“Dost” dediğin

Hocaefendi de tam zamanında gelmişti doğrusu. Ömer onu dinledikçe bir kuş gibi hafiflemiş, içindeki sıkıntılar su gibi akıp gitmişti. Hocaefendi, ele aldığı konuları herkesin anlayacağı şekilde açıkladıktan sonra önündeki kitabı kapattı. Odada bulunanlarla karşılıklı konuşmaya başladı. Herkesle tek tek ilgilendikten sonra sıra Ömer’e gelmişti: “Sen nasılsın Ömer’im? İşin gücün nasıl? Küçük İbrahim büyüyor mu?”

ÖMER camın önüne dikilmiş, dalgın gözlerle dışarıya bakıyordu. Bir sıkıntısının olduğu her hâlinden belliydi.

Mevsim sonbahardı. Güneş önceki aylardaki parlaklığını ve gücünü yitirmişti. Esen sert rüzgârlar ağaçlardaki sararan yaprakları yere döküyor, bir o yana bir bu yana savuruyordu. Bir yandan da ince ince mevsim yağmurları yağıyordu. Yağmurun camlara vuran pıtırtısı odada duyuluyordu. Güneş bulutların arkasına saklanınca, vakit henüz erken olmasına rağmen hava biraz kararmıştı.

Havanın kapalı oluşu Ömer’in içindeki sıkıntıyı daha da arttırmıştı. Derin bir nefes aldı, soluğunu cama üfledi. Buğulanan cama parmağıyla karışık şekiller çizdi; beğenmedi, bir hamlede elinin içiyle hepsini sildi. Keşke içindeki sıkıntıları da böyle kolayca silivermek mümkün olsaydı.

Zaten geçim zorluğu çekiyordu, şimdi bir de işsizlik sorunu çıkmıştı karşısına. Satışların iyi olmaması nedeniyle çalıştığı giyim mağazası kapanınca bir anda işsiz kalıvermişti. Bu beklenmeyen durumun getirdiği şaşkınlığı birkaç günde üzerinden atınca piyasaya çıkıp uygun bir iş aramaya başlamıştı. Başlamıştı başlamasına da, girdiği bütün kapılardan eli boş dönmüştü.

Ankara gibi büyük bir şehirde işsiz bir adam evini nasıl geçindirirdi? Evde ondan ekmek bekleyen eşi ve küçük oğlu İbrahim vardı. Üstelik kış mevsimi de yaklaşıyordu; odun kömür almak zorundaydı. Elde avuçta olan parası da bitmek üzereydi. Geçinebilmek için bir an önce iş bulması gerekiyordu.

Bu düşünceler aklından çıkmıyordu Ömer’in. İş için gidebileceği birkaç yere gitmiş fakat satışların durgun olması sebebiyle kimse yüz vermemişti kendisine. İşe almak şöyle dursun, “Bu gidişle biz de işçi çıkarmak zorunda kalacağız” diye dert yanmıştı patronlar.

Ne yapması gerektiğini bilememenin şaşkınlığı içindeydi. Üstelik kendisine her zaman akıl danıştığı, sohbetinden feyz aldığı Hocaefendi de bir aydan beri yoktu. Onun sohbetini çok özlemişti doğrusu. İşsizliğin de etkisiyle son günlerde kendini boşlukta hissediyordu. “O burada olsaydı benim bu sıkıntılı durumuma bir çözüm yolu bulurdu” diye aklından geçiriyordu.

Ne yapacağını bilememenin verdiği şaşkınlıkla askıdan ceketini aldı. Mutfakta çocuğa mama hazırlayan eşine seslendi:       “Ben dışarıya çıkıyorum. Namazdan sonra dönerim…”

Eşi kapıya geldi: “Yağmur yağıyor Ömer, ıslanırsın…”

-Şeker değiliz ki eriyelim, merak etme, bir şey olmaz.

