Döngü

Babama sütunu işaret ettim. Arkasını dönüp yavaşça oturmaya çalışırken düşmesin diye tuttum kollarından. Tıpkı onun bir zamanlar benim kollarımdan tuttuğu gibi... Bugüne kadar kimseye kem söz etmemiş, kimseyi incitmemiş olan babam, taşı da incitmek istemez gibiydi. Oturduktan sonra derin bir nefes aldı. Bütün yorgunluğunu, yükünü oracığa bırakmak istiyordu sanki.

İNSANIN aklına mıh gibi çakılan anıları vardır ya... İstese de unutamaz ya hani… Ben de o günü hiç unutmadım!

Babamın elinden tutmuştum. Ya da tam tersi, babam benim elimden tutmuştu. Küçücük parmaklarımla bana kocaman gelen o el, beni hayata bağlayan, asla kopmayacak, kırılmayacak sağlam bir dal gibiydi. O günden önce de, o günden sonra da, belli bir yaşa gelinceye kadar sürekli eli elimdeydi babamın; ama o günün başka bir anlamı vardı.

Okulun ilk günüydü. Altı yaşındaydım. Babamın aldığı siyah ilkokul önlüğünü yine babamın yardımıyla giyip önlüğün üstüne beyaz yakamızı da takarak düşmüştük yola.

Kökü toprağın derinliğindeki o dalda şefkat ve merhametin sıcaklığını, koruyup kollayıcılığın güvenini hissetmiş olmam bugün dahi tazeliğini korur bende. Babam da herkesin babası gibiydi; herkesin babası gibi güçlü, herkesin babası gibi kahraman… Yerine göre sert, yerine göre sevecen… Hangi çocuk yakınlarına ne hissediyorsa, ben hepsini babama karşı hissederdim. Annemi hiç tanımamış olmamın da etkisi vardı muhakkak bütün duygularımın babama yönelişinde.

Evet, annemi hiç tanımadım. Çünkü ben, annesini öldüren bir çocuk olarak gelmişim dünyaya. Dolayısıyla annemi hiç tanımadığım gibi, annesinin bu dünyadan göçmesine sebep olan biri olarak suçluluk duygusunu ömrüm boyunca aklımda olmasa da kalbimde, vicdanımda taşıdım durdum. Taşıdım ve durdum zaman zaman, çünkü o ağırlığı insanın sırtında taşımasının ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Dinlenmek için, nefeslenmek için durdum zaman zaman. “Ben gelmeseydim keşke, o da gitmek zorunda kalmasaydı” dedim. “Babama ömrünü zindan etmeseydim” dedim. “Ne anladım ben bu gelişten?!” dedim. “Ben gülüşü anne karnında kalmış bir çocuğum” dedim. Sonra yükümü sırtlayıp tekrar koyuldum yola...

Yürüdükçe ebesiz, hemşiresiz, doktorsuz bir köy ortamında insanların duymasından utandığı için bağıramadan doğum yapmaya çalışan yirmi yaşında, gencecik bir kadının feryâdını işittim hep. İşittikçe dünyaya gelmenin pişmanlığını, bir adamın (ki babam olur) bir ömür yalnız yaşamasına sebep olmuş, o adamın hayat arkadaşını (ki o da annemdir) hayattan koparmış olmanın derin hüznünü yaşadım.

“Yaşadım” dediysem, geçmişte kalmış değil bu hâl, hâlen yaşıyorum. Çünkü ben, cezası ile birlikte dünyaya gelmiş bir çocuğum. Hem öyle bir ceza ki, ölene kadar azap içinde yaşayacağım. Ömür boyu her gözümü kapattığımda çırpınarak ölümüne neden olduğum annem gelecek gözümün önüne. Çâresizlik içinde debelenen, beni yaşatmak için hayatından olan o kadın hiç gitmeyecek aklımdan. Eşinden ayırdığım babam bir yanda, ben bir yanda, sonsuz bir özlemle kıvranıp duracağız.

