırır. İkincisi ise, “sadaka” vermek zorunludur, farzdır.
Dr.
Beytullah Aktaş’ın, “Tevbe Sûresi 60’ncı Âyete Göre Zekâtın Sarf Yerleri”[vi] başlıklı tezinden “zekât
ve sadaka” kavramlarını öğrenelim:
“Zekât
farziyeti, kesin bir mâlî ibadettir. Sözlüklerde ‘artmak, büyümek, gelişmek;
iyi olmak ve temizlenmek’ anlamlarına gelen zekât, terim olarak belli bir malın
belli miktarlarda belli kimselere zorunlu olarak verilmesi şeklinde tarif
edilebilir.”[vii]
“Lügatte
‘sadaka’ kelimesi, ‘kizb’in (yalan) zıddı olan ‘sıdk’ (doğruluk) kökünden
türetilmiştir. Razi, dil bilginlerinin sadaka kelimesinin türetildiği ‘s-d-k’
kelimesindeki harflerin bu sırayla ‘sıhhat ve kemâl’ manalarına geldiğini
söylediklerini nakleder. Dosta, sevgisinde doğru olduğu için ‘sadik’, nikâh
akdi kendisiyle tamamlandığı ve kemâle erdiği için mehire ‘sadak’ denilmiştir.
Allah-u Teâlâ, mal, kendisi ile sıhhat ve kemâl bulduğu için zekâtı ‘sadaka’
diye adlandırmıştır.”
Bu
açıklamalar bize, “zekât” teriminin sadaka ile eşanlamlı olmadığını, ancak “sadaka”
kelimesinin zekâtı kapsayan bir kavram hâlinde zikredildiğini göstermektedir.
Çünkü Tevbe Sûresi 60’ncı âyette, zekât verilecek sekiz sınıf izah edilirken
“sadakalar” kelimesi kullanılmaktadır.[viii] Ancak günümüzde her iki
kavramın anlamı da, algılanışı da Risâletin üzerinden geçen yüzyıllar sonunda
farklılaşmış, her dönemin kültürel/siyâsî/coğrafi durumlarına göre değişime
uğramıştır. Özellikle “sadaka” nafile bir ibadet gibi algılanarak,
kullanılmayan fazlalıkların ve ağırlık yapan bozuk paraların düşkünlere
verilmesi anlamıyla yorumlanmıştır. Bu da Kitabımız Kur’ân’dan ne kadar
uzaklaştığımızın bir göstergesidir.
Alıntıladığımız
âyetler ile alıntılamadığımız diğer âyetlerin anlam, kavram ve bağlamlarına
bakıldığında anlaşılıyor ki, verilen emir ve tavsiyeler bir topluluğun iktisadî
ve ahlâkî anlamda daha sağlıklı yaşayabilmesinin yolunu izah sadedinde bir
hatırlatmadır. Bu topluluğun bir aile ya da bir imparatorluk olması fark etmez.
Nihayetinde toplumun inşâsı ve ihyâsı için (vahyin amacı da budur zaten) onları
ve evreni en iyi bilen Yaratıcının hatırlatmalarıdır.
Türklerin
İslâm’la müşerref olduktan sonra devletin iktisadî kurumlarının ve
teşkilâtlanmalarının omurgasını zekât kurumu oluşturmuştur. Fakat toplumsal
çalkantılar nedeniyle dinin bireyselleştiği ve siyasetten koptuğu dönemlerde
(“Bir lokma, bir hırka” felsefesi) din ve dünya diye bir ayrımın yapılması ve
18’inci yüzyılda Batı’nın Kilise’den kopup dine karşı bir pozisyon alarak din
ve devlet yönetimini ayırması gibi zaman zaman toplumlarda tezahür eden din
algısındaki değişimler, Doğu ve Batı arasında yer almamız dolayısıyla dinî algımızı
iki yönden de etkilemiştir.
Cumhuriyet
dönemi ile bütün kurumlarımızın Batı sistematiğine göre yapılandırılmış olması
da zekât dâhil tüm Kur’ânî referanslarımızın anlaşılmasında köklü değişimlere sebep
olmuştur.
Zekâta
göre sistem yapılandırması
Yukarıda bahsi geçen âyette sadaka (zekât) verilecek kimseler sekiz sınıf sıralanmıştır.[ix] Bunlar, “fakirler, miskinler, zekât memurları, kalpleri İslâm’a ısındırılacaklar ve köleler, borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolcular”… Burada açık ve net olan, bu gibi kurumsal bir işi ancak devletin uygulamasıdır. Dolayısıyla zekât ve sadaka meselesi, tek başına bireylere, hatta cemaatlere bırakılacak bir görev ve sorumluluk değildir. Bu iş, devletin işidir ve bu zamandan sonra devletimiz iktisadî iş ve usûllerini Kur’ân’ın bu âyetlerini referans alarak oluşturmalıdır.
“Zekât”, İslâm toplumunun “vergi” sisteminin temelini oluşturmaktadır. Bunu anlamak için İslâm fıkhı alanında allâme olmak gerekmez.