Dışarıda yağmurla beraber rüzgâr da vardı. Ceketinin düğmesini ilikledi, hızlı adımlarla yürümeye başladı. Sokakta kimseler görünmüyordu. Nereye gideceğini bilmeden yürüyordu. Serin havada yürüdükçe içinin açıldığını hissetti. Yol boyunca uzanan ağaçlardan dökülen altın sarısı yapraklara basa basa ilerliyordu.

Sokağın başında Mehmet’le karşılaştı. Aynı mahallede oturan bu arkadaşıyla Hocaefendi’nin bir sohbetinde tanışmışlardı. Selâmlaştılar. Hâl hatır faslından sonra sevindirici bir haber verdi Mehmet: “Haberin var mı Ömer, Hocaefendi gelmiş…”

Ömer, âniden duyduğu bu habere şaşırdı, sevindiğini belli eden bir sesle sordu: “Ne zaman gelmiş?”

-Dün gece… Bu akşam “hoş geldin”e gideceğiz. Sohbet de olur herhâlde…

-İşte bu güzel haber! Sağ ol Mehmetçiğim…

Akşam görüşmek üzere ayrıldılar. Duyduğu bu haber Ömer’i çok sevindirmişti. Bir aydan beri onun sohbetlerini öyle çok özlemişti ki… Onu dinlerken ayrı bir hava soluyor, bambaşka bir adam oluyordu sanki. Büyük şehrin verdiği stresi ve gündelik sıkıntıları onun sohbetlerinde atıyordu. Ne çok şey öğrenmişti kendisinden. Ondan istifade eden yalnız kendisi miydi? Hayır! Bu çevrede oturan birçok insan Hocaefendi’den etkilenmiş, hepsinin yaşantısında olumlu yönde değişiklik meydana gelmişti. Hocaefendi bu mahalleye mânevî bir hava getirmişti. Onu tanıyan herkes, “Allah böyle kulları başımızdan eksik etmesin” diye duâ ediyordu.

İkindi namazından sonra eve dönen Ömer, kendisini sevindiren haberi hanımına da söyledi. Ömer’in neşeli hâli eşine de yansımıştı. Evde akşamı zor etti Ömer, bir çocuk gibi heyecanlıydı. Namazı kıldıktan sonra bir şeyler yedi ve toplantıya gitmek üzere evden ayrıldı. Hızlı adımlarla Hocaefendi’nin evine kadar yürüdü. Kapıyı açan çocuğa yavaş bir sesle sordu: “Hocaefendi içeride mi?”

 “Evet” cevabını alınca sessizce salona girdi. Kendisinden önce birkaç kişi gelmişti. Hocaefendi, yerde büyükçe bir minderin üzerine oturuyordu. Yavaş adımlarla yaklaştı, elini öpmek istedi fakat o (her zaman yaptığı gibi) öptürmedi. “Hoş geldiniz Hocam, Sizi çok özledik, gözlerimiz yollarda kaldı” dedi yavaş bir sesle. Hocaefendi tebessüm etti ve Ömer’in gözlerinin içine bakarak konuştu: “İşler burada plânladığımızdan uzun sürdü, evdeki hesap çarşıya uymadı. Oradaki kardeşlerin hepinize selâmı var.” Salonda oturanlar “Ve aleykümselâm” diye karşılık verdiler.

Gelecek kişiler tamamlandıktan sonra sohbet başladı. Hocaefendi, ziyaret ettiği yerdeki hizmetler hakkında bilgiler verdi. Birkaç kişinin sorusunu cevaplandırdı. Daha sonra önündeki kitabı açtı ve okumaya başladı. Kelimeleri yavaş bir sesle tane tane okuyor, bazı yerlerde açıklamalar yaparken, kendisini dinleyenlerin anlayacağı bir üslûp kullanıyordu. Ömer dikkatli bir biçimde Hocaefendi’yi dinliyor, gözlerini ondan ayıramıyordu. “Ne güzel insan, ne iyi bir insan!” diye düşünüyordu.

