ÖMER camın
önüne dikilmiş, dalgın gözlerle dışarıya bakıyordu. Bir sıkıntısının olduğu her
hâlinden belliydi.
Mevsim sonbahardı. Güneş
önceki aylardaki parlaklığını ve gücünü yitirmişti. Esen sert rüzgârlar
ağaçlardaki sararan yaprakları yere döküyor, bir o yana bir bu yana
savuruyordu. Bir yandan da ince ince mevsim yağmurları yağıyordu. Yağmurun
camlara vuran pıtırtısı odada duyuluyordu. Güneş bulutların arkasına saklanınca,
vakit henüz erken olmasına rağmen hava biraz kararmıştı.
Havanın kapalı oluşu
Ömer’in içindeki sıkıntıyı daha da arttırmıştı. Derin bir nefes aldı, soluğunu
cama üfledi. Buğulanan cama parmağıyla karışık şekiller çizdi; beğenmedi, bir
hamlede elinin içiyle hepsini sildi. Keşke içindeki sıkıntıları da böyle
kolayca silivermek mümkün olsaydı.
Zaten geçim zorluğu
çekiyordu, şimdi bir de işsizlik sorunu çıkmıştı karşısına. Satışların iyi olmaması
nedeniyle çalıştığı giyim mağazası kapanınca bir anda işsiz kalıvermişti. Bu
beklenmeyen durumun getirdiği şaşkınlığı birkaç günde üzerinden atınca piyasaya
çıkıp uygun bir iş aramaya başlamıştı. Başlamıştı başlamasına da, girdiği bütün
kapılardan eli boş dönmüştü.
Ankara gibi büyük bir
şehirde işsiz bir adam evini nasıl geçindirirdi? Evde ondan ekmek bekleyen eşi
ve küçük oğlu İbrahim vardı. Üstelik kış mevsimi de yaklaşıyordu; odun kömür
almak zorundaydı. Elde avuçta olan parası da bitmek üzereydi. Geçinebilmek için
bir an önce iş bulması gerekiyordu.
Bu düşünceler aklından
çıkmıyordu Ömer’in. İş için gidebileceği birkaç yere gitmiş fakat satışların
durgun olması sebebiyle kimse yüz vermemişti kendisine. İşe almak şöyle dursun,
“Bu gidişle biz de işçi çıkarmak zorunda kalacağız” diye dert yanmıştı
patronlar.
Ne yapması gerektiğini
bilememenin şaşkınlığı içindeydi. Üstelik kendisine her zaman akıl danıştığı,
sohbetinden feyz aldığı Hocaefendi de bir aydan beri yoktu. Onun sohbetini çok özlemişti
doğrusu. İşsizliğin de etkisiyle son günlerde kendini boşlukta hissediyordu. “O
burada olsaydı benim bu sıkıntılı durumuma bir çözüm yolu bulurdu” diye
aklından geçiriyordu.
Ne yapacağını bilememenin
verdiği şaşkınlıkla askıdan ceketini aldı. Mutfakta çocuğa mama hazırlayan
eşine seslendi: “Ben dışarıya
çıkıyorum. Namazdan sonra dönerim…”
Eşi kapıya geldi: “Yağmur
yağıyor Ömer, ıslanırsın…”
-Şeker değiliz ki
eriyelim, merak etme, bir şey olmaz.
Dışarıda yağmurla beraber rüzgâr
da vardı. Ceketinin düğmesini ilikledi, hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Sokakta kimseler görünmüyordu. Nereye gideceğini bilmeden yürüyordu. Serin
havada yürüdükçe içinin açıldığını hissetti. Yol boyunca uzanan ağaçlardan
dökülen altın sarısı yapraklara basa basa ilerliyordu.
Sokağın başında Mehmet’le
karşılaştı. Aynı mahallede oturan bu arkadaşıyla Hocaefendi’nin bir sohbetinde
tanışmışlardı. Selâmlaştılar. Hâl hatır faslından sonra sevindirici bir haber
verdi Mehmet: “Haberin var mı Ömer, Hocaefendi gelmiş…”
Ömer, âniden duyduğu bu
habere şaşırdı, sevindiğini belli eden bir sesle sordu: “Ne zaman gelmiş?”
