Dönüşüme direnç ve ahlâkî çöküntü

Depremde, selde, yangında yahut bir başka zor zamanda dayanışmamızla, paylaşımımızla, yardımlaşmamızla destan yazıyoruz, amenna. Fakat testi kırıldıktan sonra gösterilen çaba, gidenlerimizi geri getirmiyor.

6 ŞUBAT’ı 7’sine bağlayan gece, ülkece korkunç bir sabaha uyandık. Gecenin en derin, en sessiz vaktinde yer sarsılmış, gök kubbe başımıza yıkılmıştı sanki. Sabah ekrandan, sosyal medyadan önümüze düşen görüntülerle hepimizin içinde onulmaz yaralar açılmaya başlamıştı. Durduk, sustuk. Ülkece hepimizin yüreğine yas ve çaresizlik katar katar yığılmaya başladı.

Adeta kıyametin provası görünümündeki yıkıntıların yuttuğu koca şehirleri izlerken, enkaz altındaki çığlıklara şahit olurken, etrafta bir o yana bir bu yana canhıraş çırpınıp çare arayanların yüzlerine, gözlerine bakarken düşündük, kendimizi onların yerine koyduk.

Çaresizliğin yakıcı acısını damarlarımızda hissederken dilimizden dua, gözümüzden yaş, sözümüzden Rabbimize yalvarma eksik olmadı.

İnsandık. Ve hatta Müslüman… Değil mi ki “Müslüman olmak” demek, dindaşını kardeş, diğer insanları da eşref-i mahlûkat bilip, onlar için Yaradan’dan ötürü en derin saygı ve empatiyi kendinden eksik etmemek demektir. Biz de adeta ölenle öldük, geride kalanlarla yas tuttuk.

Nemrut’un ateşindeki Hazreti İbrahim’e su taşıyan karınca misâli, dillerimiz suskun ve yüreklerimiz parçalanırken koştuk. Belki bir umut, bir canın kurtarılmasında bizim de elimizden gelen olur diye kimimiz yollara, kimimiz duaya koyulduk. Bu aziz ve mağrur milletin zor anında nasıl da yekvücut olduğunun örneğini elbirliğiyle bir daha dosta düşmana göstermiş olduk.

Geçtiğimiz yüzyılın ortasına doğru, 1939’da Erzincan’da, 1942’de Erbaa-Niksar’da ve 1999’da Gölcük’te soğuk yüzünü gördüğümüz yıkımı tanıyorduk aslında biz. Hatta bu kadim toprakların toplumsal belleğine işlemişti bu acı, biliyorduk. Fakat aynı felâketin bu son sahnesinde yine de yüreklerimizin parçalanmasının önüne geçemiyorduk. Hepimizin dilinde, “Bu, ibret almamızı gerektiren son uyarı olsun” nidası ile acılarımızı sarmaya koyuluyorduk. Acımız tarifsizdi. Hava zemheri soğuğu… Evsiz barksız kalanların dışarıdaki çaresizliğini hava şartları kat kat artırıyor, buza kesmiş dondurucu soğuk enkaz altındakilerin kesiyordu nefesini.

Gelinlik çağındaki kızlarımız duvaklarıyla toplu mezarlara gömülürken, yaşayanlarımız düğün takılarını sıyırıp kollarından, katıyordu yardım kampanyalarına. Çocuklarımızı bir bir toprağa verirken, ülkemizin diğer yanındaki ilkokullarda öğrenciler kumbaralarını birleştiriyordu yardım maksadıyla göndermek için. Enkazın başında baba, yıkılmış apartmanının yanında, göçük altında kalmış kızının elini bırakamazken, babasız kalmış bir kız çocuğu sarılıyordu diğer koluna; müşterek acısını bir nebze de olsa dindirebilmek için. Benzer görüntüler, akıp giden yardımlar, koşuşturmacalar arasında acıyı, çaresizliği, matemi de paylaşıyorduk kendi dilimizce.

