Dönemeç

Bu toplumun ekseriyeti aynı zamanda basîret ve ferâset sahibi olup, pragmatik bir toplum özelliği de gösterir. Her şeye rağmen memleketin âlî menfaatleri, milletin maslahatı, ülkenin ikbâli ve istikbâli için ölçüp biçecek, hesap kitap yapacak ve ondan sonra da oyunu götürüp sandığa atacaktır.

NİHÂYET seçimler geldi kapıya dayandı…

14 Mayıs 2023 târihinde yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği Genel Seçimleri şimdiden vatana, millete hayırlı olsun.

İyi de oldu. Millet yıllardır kısır çekişmelerden, çatışmalardan, kutuplaşmalardan bıkmış, usanmıştı. Hâlbuki normalde demokratik bir yarış yapılacaktı ama henüz bu topraklar bu olgunluğa erişmemiş, erişememişti.

Coğrafya, tipik Ortadoğu toplumlarının karakteristiğini yansıtıyordu. Aşiretçilik, kavmiyetçilik, rantçılık, dincilik, partizanlık, ideoloji bezirgânlığı, feodalite, Şark kurnazlığı, siyâsî kan dâvâları almış başını gidiyor ve her konuda belirleyici oluyordu. Üstelik terör (PKK), dinci darbe (FETÖ), vesâyet darbeleri (askerî ve bürokratik) de işin cabasıydı.

Kimsenin kimseye saygısı yoktu. Görüşler, düşünceler, siyâsî tercihler birilerinin hoşuna gitmezse hemen sizi mimliyorlar, ötekileştiriyorlar, düşmanlaştırıyorlar, şeytanlaştırıp alaşağı ediyorlardı. “Ölümlerden ölüm beğenin; kırk katır mı istersiniz, kırk satır mı?” moduna düşürüyorlardı. Kırk yıllık arkadaşlık ve akrabalık ilişkileri de bundan nasibini alıyordu. Gelinen nokta tam bir cinnet hâliydi! Medenîleşememiş bedevî toplumların yapısı işte bu minvâl üzereydi.

Siyâsî partiler de bu hengâmede bizlerden oy istiyorlardı. Sâde vatandaş olan bizler de kuzu kuzu oylarımızı (rey) vererek güyâ bizi adâletle yönetecek olan temsilcilerimizi seçtiğimizi zannediyor, bu sûretle seviniyor ve avunuyorduk.

Hâlbuki durum hiç de böyle değilmiş. Gerçekte bizler oylarımızı bir avuç rantçıya, dinciye (İslâm’ı istismar eden din baronlarına), aşiret ağalarına, partici partizanlara, Kur’ân’dan sapan örgütlü yapılara (FETÖ’cülere, cemaatçilere, tarikatçılara), gayr-i Müslim unsurlara, Masonlara, Sabetaycılara veriyormuşuz. Ayrıca her ne hikmetse soyadları hep aynı olan belli aile yapılarına oylarımız gidiyormuş. Onlar da bizim oylarımız üzerinden bir güzel mevki-makam sahibi oluyor, zenginleştikçe zenginleşiyorlarmış.

Meselâ günümüzde mevki-makam sahibi ve milletvekili olanlar neden hep şu soyadlarına mensup aileler arasından çıkıyor?

“Baba Arınç, oğul Arınç”, “Baba Ağar, oğul Ağar”, “Baba Koç, kız Koç”, “Sayan kardeşler”, “Kavakçı kardeşler”, “Kaplan kardeşler”, “Şahin kardeşler” ve daha birçoğu…

Babadan oğula, aileden aileye ya da sülâleden sülâleye geçen bu durum bir saltanat göstergesi değil midir? Bunları hiç söylemeyecek miyiz? Hangi adâlet ve vicdan bunu kabûl edebilir ki?

Aktif siyâsette de aynı şeyler olmadı mı, olmuyor mu? “Baba İnönü, oğul İnönü”, “Baba Menderes, oğul Menderes”, “Baba Özal, oğul Özal”, “Baba Türkeş, oğul Türkeş”, “Baba Erbakan, oğul Erbakan”, “Baba Baş, oğul Baş” ve daha birçoğu…

Zâten saltanat bu topraklarda (coğrafyada) Muaviye ve oğlu Yezid’le başlamadı mı? İşte bu hastalık o gün bu gündür devam edip gidiyor. Bu realite, siyâset sosyolojisi ve siyâsî târih açısından târihen sabit değil midir?