Hocaefendi’nin yüzünde her zaman bir tatlı tebessüm hâkimdi. Işıltılı bakışları insana güven ve huzur veriyordu. Siyah ve beyazın uyumlu bir karışımından oluşan sakalı ve başındaki beyaz takkesi, yüzüne ayrı bir güzellik katıyordu. Elbisesi her zaman temizdi. Kullandığı esans, bulunduğu yeri gül bahçesine çeviriyordu. Beyaz dişlerinin arasından çıkan kelimeler daha da güzelleşiyor, tatlı ve ahenkli sesi kulakları rahatsız etmiyordu.

Sohbetin başında rızık konusundan bahsetti Hocaefendi. Rızkı verenin Allah olduğunu, yalnız insanların değil, yeryüzündeki bütün canlıların rızkının Allah tarafından verildiğini, göklerin ve yeryüzünün bütün hazînelerinin Allah’a ait olduğunu, rızkı dilediğine bol bol, dilediğine azar azar verdiğini anlattı. Arkasından şu âyetlerin mealini okudu: “Andolsun ki, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksilme ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabırlı olanları müjdele. Kim Allah’a saygı duyarsa, Allah ona (güçlükler karşısında) bir çıkış yolu hazırlar ve hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a güvenip dayanırsa, ona (yardımcı olarak) Allah yeter! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Doğrusu, Allah’ın rahmetinden kâfirlerden başka ümit kesmez.”

Hocaefendi konuştukça Ömer’in içi ferahlamış, işsiz kaldıktan sonraki telâş ve kaygılarının ne kadar yersiz olduğunu anlamıştı. Hocaefendi rızık konusunu yeterince açıkladıktan sonra şükür ve sabır konusuna geçti. Biz insanların, sahip olduğumuz nimetlerin ne kadar kıymetli olduğunu onlardan mahrum kalınca anladığımızı söyledi ve bir âyet meali daha okudu: “Allah size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetlerini saymakla başa çıkamazsınız. Doğrusu insanoğlu çok zalim, çok nankördür.”

“‘Bir fincan kahvenin bile kırk yıl hatırı var’ diyoruz, bize sayısız nimetler veren Allah’a yeterince şükretmiyoruz” diyerek nankör insanların davranışlarından örnekler verdi...


Hocaefendi de tam zamanında gelmişti doğrusu. Ömer onu dinledikçe bir kuş gibi hafiflemiş, içindeki sıkıntılar su gibi akıp gitmişti. Hocaefendi, ele aldığı konuları herkesin anlayacağı şekilde açıkladıktan sonra önündeki kitabı kapattı. Odada bulunanlarla karşılıklı konuşmaya başladı. Herkesle tek tek ilgilendikten sonra sıra Ömer’e gelmişti: “Sen nasılsın Ömer’im? İşin gücün nasıl? Küçük İbrahim büyüyor mu?”

Ömer utana sıkıla cevap verdi: “İşten çıkardılar Hocam. Bir aydan beri işsizim…”

-Hayrola Ömer’im? Sebebi nedir?      

-İşler epeyden beri durgun gidiyordu. Patron mağazayı kapattı. Bütün personel bir anda işsiz kaldı.

-Şimdi ne yapıyorsun?

-Birkaç yere müracaat ettim fakat bir netîce çıkmadı Hocam.

-Üzülme evlâdım. Allah bir kapıyı kapatırsa bin kapıyı açar. Atalarımız ne güzel söylemiş, “Ağılda oğlak doğsa ovada otu biter”. Düşünebiliyor musunuz kardeşlerim, bir canlı dünyaya geldiği an, Allah onun rızkını da yaratıyor. Güzel bir tevâfuk oldu, biraz önce bu konuya da değinmiştik. İbrahim Hakkı Hazretleri ne güzel söylemiş, “Görelim Mevlâ neyler, neylerse güzel eyler”…

Sohbet sona erince, evdeki misafirler müsaade isteyerek kalktılar. Hocaefendi onları uğurlarken, Ömer’e, “Sen biraz kal” dedi. Ömer oturduğu yerden hiç kalkmadan bekledi. Hocaefendi misafirleri uğurladıktan sonra geldi, Ömer’in yanına oturdu. “Seni severim Ömer’im” dedi, “Dürüstsün, çalışkansın, kimseye bir zararın dokunmaz. Senin sıkıntın, bizim de sıkıntımızdır. Önce sana bir iş bulmamız lâzım. Kızılay’daki büyük kumaş mağazasını biliyorsun, değil mi?”…

-Köşedeki mağazayı mı soruyorsunuz Hocam?