Batı’nın
sömürgeleri için oluşturduğu kokuşmuş materyalist anlayışının ürünü olan
sistemlerden, revize edilerek tedricî olarak vazgeçilmelidir. Onların
oluşturduğu sistemin içerisine tam entegrasyon olmuş hâlimiz, bize faiz, açlık,
yokluk, savaş, katliam ve kısacası kaos olarak dönmektedir.
Ayrıca
zekâtın, devlet kurumunun ve toplum düzeninin devamlılığındaki önemini yine Peygamber’in
(sav) dünyasını değiştirmesi sonrası Hazreti Ebu Bekir ile Hazreti Ömer
arasındaki “zekât” polemiğinden anlayabiliriz.
Ebu
Hureyre’nin rivayetine göre, Resûlullah (sav) dünyasını değiştirince, yerine
Ebu Bekir (ra), Halîfe seçildi. Onun Halîfeliği döneminde Araplardan bazıları
İslâm dininden dönüp irtidat ettiler. Ebu Bekir (ra) de bunlarla savaşmak için
ordu hazırlamaya başladı. Bunun üzerine Ömer (ra), Ebu Bekir’e (ra) şöyle dedi:
“Sen bu dinden dönenlerle nasıl savaşacaksın? Resûlullah (sav) şöyle buyurmamış
mıydı: ‘İnsanlar ‘Lâ ilâhe illâ Allah’ deyinceye kadar savaşmam emredildi. Kim
‘Lâ ilâhe illâ Allah’ der de Müslüman olursa, canını ve malını bizden korumuş
olur. Ancak Allah’la alâkalı suçları varsa onun hesabını Allah görür.”
Ömer’in
(ra) bu sözüne Ebu Bekir (ra) şu karşılığı verdi: “Namazla zekâtın arasını
ayıranlara yani namazın farz olduğunu kabul edip zekâta karşı çıkanlara, ben
mutlaka savaş açarım! Çünkü zekât, malın hakkıdır. Allah’a yemin olsun ki, Resûlullah’ın
(sav) verdiği bir yuları bile zekât olarak vermezlerse onlarla savaşırım.”
Bu
sözler üzerine Ömer (ra) şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, zekât
vermeyenlerle savaş konusunda Ebu Bekir’in (ra) fikrini kabul edişimin sebebi,
Allah’ın onun kalbine doğruyu ilham ettiğini görmemdir. Onun hak üzere olduğunu
böylece gördüm.”[x]
Görüldüğü
gibi “zekât”, İslâm toplumunun “vergi” sisteminin temelini oluşturmaktadır.
Bunu anlamak için İslâm fıkhı alanında allâme olmak gerekmez. Âyetler gayet
açık ve net şekilde durumu ortaya koymaktadır.
Bir
önemli husus da, “zekât”ın fakirlerin, yolcuların ve düşkünlerin “hakkı” olması
meselesidir. Bu da ciddî bir misâl olmakla beraber Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde
zikredilmektedir.[xi]
Belki
düşüncelerimiz tedricî olarak gerçekleşiyordur, belki de zamanın ruhuna uygun
sözler söylemiyoruzdur. Kimseden şeriat ilân etmesini beklememekteyiz. Amacımız,
15 Temmuz ile birlikte milletimizin -farklı düşünseler bile- bir arada yaşama
ameliyesini içselleştirmeye çalıştığı şu günlerde, muktedir olan
yöneticilerimize uzun soluklu yönetim işlevlerinden vakit bulup, unuttukları
çözüm yöntemlerini hatırlatmaya çalışmaktır. Yukarıda belirtildiği üzere
“sadaka”, Kur’ân’ın izahatı… İktisatçılarımız ve ilâhiyatçılarımız tarafından gayet
yalın ve anlaşılabilir bir tarzda açıklanıp sistematize edilebilir bu konu.
Ancak Batı etkisindeki lâikçiler ve Doğu etkisindeki dincilerin sakat din
algısı, bu çözümlemelerin önüne geçmektedir. Akla gelen soru şu olabilir: Madem
bu dünyada küresel iktisadî krizler/sıkıntılar Kur’ân referans alınarak
çözülebilir, ellerinde Kur’ân olmadan ekonomisini düzelten ülkeler, neyi
referans aldılar da refah düzeylerini yükselttiler?
Aslında hakkını yiyemeyeceğimiz ahlâkî değerlere riayet ederek, disiplinli çalışarak, üreterek dünya finansal sisteminde başrol oynayan gayr-i Müslim ülkeler olduğu gibi, mevcut üretilmiş değerleri reel ve sanal finans oyunlarıyla iç eden ülkeler de çoğunluktadır. Bu konuda başarılı olan gayr-i Müslim ülkelerin başarı sebeplerini ise, Üstad Mehmed Âkif, “Dinleri var işimiz, işleri var dinimiz gibi” vecîzesi ile kısa ve öz olarak izah etmiştir.
