Dostluğun libası vefa

Yaşam ona acılarından güç devşirip yolunu devam etmeyi defalarca öğretmemiş miydi? Biliyordu, yine öyle olacak, yaşama her zamankinden daha büyük bir umutla sarılıp yollarına hep birlikte devam edeceklerdi.

KADER onları memleketin parçalanmış ailelerinin kucağından alıp bir devlet yetiştirme yurdunun himayesi altında bir araya getirmişti. Aralarında eşi ve benzerine ender rastlanır bir dostluk tecelli etmişti. Aile huzuru ve sıcaklığından uzak, yurtların ve yatılı okulların soğuk odalarında birlikte kalmış, birbirlerine tutunarak yol almışlardı. Aynı tabldot kaplarda yemek yer, biri olmadan diğerinin boğazından bir lokma yemek geçmezdi. Hayatın getirdiği bütün güzellikleri birlikte ağırlayan, güçlüklere çocuk ruhlarıyla göğüs geren iki can dosttu onlar.

Aynı kanı taşıyan insanların değil de aynı duyguları yaşayan insanların daha iyi anlaşabileceğinin somut bir örneği oluvermişti Zeynep ve Niran. Onların bu sıkı dostluğu çocukluk yıllarından başlayıp bütün öğrenim hayatları boyunca devam etmişti.

Üniversite eğitimlerini öğretmen olarak tamamladıktan sonra, önce Zeynep, ardından Niran evlenmiş, birer kız çocuğu sahibi olmuşlardı. Çocuklukta birbirlerine verdikleri bir söz üzerine aynı mahallede oturacaklar ve bu vesileyle aralarındaki bu bağ hiç kopmayacak, ayrılmayacaklardı. Zeynep, eşini geçirdiği iş kazasıyla genç yaşta kaybetmiş, kızı Yaren ile tek başına kalakalmıştı. Hem çalışıyor, hem de göz nuru biricik kızını büyütmeye uğraşıyordu. Niran ise her zamanki gibi onun can yoldaşı ve biricik dostuydu.

Zeynep son yıllarda artan sağlık şikâyetleri nedeniyle sık sık hastaneye gidiyordu. Yapılan tetkikler sonucunda elim bir hastalığın pençesine takıldığını öğrendi. Bu üzücü haber her iki arkadaşı derinden etkilemiş, uzun süren kabul aşamasından sonra Zeynep tedaviye başlamıştı. Niran bir taraftan arkadaşına destek olmaya çalışırken, biricik dostunun yavrusunu kendi evladı gibi koruyup kolluyor, bu dünyada Yaratan’ın kendisine emanet ettiği bu iki armağanı ihmâl etmemek için elinden geleni yapıyordu.

Son birkaç aydır onkoloji servisinden çıkamaz olmuştu Zeynep. Durumu her geçen ağırlaşıyor, kızı Yaren’i önce Allah’a, sonra Zeynep’e emanet ettiğini ona her fırsatta dile getiriyordu. Niran için arkadaşını ziyarete gittiği günler büyük bir kedere dönüşüyordu. Serviste yatan diğer hastaların sararmış soluk benizleri, bir deri bir kemik kalmış yorgun bedenleri onu derinden sarsıyordu. Bununla birlikte, arkadaşının her geçen gün azalan ümitleri ve artan ağrıları kederini katbekat artırıyordu. En son ziyaretinde Zeynep, arkadaşından doktoruyla görüşüp durumu hakkında ayrıntılı bilgi edinmesini istemişti. Zeynep’in bu isteği, Niran’ın aklına korkuyu, kalbine ise umudu düşürmüştü. Aklının baskın geldiği vakitlerde ayakları geri geri giderken, kalbinden gelen sesi dinlediğinde doktorun yanına ışınlanmak istercesine adımlarını hızlandırıyordu.