-Dün gece… Bu akşam “hoş geldin”e gideceğiz. Sohbet de
olur herhâlde…
-İşte bu güzel haber! Sağ
ol Mehmetçiğim…
Akşam görüşmek üzere
ayrıldılar. Duyduğu bu haber Ömer’i çok sevindirmişti. Bir aydan beri onun sohbetlerini
öyle çok özlemişti ki… Onu dinlerken ayrı bir hava soluyor, bambaşka bir adam
oluyordu sanki. Büyük şehrin verdiği stresi ve gündelik sıkıntıları onun
sohbetlerinde atıyordu. Ne çok şey öğrenmişti kendisinden. Ondan istifade eden
yalnız kendisi miydi? Hayır! Bu çevrede oturan birçok insan Hocaefendi’den
etkilenmiş, hepsinin yaşantısında olumlu yönde değişiklik meydana gelmişti.
Hocaefendi bu mahalleye mânevî bir hava getirmişti. Onu tanıyan herkes, “Allah
böyle kulları başımızdan eksik etmesin” diye duâ ediyordu.
İkindi namazından sonra
eve dönen Ömer, kendisini sevindiren haberi hanımına da söyledi. Ömer’in neşeli
hâli eşine de yansımıştı. Evde akşamı zor etti Ömer, bir çocuk gibi
heyecanlıydı. Namazı kıldıktan sonra bir şeyler yedi ve toplantıya gitmek üzere
evden ayrıldı. Hızlı adımlarla Hocaefendi’nin evine kadar yürüdü. Kapıyı açan
çocuğa yavaş bir sesle sordu: “Hocaefendi içeride mi?”
“Evet” cevabını alınca sessizce salona girdi.
Kendisinden önce birkaç kişi gelmişti. Hocaefendi, yerde büyükçe bir minderin
üzerine oturuyordu. Yavaş adımlarla yaklaştı, elini öpmek istedi fakat o (her
zaman yaptığı gibi) öptürmedi. “Hoş geldiniz Hocam, Sizi çok özledik,
gözlerimiz yollarda kaldı” dedi yavaş bir sesle. Hocaefendi tebessüm etti ve
Ömer’in gözlerinin içine bakarak konuştu: “İşler burada plânladığımızdan uzun
sürdü, evdeki hesap çarşıya uymadı. Oradaki kardeşlerin hepinize selâmı var.”
Salonda oturanlar “Ve aleykümselâm” diye karşılık verdiler.
Gelecek kişiler
tamamlandıktan sonra sohbet başladı. Hocaefendi, ziyaret ettiği yerdeki
hizmetler hakkında bilgiler verdi. Birkaç kişinin sorusunu cevaplandırdı. Daha
sonra önündeki kitabı açtı ve okumaya başladı. Kelimeleri yavaş bir sesle tane
tane okuyor, bazı yerlerde açıklamalar yaparken, kendisini dinleyenlerin anlayacağı
bir üslûp kullanıyordu. Ömer dikkatli bir biçimde Hocaefendi’yi dinliyor, gözlerini
ondan ayıramıyordu. “Ne güzel insan, ne iyi bir insan!” diye düşünüyordu.
Hocaefendi’nin yüzünde her
zaman bir tatlı tebessüm hâkimdi. Işıltılı bakışları insana güven ve huzur
veriyordu. Siyah ve beyazın uyumlu bir karışımından oluşan sakalı ve başındaki
beyaz takkesi, yüzüne ayrı bir güzellik katıyordu. Elbisesi her zaman temizdi.
Kullandığı esans, bulunduğu yeri gül bahçesine çeviriyordu. Beyaz dişlerinin arasından
çıkan kelimeler daha da güzelleşiyor, tatlı ve ahenkli sesi kulakları rahatsız
etmiyordu.