İlkokula başlayacağım gün, elim süpürge sapı tutmaktan tarazlanmış babamın elinde okulun kapısına kadar geldik. Tek katlı okulun giriş kapısının hemen yanında yan yatırılmış tarihî bir sütun vardı. Babam kollarımdan kavrayıp beni o sütuna oturttu. Şimdi tam hatırlayamadığım ama sanırım bir dizi nasihat içeren şeyler söyledi. Öğüt olduğunu düşündüğüm o konuşmadan aklımda sadece birkaç kez “Oğlum” diye seslenişi kaldı. “Oğlum” deyişi önemliydi çünkü. İhtiyacım olan şey buydu. Okumak, büyük adam olmak, kendini kurtarmak (ki muhtemelen bu minvâlde bir şeyler anlatmıştır kendi lîsanınca), o günlerde benim için çok da anlamı olan ifadeler değildi. Belki de bir şey anlamadığım için o konuşmadan aklımda “Oğlum” ifadesinden başka bir sözcük kalmadı.

Babam hakkını verirdi doğrusu; öyle bir “Oğlum” deyişi vardı ki hem baba, hem anne gibi seslenirdi ve her seslenişinde içimden kalkıp boynuna sarılasım gelirdi.

O bana annemden hiç bahsetmedi, yokluğunu hatırlatmak istemez gibiydi. Ben de ona hiç sormadım. Annem hakkında bildiklerim, rahmetli babaannemin bana anlattıklarından ibaretti. İki kişilik gibi görünen ama aslında benim içimde yaşayan, babamın da içinde yaşadığından emin olduğum annemle birlikte üç kişilik bir aile olduk hep. Bunu hayatı boyunca farkında olmadan hissettirdi babam. Meselâ sofrada iken gözü buğulanır, sofranın boş kısmına takılır kalırdı gözü. Dalar gider, uzun bir süre kendine gelemezdi. Bazen odanın ortasında ne yapacağını unutmuş ama hatırlamak da istemiyormuş gibi ya da bir şey hatırlamış da onu yaşıyormuş gibi dururdu dakikalarca. İlk zamanlar seslenirdim, olmadı dürterdim babamı ayıktırmak için; çünkü korkardım doğrusu ama duymazdı, hissetmezdi dokunuşlarımı. Sonraları alıştım, kendi kendine gelinceye kadar dokunmamaya, seslenmemeye başladım.

Ha, annemin eşyalarını da, her ne kadar benden gizlemeye çalışsa da, olduğu gibi sakladığını biliyorum.

Beni dünyaya getirmek için kendi canından olan annemin vefâtından sonra babam, köyde neyi var neyi yoksa satıp iki göz, ahşap bir ev alarak şehre yerleşmiş. Aklım erdiğinde, babam belediyede temizlik işçisi olarak çalışıyordu. “Çöpçü Ali” diyorlardı babama. Lakabı buydu. Bu isimden sonraları gurur duymaya başlamadan önce kompleks duyduğumu hatırlıyorum. Öyle ya, çöpçü bir babası olduğu için kim, hangi çocuk gurur duyar ki?!

Düşünün şimdi, ben de çok düşündüm; dünyaya gelmek için annenizi öldürüyorsunuz, sonra babanızın hayatını altüst ediyorsunuz, henüz bir yıllık evli bir adamı hayat arkadaşından ayırıyor ve yapayalnız bırakıyorsunuz… Bebek de cabası… Ama bütün bunlara rağmen babanızın mesleğinden utanıyorsunuz…

Evlenip çoluk çocuğa karıştıktan, bebeklerin bakımının ne kadar zor olduğunu gördükten sonra da çok düşündüm “Bu adam bana nasıl baktı?” diye. Düşündükçe saygım arttı, düşündükçe sevgim arttı. Önceleri mesleğinden dolayı gizli gizli utanç duyduğum babamla sonraları gurur duymaya başladım. Anneme sevgisinden, onun hatırasına saygısından mı, yoksa bir başka kadına daha acılar yaşatmama duygusuyla mı bilmem, babam bir daha evlenmedi. Babaannemin zaman zaman konuyu üstü kapalı da olsa dile getirdiği kulağıma çalınırdı. Babamın, yeniden evlenme teklifini hangi gerekçelerle reddettiğini hiçbir zaman öğrenemedim ama annemin hatırasını diri tutmaya çalıştığını, onun mezarını sık sık ziyaret etmesinden de anlıyordum. Belki de bu sebepten dolayı ne babam, ne de ben bu küçük Anadolu şehrinden ayrılabildik. Annemin mezarının bulunduğu köyümüzden uzaklaşmak istemedik belki de…

Eşinin hatırası diye sanırım, adımı “Yadigâr” koymuş babam. İyi de etmiş doğrusu. Böylece hem ben, hem de babam, annemle olan bağımızı canlı tutmuş olduk. Gerçi babam adımı Yadigâr koymasaydı da annemle bağı ilk günkü gibi ve ilk günkü kadar canlı kalırdı, eminim. “Öksüz” lakaplı Yadigâr olarak, klâsik deyimiyle zaman bizim için de hızla akıp geçti. Büyüdüm, evlendim, esnaflık yapmaya başladım büyüdüğüm bu şehirde ve kimse lakabımla hitap etmiyor artık.