-Evet, evet! Hani üç katlı olan var ya…

-Biliyorum…

-Oranın satış müdürü Halit Bey, bizim dostlarımızdandır. Yarın oraya git. Benim gönderdiğimi ve selâmımı söyle. Durumunu anlat. Belki bir tezgâhtara ihtiyaçları vardır, bir sor bakalım…

-Allah razı olsun Hocam. Yarın sabah giderim. İşsizlikten epeyce bunaldım, siz yokken moralim çok bozuktu...

-“Gün doğmadan neler doğar” demişler evlâdım. Belki de kısmetin seni orada bekliyordur, kim bilir…

Hocaefendi cebinden bir miktar para çıkararak Ömer’in eline sıkıştırdı: “Bununla da küçük İbrahim’e bir şeyler al. Gelirken bir şey getiremedim, benim hediyem olsun.”

Ömer mahcup olmuştu: “Hocam, hiç gerek yok buna. Sizin gelişiniz, inanın, en büyük hediye oldu bana.”

-Olur mu evlâdım? Hediyeleşmek sünnettir. O da büyüyünce bana alır, ödeşiriz…

-Allah sizden râzı olsun efendim…

-Cümlemizden râzı olsun.

Ömer izin istedi ve ayrıldı. Hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu. Hocaefendi ile aralarında geçen konuşmayı hanımına anlattı. Ömer’in neşeli ve rahat hâli hanımını da sevindirmişti.

Ömer, sabahtan Kızılay’daki mağazaya gitti. Kapıdaki görevliye Halit Bey’le görüşmek istediğini söyledi. Görevli, genç Ömer’i üçüncü kata çıkardı. “Müdür Bey’in odası burası, kendisi içeride” dedi. Kapıda “Halit Demir-Mağaza Müdürü” yazıyordu. Ömer içinden besmele çekerek kapıyı tıklattı ve içeri girdi. İçeride elli elli beş yaşlarında, beyaz saçlı, beyaz bıyıklı ve gözlüklü bir adam vardı. Önündeki listeleri inceliyordu. Kafasını kaldırdı ve Ömer’e bakarak, “Hoş geldiniz, bir isteğiniz mi vardı?” dedi.

Ömer, önce Hocaefendi’nin selâmını söyledi. Halit Bey selâma mukabele etti, ayağa kalktı ve Ömer’in elini sıkarken diğer eliyle karşısındaki koltuğu gösterdi: “Buyurun, oturun kardeşim...”

Ömer kısaca başından geçenleri anlattı; iş aradığını ve elemana ihtiyaçları olup olmadığını sordu. Ömer’in kibar ve terbiyeli hâli Halit Bey’in dikkatini çekmişti. Tebessüm ederek tane tane konuştu: “Hocaefendi’nin başımızın üstünde yeri vardır. Onun ricası, bizim için emir sayılır. Zaten bizim de bir tezgâhtara ihtiyacımız vardı. Yarın sabah gel, işe başla. Hayırlı olsun!”

Halit Bey’in sözleri Ömer’i sevindirdi: “Sağ olun efendim! Yarın sabah gelirim inşallah” dedi, izin isteyerek kalktı. Tam kapıdan çıkarken, Halit Bey arkasından seslendi: “Hocaefendi’ye selâm ve saygılarımı götürün lütfen!”

Ömer, Halit Bey’in selâmını iletmek ve yeni iş haberini vermek için hızlı adımlarla Hocaefendi’nin evinin yolunu tuttu. Yürürken yeni işi aklına geldikçe seviniyor, Allah’a şükrediyor ve sevinç gözyaşlarına engel olmaya çalışıyordu. Bu arada Hocaefendi’nin dün akşamki sohbette söylediği atasözünü hatırladı: “Ağılda oğlak doğsa, ovada otu biter.”