Ve nihayet doktorun odasına gelmiş, ondan önce sırada beklemekte olan birkaç hastadan sonra görüşme imkânı bulmuştu. Doktora arkadaşının durumu hakkında uzun zamandır yapmaktan kaçındığı görüşme için geldiğini söyledi. Doktor uzun tedavi sürecinde uyguladıkları kemoterapi ve radyoterapi gibi yöntemlerden bahsederken konuya gelmemek için direniyordu adeta, söyleyeceklerinin Niran’ı nasıl etkileyeceğini kestiremediğinden olsa gerek, önce arkadaşına verdiği destek nedeniyle onu takdir ettiğini ve bundan sonraki süreçte daha güçlü olması gerektiğiyle ilgili önerilerde bulundu. Bir süre devam eden sessizlikten sonra ise, gözlerini Niran’a dikmiş hâlde tüm soğukkanlılığıyla, arkadaşının organlarının tek tek iflas ettiğini, onun ölmek üzere olduğunu ve sürecin çok uzun sürmeyeceğini tahmin ettiğini söyleyivermişti. Sonrasında hayat ve ölümle ilgili bir şeyler dese de Niran artık hiçbir şey duymaz olmuştu.

Niran, bir anda gözleri kararmış, beyninin zonklamaya başlamasıyla etrafı flulaşmış ve çevresindeki hiçbir şey net göremez hâle gelmişti. Etrafında ne varsa yok olmuş, sadece kendi varlığı kalmış, o da adeta buz kesmişti. Yıkılan gönül evinin duvarları arasında zaman durmuştu. Ortalık kararmış mıydı, yoksa ona mı öyle geliyordu? Hiçbir şeyin farkında değildi. Bunları ayırt edecek durumda olmadığı gibi, bunun bir önemi de yoktu. O yıkıcı duygular içinde boğuşurken, etrafın karanlığı yalnızca kendisine ait bir geceydi.

Yaşadığı kederin etkisinden tam olarak kurtulamasa da bir an kendine gelmeye başlamıştı. Bu, bedeninden değil de ruhundan gelen bir acı ya da hissizlik hâliydi. Adını tam olarak koyamadığı bu duruma nefes alamamak hissi de eklenmişti. Niran’ın içinde kopan bu fırtına bedenini de sarsmış olmalı ki bu durumunu fark eden doktor telaşlı bir şekilde ona iyi olup olmadığını sordu. O ise sadece başını, iyi olduğunu ifade etmek istercesine salmakla yetinmişti. Fakat iyi değildi. Müsaade isteyip, oturduğu yerden yavaşça kalkmıştı.

Bulunduğu ortamdaki oksijenin azalmış olduğu duygusuna kapılıp boğulmaktan kurtulmak istercesine kendisini dışarı atmak ve derin nefes almak ihtiyacı hissetti. Bunu yapmazsa vücudundaki kalan son enerji de bitecek ve dizlerinin bağının çözülmesiyle sanki olduğu yere yığılıp kalıverecekmiş gibiydi. Böyle olmasına izin vermemeli, bulunduğu ortamdan bir an önce uzaklaşmalıydı. Bu bir yanılgı mıydı? Belki de tüm isteği kaçmaktı; duyduklarından ve yüzleşmek istemediği her şeyden uzaklaşmak…

Bir hayalet gibi koridorlarda süzülürken, ne etrafından gelip geçen insanların onun varlığından haberi vardı, ne de onların varlığı onun umurundaydı. Buraya gelirken geldiği yol burası değildi. Sahi, ayakları onu nereye götürüyordu? Bütün derdi bir çıkış kapısı bulup kendini bir an önce dışarı atmaktı. Zihninde bulamadığı çıkışı binanın içinde de bulamamış, karışık duyguların girdabında savrulan bedeni onu ters istikamete doğru yönlendirmişti. Nihayet binanın içindeki labirentten kurtulmuş, arka kapıdan da olsa bir çıkış yolu bulmuştu.