Sohbetin başında rızık
konusundan bahsetti Hocaefendi. Rızkı verenin Allah olduğunu, yalnız insanların
değil, yeryüzündeki bütün canlıların rızkının Allah tarafından verildiğini, göklerin
ve yeryüzünün bütün hazînelerinin Allah’a ait olduğunu, rızkı dilediğine bol
bol, dilediğine azar azar verdiğini anlattı. Arkasından şu âyetlerin mealini
okudu: “Andolsun ki, sizi biraz korku,
açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksilme ile deneriz. (Ey Peygamber!)
Sabırlı olanları müjdele. Kim Allah’a saygı duyarsa, Allah ona (güçlükler
karşısında) bir çıkış yolu hazırlar ve hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Kim
Allah’a güvenip dayanırsa, ona (yardımcı olarak) Allah yeter! Allah’ın
rahmetinden ümit kesmeyin. Doğrusu, Allah’ın rahmetinden kâfirlerden başka ümit
kesmez.”
Hocaefendi konuştukça Ömer’in
içi ferahlamış, işsiz kaldıktan sonraki telâş ve kaygılarının ne kadar yersiz
olduğunu anlamıştı. Hocaefendi rızık konusunu yeterince açıkladıktan sonra
şükür ve sabır konusuna geçti. Biz insanların, sahip olduğumuz nimetlerin ne
kadar kıymetli olduğunu onlardan mahrum kalınca anladığımızı söyledi ve bir âyet
meali daha okudu: “Allah size istediğiniz
her şeyden verdi. Allah’ın nimetlerini saymakla başa çıkamazsınız. Doğrusu
insanoğlu çok zalim, çok nankördür.”
“‘Bir fincan kahvenin bile kırk yıl hatırı var’ diyoruz, bize sayısız nimetler veren Allah’a yeterince şükretmiyoruz” diyerek nankör insanların davranışlarından örnekler verdi...
Hocaefendi de tam zamanında
gelmişti doğrusu. Ömer onu dinledikçe bir kuş gibi hafiflemiş, içindeki sıkıntılar
su gibi akıp gitmişti. Hocaefendi, ele aldığı konuları herkesin anlayacağı
şekilde açıkladıktan sonra önündeki kitabı kapattı. Odada bulunanlarla
karşılıklı konuşmaya başladı. Herkesle tek tek ilgilendikten sonra sıra Ömer’e
gelmişti: “Sen nasılsın Ömer’im? İşin gücün nasıl? Küçük İbrahim büyüyor mu?”
Ömer utana sıkıla cevap
verdi: “İşten çıkardılar Hocam. Bir aydan beri işsizim…”
-Hayrola Ömer’im? Sebebi nedir?
-İşler epeyden beri durgun
gidiyordu. Patron mağazayı kapattı. Bütün personel bir anda işsiz kaldı.
-Şimdi ne yapıyorsun?
-Birkaç yere müracaat
ettim fakat bir netîce çıkmadı Hocam.
-Üzülme evlâdım. Allah bir kapıyı kapatırsa bin kapıyı
açar. Atalarımız ne güzel söylemiş, “Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter”.
Düşünebiliyor musunuz kardeşlerim, bir canlı dünyaya geldiği an, Allah onun
rızkını da yaratıyor. Güzel bir tevâfuk oldu, biraz önce bu konuya da
değinmiştik. İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söylemiş, “Görelim Mevlâ neyler,
neylerse güzel eyler”…
Sohbet sona erince, evdeki
misafirler müsaade isteyerek kalktılar. Hocaefendi onları uğurlarken, Ömer’e,
“Sen biraz kal” dedi. Ömer oturduğu yerden hiç kalkmadan bekledi. Hocaefendi
misafirleri uğurladıktan sonra geldi, Ömer’in yanına oturdu. “Seni severim Ömer’im”
dedi, “Dürüstsün, çalışkansın, kimseye bir zararın dokunmaz. Senin sıkıntın,
bizim de sıkıntımızdır. Önce sana bir iş bulmamız lâzım. Kızılay’daki büyük
kumaş mağazasını biliyorsun, değil mi?”…
-Köşedeki mağazayı mı
soruyorsunuz Hocam?