Benim buruk, üzgün, biraz da heyecanlı şekilde kapısındaki sütunda oturup babamın nasihatlerini dinlediğim tek katlı okulumuzu bundan birkaç yıl önce yıktılar. Yakındaki başka bir okulla birleştirip daha büyük bir okul yaptılar. Okulumuzun yerine de kocaman bir hastane inşâ ettiler. Benim en çok merak ettiğim ise, okulumuzun kapısında bulunan babamla benim aramdaki bağı taş gibi sağlam hâle getiren o sütunun hastane yapıldıktan sonra da orada durup durmadığıydı. Duruyormuş!

Geçen gün artık iyice yaşlanmış olan babam hastalandı. Uzun yıllar boyunca içtiği sigaranın da etkisiyle nefes darlığı çekmeye başlamıştı. Ölüme çoktan râzı olmuş, hattâ geç kaldığını düşünen ve sevdiğine kavuşacağı için sevinen babamı hastaneye gitmeye zor da olsa ikna ettim. Hastanenin kapısına geldiğimizde, biraz dinlenmek istediğini söyledi. Etrafta oturacak yer ararken, gözüm kapıdaki sütuna takıldı. Yıllar öncesine döndüm birden. Babamın beni kollarımdan tutup nasihat etmek için üzerine oturttuğu o sütun, “Ben hâlâ buradayım” der gibi bakıyordu bize. Aradan onca yıl geçmişti, ben büyümüştüm. Ben büyüdükçe babam küçülmüştü; öyle ki, elinden tutmadan yürüyemez olmuştu neredeyse ama o taş, olduğu gibi duruyordu. “Bu dünyada taş olmak lâzım” dedim içimden. Taş olarak gelirsen ancak dünyanın acısına katlanabilirsin belki de. Duymadan, hissetmeden, kaskatı öylece beklersin kıyameti. Oysa insan öyle mi? Hele dünyaya annesinin katili olarak gelmiş olan ben, o kıyameti her gün yaşayan biri olarak taş olmayı ne kadar çok isterdim.

Babama sütunu işaret ettim. Arkasını dönüp yavaşça oturmaya çalışırken düşmesin diye tuttum kollarından. Tıpkı onun bir zamanlar benim kollarımdan tuttuğu gibi... Bugüne kadar kimseye kem söz etmemiş, kimseyi incitmemiş olan babam, taşı da incitmek istemez gibiydi. Oturduktan sonra derin bir nefes aldı. Bütün yorgunluğunu, yükünü oracığa bırakmak istiyordu sanki. “Baba” dedim içimden, “Senin bu yorgunluğun, bu taşta dinlenerek geçecek cinsten değil”. Sonra, artık daha az işiten kulağına eğilip, “Hatırladın mı bu taşı babacığım?” diye sordum.

Başını kaldırıp küçülmüş gözleriyle baktı yüzüme. Gözleri küçülmüştü ama anlatmak istedikleri kocamandı. Öyle bir bakıştı ki bu, seyrek sakallarının her bir telinin ok gibi yüzüme battığını hissettim. Hiçbir şey söylemeden öylece baktı bir müddet. Paralize olmuş hâlde ben de ona baktım. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Sorduğuma pişman mı olsaydım, onu da bilemedim. Ama sormasam benim de o günü hatırladığımı bilmeyecekti.

Babam bakışlarıyla bana acıyor muydu, kızıyor muydu, yoksa sitem mi ediyordu, anlayamadım. Ama anladığım iki şey vardı: Birincisi, hayat bir döngüden ibaretti. İkincisi, bütün hatıraları, hem de taptaze bir biçimde babamın aklında, kalbinde, vicdanında yani bütün zerrelerinde yaşıyordu.