Depremin yaraları kabuk bağlamaya yüz tutmuş, acılarımızı bir nebze hafifletmişken, bu defa sel vurdu bizi. Gidenlerin ardından kalanların imtihanı bitmemişti. Hamdolsun. Bir yüzyılın afetinin ardı sıra gelen bu diğer doğal afet de viran yurdun yüreği yaralı evlatlarının çilesine çile ekleme yeminini etmişti adeta. Sellere kapılan deprem çadırlarıyla, göçük altından kurtulmuş kimi canların da nasibine, suyun çamurun önünde sürüklenip can vermek düşmüştü.

Deprem yeryüzünün, hele yaşadığımız coğrafyanın adeta tarihi ve mukadderatıyla ayrılmaz bir parçası, bu ülkenin yaşamının bir gerçeği. Mukayese etmeye kalktığımızda araştırmalar bize gösteriyor ki, deprem, yeryüzünün birçok noktasında da sürekli gerçekleşen bir hâdise. Diğer deprem kuşaklarındaki ülkelerle mukayese ettiğimizde, yüz yıl önce aynı şiddette o ülkelerde gerçekleşen depremlerde ölüm oranları bizim ülkemizdeki gibi 40-50 binler ile ifade edilirken, Japonya, İspanya gibi ülkelerin günümüzde bu rakamları 40-50 gibi rakamlara çekmeyi başarabildiklerini görüyoruz.

Yüz yıl içerisinde gelişen teknoloji, insana ve insan hayatını merkeze alan toplumsal kültür ve kaideye riayet etmenin getirdiği faydayla, artık dünyanın başka yerlerinde deprem, binlerce cana mâl olmadan, gayet olağan ve hayatın içinde bir hâdiseye dönüşmüş durumda. Diğer coğrafyalarda artık sosyal travma, toplu kayıp ve on binlerce canın ölmesi gibi anlamlara gelmiyor. Doğru mühendislik ve iş ahlâkı edinip de malzemeden çalmayınca, bilimsel metot ve modern şehir plânlamasına uyulunca, ölümler ve yıkımlardan gayet korunabildiğine şahitlik ediyoruz. Evet, deprem belki önlenemiyor fakat öldürücülüğü önlenebilir olarak karşımızda duruyor.

Diğer yandan, Müslümana yakışan tutum, itikadındaki prensip gereği, tevekkül ederken kula düşen mesuliyet ve tedbiri tüm çaba ve mümkünat ölçüsünde bittamam yerine getirmek değil mi? Cenab-ı Hakk’ın kader ölçüsünde kulundan beklediği ve ona bir Müslüman olarak yüklediği tedbir sorumluluğundan kaçmak, aslında yine bize zarar olarak dönüş demek değil midir?

Depremde, selde, yangında yahut bir başka zor zamanda dayanışmamızla, paylaşımımızla, yardımlaşmamızla destan yazıyoruz, amenna. Fakat testi kırıldıktan sonra gösterilen çaba, gidenlerimizi geri getirmiyor. Daha ömrünün baharında nice canlar toprağa karışıyor, nice fidanlar kopuyor hayattan.

Dileriz bu deprem felâketi, ülkece yaşadığımız son yıkıcı felâket olarak kalır ve bu acı veren tecrübeden geleceğimiz için gerekli dersleri çıkararak hayatımıza katarız. Aksi takdirde, gelecekteki muhtemel depremlerden yıkım, yas, ölüm ve toplumsal travma yaşamadan çıkmayı maalesef başaramayacağız.

Hepimizin ortak temennisi odur ki, yıllardır iktidarın kentsel dönüşüm haykırışına kulaklarını tıkayan ve bu dönüşümü siyasal rant amacıyla engelleyenlerin zihinleri berraklaşır. Aksi takdirde Devletimize, vatanımıza, insanlığa karşı en büyük sorumluluğumuzu yerine getirmemiş olarak addedileceğiz. Bu ne Müslümanlığımıza, ne de insanlığımıza sığacak bir tutumdur.