-Evet, evet! Hani üç katlı olan var ya…
-Biliyorum…
-Oranın satış müdürü Halit Bey, bizim
dostlarımızdandır. Yarın oraya git. Benim gönderdiğimi ve selâmımı söyle.
Durumunu anlat. Belki bir tezgâhtara ihtiyaçları vardır, bir sor bakalım…
-Allah razı olsun Hocam.
Yarın sabah giderim. İşsizlikten epeyce bunaldım, siz yokken moralim çok
bozuktu...
-“Gün doğmadan neler doğar” demişler evlâdım. Belki de
kısmetin seni orada bekliyordur, kim bilir…
Hocaefendi cebinden bir
miktar para çıkararak Ömer’in eline sıkıştırdı: “Bununla da küçük İbrahim’e bir
şeyler al. Gelirken bir şey getiremedim, benim hediyem olsun.”
Ömer mahcup olmuştu: “Hocam,
hiç gerek yok buna. Sizin gelişiniz, inanın, en büyük hediye oldu bana.”
-Olur mu evlâdım? Hediyeleşmek sünnettir. O da
büyüyünce bana alır, ödeşiriz…
-Allah sizden râzı olsun
efendim…
-Cümlemizden râzı olsun.
Ömer izin istedi ve
ayrıldı. Hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu. Hocaefendi ile aralarında geçen
konuşmayı hanımına anlattı. Ömer’in neşeli ve rahat hâli hanımını da
sevindirmişti.
Ömer, sabahtan
Kızılay’daki mağazaya gitti. Kapıdaki görevliye Halit Bey’le görüşmek istediğini
söyledi. Görevli, genç Ömer’i üçüncü kata çıkardı. “Müdür Bey’in odası burası,
kendisi içeride” dedi. Kapıda “Halit Demir-Mağaza Müdürü” yazıyordu. Ömer
içinden besmele çekerek kapıyı tıklattı ve içeri girdi. İçeride elli elli beş
yaşlarında, beyaz saçlı, beyaz bıyıklı ve gözlüklü bir adam vardı. Önündeki
listeleri inceliyordu. Kafasını kaldırdı ve Ömer’e bakarak, “Hoş geldiniz, bir
isteğiniz mi vardı?” dedi.
Ömer, önce Hocaefendi’nin
selâmını söyledi. Halit Bey selâma mukabele etti, ayağa kalktı ve Ömer’in elini
sıkarken diğer eliyle karşısındaki koltuğu gösterdi: “Buyurun, oturun kardeşim...”
Ömer kısaca başından
geçenleri anlattı; iş aradığını ve elemana ihtiyaçları olup olmadığını sordu. Ömer’in
kibar ve terbiyeli hâli Halit Bey’in dikkatini çekmişti. Tebessüm ederek tane
tane konuştu: “Hocaefendi’nin başımızın üstünde yeri vardır. Onun ricası, bizim
için emir sayılır. Zaten bizim de bir tezgâhtara ihtiyacımız vardı. Yarın sabah
gel, işe başla. Hayırlı olsun!”
Halit Bey’in sözleri
Ömer’i sevindirdi: “Sağ olun efendim! Yarın sabah gelirim inşallah” dedi, izin
isteyerek kalktı. Tam kapıdan çıkarken, Halit Bey arkasından seslendi: “Hocaefendi’ye
selâm ve saygılarımı götürün lütfen!”
Ömer, Halit Bey’in selâmını
iletmek ve yeni iş haberini vermek için hızlı adımlarla Hocaefendi’nin evinin
yolunu tuttu. Yürürken yeni işi aklına geldikçe seviniyor, Allah’a şükrediyor
ve sevinç gözyaşlarına engel olmaya çalışıyordu. Bu arada Hocaefendi’nin dün
akşamki sohbette söylediği atasözünü hatırladı: “Ağılda oğlak doğsa, ovada otu
biter.”