Son
söz
Bir
diğer mesele olarak, karşılaştırma yaptığımız ülkelerin siyasal/coğrafî/kültürel/nüfus/doğal
kaynaklar (ya da sömürü kaynakları) gibi farklılıkları da söz konusudur. Ancak
bizim diğer ülkelerden en önemli farkımız, jeopolitik konumumuzdur. Dünyanın en
değerli arsasında oturan bizlerin İskandinav ülkelerindeki ekonomik büyümeyi ve
refah düzeyini yakalaması mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlığın büyüyüp geliştiği
Anadolu toprakları üzerinde hâlâ Hıristiyan dünyasının emelleri vardır ve
bizleri rahat bırakmak gibi bir niyetleri de yoktur.
Çok
önemli, bir o kadar da zor bir meseleyi konu edindiğimizi göz önüne alırsak,
yazılacak çok şey, söylenecek çok söz ve daha önemlisi yapılacak çok eylem var.
Yapmaya gayret ettiğimiz, kamuoyu vicdanının sesini aktarmaya çalışmaktır.
Bin
400 yıl önce çöl insanına küreselleşmeyi öğreten, zamanın iki süper gücü olan
Bizans ve Sasani İmparatorluğu’nu dize getirten, “Kitab”ın mensuplarıydı. İlmi
13’üncü yüzyıla kadar üreten ve yayan, yine Kur’ân’ı referans alarak çalışan ve
üreten Müslümanlardı. Kitapları Avrupa’da 600 sene okutulan İbni Sina da, “Dünya
dönüyor” diyen Birûnî de, Avrupa’ya şimdiki rakamlarını, Desimal Sistemi ve “sıfır”ı
kazandıran Harezmî de, “optik” biliminin kurucusu İbnü’l-Heysem de,
sosyolojinin babası İbni Haldun da, Batlamyus’un astronomideki hatalarını
düzelten ve Kopernik’e yol gösteren El-Battânî de Kur’ân’dan ilham alan İslâm Medeniyeti’nin
çocuklarıdır.
Belki
dünyanın en önemli bilim tarihçisi olan merhum Fuat Sezgin, bir televizyon
programında ömrünü adadığı İslâm bilim tarihi çalışmalarındaki gayesinin, İslâm
toplumlarına “özgüven” aşılamak olduğunu söylemişti. Bu özgüveni hâlâ
kazanamayan bizler, Kur’ân’ın ilhamıyla başkalarına örnek olmak yerine, hâlâ
başkalarını örnek almaya devam etmekteyiz. Hâlbuki Batı toplumu, Kilise baskısı
ve zulmünden Müslümanların özgür düşünce ve bilgiye verdiği değer sayesinde,
Sicilya ve Endülüs’te bıraktığı miras ile kurtulmayı başarabilmiştir.
Sonuç
itibariyle zekâtı devletin kurumsallaştırması, yukarıda zikredildiği gibi,
toplumdaki zenginleri manen temizlediği gibi, reelde de mallarındaki haram
bulaşığını temizleyecek; zekât verilen fakirleri de manen ve maddeten
rahatlatacak; zengin, fakir ve devlet arasında bir ünsiyet sağlayacaktır. Bu
meselenin çözülmesi çok zor değildir. Ülkemizde, konusunda uzman ekonomist de,
ilâhiyatçı da vardır. Yeter ki, içlerinden ehliyet ve liyakat sahibi, daha
önemlisi “sıdk” ehli olanlar seçilsin! Çünkü Kur’ân’da bu işin çözümü olduğuna
emin (imanı) olan ancak bu işi başarabilir.
Bir
ekonomi kahramanı olan rahmetli Necmeddin Erbakan’ı rahmetle anıyorum.
Selâm
ve dua ile…
[i]
Bakara, 276
[ii]
Rum, 39
[iii] Bu konu zaten kamuoyunun çoğunlukla bildiği
bir meseledir, yine de en bilinir kaynakları buraya aldık.
Hasan Rıza Soyak (M. Kemal Atatürk’ün
Genel Sekreteri), Atatürk’ten Hatıralar, Yapı ve Kredi Bankası Yayınları,
Istanbul 1973, cild 2, sayfa 684. – Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Istanbul 1969,
sayfa 457.
[iv]
Osman Altuğ’un Necmeddin Erbakan’ın danışmanlığını yaptığı dönemi anlattığı
panel konuşması https://www.youtube.com/watch?v=3drLHQqyIBc
[v]
Müslim, Zekât 72, 1018 Nesai, 48 (5, 59)
[vi]
Tevbe Suresi 60. Ayet Bağlamında Zekâtın Sarf Yerleri – Dr. Beytullah Aktaş
[vii]
A.g.e. 68, 71
[viii]“Sadakalar
Allah’tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere, (zekât) memurlarına, gönülleri
(İslam’a) ısındırılacak olanlara verilir; kölelerin, borçluların,Allah yolunda
olanların ve yolcuların uğrunda sarf edilir. Allah Alîm’dir, Hakîm’dir.”
[ix] 8’inci dipnota bakınız.
[x]
Ebu davud. Zekat 1