Dostluk sanrısı

Seneler geçtikçe kendime yalanlar söylemeye başladım. Sen sustukça, “Yanında susabildiğin dost bulmak bile güzel!” dedim. Dost olamadıkça, “Biz hayatın dost yapmak istediği kişileriz” dedim. Sen kırılma diye çok kırdım kendimi.

ACISI kendinden bile büyüktü. “Taşıyamaz!” dedim. Yol çok uzundu. “Dayanamaz!” dedim. Belki de en büyük hatâm buydu. Oysa bilirdim bir insanın sırtta taşınmayacağını. Zaten onun da böyle bir isteği yoktu. Zira yaraları iyileşmeye başlayınca resti ilk bana çekti. “Gerek yoktu!” dedi. Belki de benim hatâm, onun ayaklarının acısını çok düşünmekti.

Bir Haziran günü, bir binanın ilk katında başladı hikâyemiz. O gün sanki İbrâhim’in (as) yangınına bir damla su taşıyan karınca gibiydim. İçeride alev alev yanan sen, kapının zilini eli titreyerek basmaya çalışan bir ben... Kapı açılınca ne diyecektim? Nasıl bakacaktım gözlerine? Keşke ağzımdan çıkacak bir söz, gözlerimden süzülecek bir bakış yetseydi acını dindirmeye ama bilirim ki, ateş sadece düştüğü yeri yakar ve biliriz, bu yangını sadece zaman söndürür.

Yüreğim, çok sevdiğim bir insanın yanıp kül olmasını izlemek için çok dayanıksızdı fakat sen yanıp kavrulurken bunu dert etmemem lâzımdı.

Kapıyı çaldım. Biraz bekledikten sonra açıldı. Salona şöyle bir göz attım. Feryatlar inletiyordu bütün evi. Seni aradı gözlerim, yoktun. İçeriye doğru yöneldim. Uzunca bir koridorun bir başında ben, diğer başında sen... Omuzların düşmüş, gözlerin yaşlı, tenin bembeyaz kesilmiş… Koşmaya başladım sana doğru ve sende bana doğru. Öyle sıkı sarıldık ki birbirimize, bir daha ayrılmayız sanmıştım. Çünkü o gün inandığım bir şey vardı. Bu hayat, bizi dost yapması için bu acıyı seçmişti. Ben senelerce buna çok inanmıştım; belki de inanmak istemiştim.

O günden sonra bu acıyı hiç konuşmadık seninle. Seni bir tuvalette iki büklüm ağlarken kaldırmaya çalıştığımda, okulun bahçesinde panik atak krizi geçirdiğinde ya da saatlerce konuştuğumuz muhabbetlerimizde hiç konuşmadık. Sen istemediğin sürece bunu hiç irdelemedim ama kalbim şâhittir ki, bu acıyı içinde tutmak sana hiç iyi gelmiyordu. Günler, aylar geçtikçe anlatmanı istedim. Bana değil, belki annene, ablana… Ama en çok kendine anlatmanı istedim! Çünkü içinin ateşi günden güne harlanıyordu. Bu acı zehir olup içine içine akıyordu. Seni yangının içinde görmüştüm fakat içindeki zehri görmeye dayanamıyordum. Zamanın bu acıyı hafifletmesine izin vermen için ne yapman gerektiğini bulmaya çalıştım. Sadece konuşabileceğimi fark ettim. Her şeyi uzun uzun konuşmaya başladım. Belki ben konuşursam sen unutursun sandım. Sen… Sen sadece sustum. Belki de beni en çok yaralayan bu oldu.

Seneler geçtikçe kendime yalanlar söylemeye başladım. Sen sustukça, “Yanında susabildiğin dost bulmak bile güzel!” dedim. Dost olamadıkça, “Biz hayatın dost yapmak istediği kişileriz” dedim. Sen kırılma diye çok kırdım kendimi.

Otobüs yolculuğundaydık bir gün. İlk defa bir şeyler anlattım sana. Hayatımdaki dönüm noktalarında, zorluklarında yanımda olamadığını söyledim. “Kırıldım!” dedim. Öyle çok ağladın ki kırgınlığımla seni kırdığım için kendimi suçladım. Bir daha içimi “Dostum” (!) dediğime dökemedim. Sen de telâfi etmek için hiç uğraşmadın zaten. Havada kalan benim sözlerim oldu.

Öyle çok şey yaşadık ki seninle, şimdi içimi yokladığımda artık hayatımda olmaman konusunda hiçbir suçluluk hissetmiyorum. Çünkü inan, yüreğim çok yorulmuş. Bilirsin, beni kimse incitemez kolay kolay. Fakat ben bu tek taraflı dostlukta çok incinmişim. Senin söylediklerin yüzünden değil, söyleyemediklerin yüzünden. Yaptıklarından değil, yapamadıkların yüzünden. Belki de bu yüzden bunu anlamam biraz zamanımı aldı. Belki de bu yüzden yormuşum içimde bazı şeyleri. Belki de bu yüzden bir masanın başında ilk ve son kez sesimi yükselttim sana. İşte bazen bir şeylerin inceldiği yerden kopmasına izin vermezsen, gelir, en kalın yerinden kopar!

Ben hep inceldiğimiz yerleri tek başıma yapıştırmaya çalışmışım. Ben çok inanmışım dost olabileceğimize, hep inanmak istemişim. Artık sadece eski fotoğraflarıma baktığımda yüzümdeki kırık gülüş, anılarımı anlattığımda lise arkadaşım olarak kalacak biri olacaksın. Buraya kırgınlıklarımı yazsam uzar gider bu sayfalar. Sana anlatabilmeyi çok isterdim. Belki hâlledebilirdik sorunlarımızı. Ama inan, hayatımda ilk defa sana adım atmayı hiç istemedim. Senden de beklemedim. Bana bu hayatta bir şey öğrettiysen, o da senden bir şey beklememek gerektiğiydi. Haklı da çıktım. Adım atmadın. Bu beni hiç kırmadı, biliyor musun? Çabalayamayışın senin doğanı oluşturuyordu artık benim gözümde. Kimsenin gözünde böyle hatırlanmayı istemem, inan. Seni böyle hatırlamamayı da inan en çok ben istemezdim.

Benim en büyük hatâm, sana senden daha büyük mânâlar yüklemek olmuş. Senin hatânsa yok, inan. Sen… Sen sadece sustun. Bunu asla hatâ olarak saymam. Şunu da iyi bilirim ki, dostluk hatâyı kaldırır ama susmayı kaldırmaz. Bir gün dostluğumuza yazılar yazmak isterdim fakat dost olamayışımıza yazmak nasip oldu. Bu sayfalarla birlikte hayatımda sana çıkan yolları kapatıyorum. Çünkü çok iyi anladım ki, benim hayatımda sessizliğe yer yok. Sana “Dostum” diyerek kendimi yorduğum günler için kendimden çok özür diliyorum. Seni çok sevdiğim için de senden çok ama çok özür diliyorum. İyice dinlen ve düşün, düşün ve dinlen eski dostum(!). Yolun açık olsun. Bu dostluk sanrısı da bana ders olsun!