Dışarıdaki havanın ılık esintisinin yüzüne vurması ve hissettiği ferahlıkla kendini dışarı atmayı başarmış, duvar dibinde duran boş sandalyeye kendini bir çuval gibi bırakıvermişti. Bu, onun çocukluğundan kalma bir alışkanlıktı. Gözlerden ve gönüllerden ırak bir yer arar, acısını doyasıya yaşamak istercesine orada kabuğuna çekilirdi. Çok üzüldüğünde kuytu bir köşe bulur, içindeki karanlık ve yalnızlık bir süre sonra kederle birleşince gözyaşına döner, ancak ağladıktan sonra kendisine gelebilirdi. Neydi soğuk duvar? Bir şeye dayanmak ve güvenmek isteğinin anlamı mı, yoksa kuytuda kalıp gözlerden ve gönüllerden uzak, ortalarda görünmez olmak isteğinin aşikâr olmuş hâli mi? Bütün insanlar gibi kederlere ve sevinçlere maruz kalabileceğini unuturdu. Güçlü olması gerektiği zorunluluğunun ağır yükü ise ona çocukluk yıllarından kalan elim bir mirastı. Oyun oynarken düşüp ağladığında “Neresi acıdı? Hemen öpeyim de geçsin” diyen annenin bu sözleri karşısında bir anda susan çocuklar kadar şanslı olmamıştı. Bu, aslında başını okşayacak bir el, sarılacak şefkatli bir sine bulamayan her çocuğun bilindik tavrıydı. Düştüğünde canı yandığı hâlde gözündeki birkaç damla yaşla burnunu çekerek “Acımadı ki… Acımadı ki…” diyen çocukların ahvaline benziyordu. Ruhunda acıyan yeri, bu acıya sebep olan olay ve kişileri umursamadan hayata karışır, kaldığı yerden hiçbir şey olmamışçasına devam ederdi.

Yoğun duyguları, geçmişte yaşadığı benzer olaylara çapa attığından olsa gerek, onu da çocukluğuna götürmüştü. O yıllardaki çocukça duygularıyla hareket ederse yaşadığı bu olayın etkisinden daha çabuk kurtulabileceği hissiyatına kapılırdı. Zeynep ile ilgili tüm yaşanmışlıkları film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Şimdi onsuz ne yapacak, kime dayanıp güvenecek, bu durumu kızı Yaren’e nasıl anlatacaktı? Ya doktorun söylediklerini soran Zeynep’e ne cevap verecekti?

Oturduğu sandalyede, yanaklarından istemsizce süzülen gözyaşlarına hâkim olamazken, bunu etrafındaki insanlardan saklamaya çalışıyor, diğer taraftan ise elinin tersiyle yanaklarını siliyordu. Gözyaşının en iyi ağrı kesicilere meydan okuyan bir şifa olduğunu çok erken yaşta keşfetmişti. İçindeki zehri gözyaşı olarak akıtmadan rahatlayamayacağını bildiği gibi, arkasından gelecek olan yağmur sonrası ebemkuşağını çok seyretmişliği vardı. Kalbinin çektiği ıstırap gözünden damla damla süzülürken, elinde tuttuğu mendili çantasında uzun süre aramış, sonra derin bir nefes alıp etrafındakilerin ona bakıp bakmadığını umursamadan orada öylece oturarak bir müddet ağlamıştı.

Nice zaman sonra oturduğu yerden kalktı. Yavaş adımlarla yürüyordu. Ne tarafa nasıl gideceğini tam olarak kestiremezken, etrafına boş ve mânâsız gözlerle bakıyordu. Tanıdık birileriyle karşılaşmak istemediği gibi, hiç kimseyle ne göz göze gelmek, ne de konuşmak istiyordu. Tek ihtiyacı, göğsüne oturmuş kayayı kaldırıp atacak bir dost sesi ve nefesi olabilir mi, onu bulmaktı. Ondan da tam olarak emin değildi. Bu sebepten, eve gitmek için yürümeyi tercih etti. Yol uzun olsa da yorulduğu yerde dinlenerek eve bir şekilde nasılsa ulaşırdı. Eve vardığında daha fazla toparlanmış olacağını umut ederek, kızının ve biricik dostunun emaneti olan Yaren’in “Neyin var?” sorusuna en azından şimdilik yanıt vermek istemiyordu. Tek dileği, zonklaması biraz hafiflemiş, düşünmekten dumanla dolmuş karanlık bir odayı anımsatan zihninin kapı ve pencerelerinin aralanıp havalanmasıydı.

Arkadaşının hayatını düşündükçe iç dünyasında her şey fazlasıyla karışıyor, yaşadığı üzüntü diğer kardeş kederleri de yanına çağırıyor, zihninin içinde hep bir ağızdan konuşuyorlar ve arkadaşının kursağında kalmış hayâllerini, heveslerini, ertelediklerini, yaşayamadıklarını dile getiriyorlardı. Zeynep’in hayatı, kaçırılmış bakışlar arkasına sakladığı derin bir utanç, susuşlar, sessiz isyanlar, istemsizce veda edişleriyle sonu getirilemeyen cümleler veya yarım bırakılmış mektuplar gibiydi. O ise, duyduğu bu iç sesler karşısında artan kederi ile ne kadar yutkunsa da işittiklerini boğazından aşağı geçiremiyor, bütün bu sesler arkadaşına daha fazla acımasından başka bir işe yaramıyordu. Amaçsızca şehrin ana ve ara yollarında yürürken, zihninde ise Zeynep’in hayatının kıvrımlı ara sokaklarında yol alıyormuş gibi hissediyordu. Daha önce defalarca yapmış olduğu yürüyüşlerin neticesinden biliyordu ki ruhundaki bu sıkıntıdan ve kederden ancak bu şekilde kurtulabilirdi.

Etrafında olup biten hiçbir şeyi umursamadan, şuursuzca, uzun bir süre yürümüştü. Evi vardığı mı, yoksa dışarıda her şeyin zifiri karanlığa büründüğünde ışığı bulduğu yer miydi? İnsanın meskeni dışarının fırtınasından, ayazından azade olduğu, sükûnet ve huzur bulduğu mahremiydi. Ne zaman dışarı çıksa bir kuş gibi büyük bir özlemle tekrar yuvasına doğru uçmak isterdi. Bu duygularla evine gelmiş, kapıyı açtığında Yaren’i karşısında bulmuştu. Her zamanki gibi çocuksu ve coşkulu hâliyle karşılamış ve onu kollarıyla sımsıkı sarmıştı. Hastaneden geldiğini bildiği için “Annem nasıl?” deyivermiş, daha cevabı beklemeden, “Annem mezuniyet törenime gelemez galiba, sen gelirsin değil mi teyze?” demişti. Boğazına takılan bir şeyi yutamıyor gibiydi. “Tabiî ki gelirim” diyebildi. “Demek mezun oluyorsun” deyip annesiyle birlikteki mezuniyet törenlerini, o yıllara ait anılarını anlatmaya başladı. Bunları anlatırken tekrar gözleri doldu. Ve kızlardan, biraz uyumak istediğini söyleyerek müsaade istedi.

Üzücü ve yorucu bir günün ardından uyku saatini her zamankinden biraz daha erkene alma isteğinin ardında yatan, gecelerin ona hep sırlı gelmesi ve yeniden doğacak güneşten umut devşirmekti. Göklerin, yerin, dağların, taşların taşıyamadığı emaneti yüklenen insanın ağırlıklarını bir süreliğine de olsa bir kenara bırakma fırsatı değil miydi? Bir nebze de olsa bütün kederli duygu ve düşüncelerinden azade olabilecek miydi?

Fakat o sabah doğan güneş kimine sevinç getirirken Niran’a keder getirmişti. Acı acı çalan telefonun sesiyle uyanmış, yalan dünyanın en büyük hakikatine gözlerini açmıştı. Hastaneden gelen üzücü haber ile olduğu yerde donup kalmıştı.

Arkadaşını kaybetmenin verdiği acı ile bir süre yas tutan Niran, bir zaman sonra toparlanmaya başladı. Hayatta yaşadığı şeyler, karşılaştığı olaylar bazen kederin ve acının ta kendisi olsa da onu güçlendirecekti. Öldürmeyen dertler ise büyütecek, büyümekse canını biraz yakacaktı. Yaşam ona acılarından güç devşirip yolunu devam etmeyi defalarca öğretmemiş miydi? Biliyordu, yine öyle olacak, yaşama her zamankinden daha büyük bir umutla sarılıp yollarına hep birlikte devam edeceklerdi.

Artık ona bırakılan emanete sahip çıkmanın zamanıydı. Zeynep ve Niran’ın yetiştirme yurdunda başlayan yaşam maratonları, tıpkı yorulduklarında bayrağı bir diğerine devreden koşucular gibiydi. Zeynep bu koşuda yorulmuş, yerine Yaren’i bırakmıştı. Bu güzel kız, artık Niran’ın hem yoluna, hem de canına yoldaşlık edecekti…