Osmanlı’nın son dönemleri ve Cumhuriyet’le birlikte uzun süre böyle olmamış mıdır? Azınlıklar, Masonlar, Sabetaycılar, belirli ailelere mensup olanlar, Boğaziçi aşireti mensupları hep böyle değil miydiler?

Şimdi bütün bu saydıklarım ve sayamadıklarım gerçekten çok ehliyetli, liyâkatlı, adâletli ve liderlik özelliklerine sahip oldukları için mi, yoksa nesep mensûbiyetlerinden dolayı mı buradalar?

Tabiî bu topraklar nesebe, hesaba çok değer verdiği ve önem atfettiği için bütün bunlar böyle olmaktadır. Bu topraklarda, bu coğrafyada “Seyyidlik” aynı şey değil midir? Şeyh efendi nesep üzerinden kendini “Seyyid” ilân etsin, ondan sonra da din üzerinden saltanat kursun, imparatorluk oluştursun, öyle mi? İslâm’da, Kur’ân’da böyle bir şey var mıdır? Merak edenler açsın bakalım, böyle bir şey var mıymış?

Bu topraklarda itaat ve biat kültürü bu kadar derin ve yaygın oldukça, soya sopa bu kadar değer verildikçe, ortalıkta “gavslar-kutuplar”, “Mesihler-Mehdiler“ cirit attıkça ve “ulular” “Rabb” edinildikçe bu milletin ya da İslâm ümmetinin daha çok çekeceği var gibi görünüyor kanaatimce.

Bu panoramik bakış açısından sonra gelelim sadede…

Seçim bir vâkıâdır. Bu millet de oy verecektir. Bakalım “şer’re” mi oy vereceksiniz, “ehven-i şer’re” mi, yoksa hiçbirine mi?

Eğer ideolojik ve duygusal (kin, nefret, intikam duyguları) düşünüyorsanız -ki bu toplumun büyük çoğunluğu böyledir- “şer’re”, biraz rasyonel düşünüyorsanız -ki bu da azımsanmayacak çoğunluktadır- “ehven-i şer’re”, ancak ilkesel düşünüyorsanız “hiçbirine” oy vereceksiniz.

Mâmâfih bu toplumun ekseriyeti aynı zamanda basîret ve ferâset sahibi olup, pragmatik bir toplum özelliği de gösterir. Her şeye rağmen memleketin âlî menfaatleri, milletin maslahatı, ülkenin ikbâli ve istikbâli için ölçüp biçecek, hesap kitap yapacak ve ondan sonra da oyunu götürüp sandığa atacaktır.

Zâten artık her şey ayan beyan, bütün açıklığı ve çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır.

Görünen köy kılavuz istemez; bir tarafta Amerika, Avrupa, İsrail, uluslararası para baronları, yerli ama kökleri dışarıda olan sermaye grupları, Soros, PKK, FETÖ gibi unsurların desteklediği ve objektif bir bakışla hiçbir liderlik özelliği olmayan, -eğer seçilirse- Batı’nın taşeronluğunu rahatlıkla yapabilecek türde, tıynette ve zihniyette olan bir aday (üstelik “Horozu çok olanın sabahı geç olur” fehvasınca ileride bu ülkenin nasıl yönetileceği bahs-i diğer bir konu olmakla birlikte daha şimdiden makamların ve koltukların cömertçe dağıtıldığı ve açık pazara çıkarıldığı, amaca ulaşmak için Makyavelist bir anlayışla ve nasıl olsa “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” darb-ı meseline de uygun olarak herkese mavi boncuğun dağıtıldığı bir süreçte yaşananları ve neticesinde oluşacak olan menfi ve ilginç durumu da dikkate alarak), diğer tarafta ise “Tek Adam” ve saltanat görüntüsü vermesine, inat ve eleştiriye kapalı olmasına, sahih İslâm anlayışında sıkıntılar bulunmasına rağmen ülkesine âşık, ülkesini muasır milletler seviyesine çıkarmaya ahdetmiş, bunun için gecesini gündüzüne katan, durmadan çalışan, seksen yılda yapılamayanları yirmi yıla sığdıran, yollar, köprüler, tüneller, havalimanları, barajlar inşâ eden, tüm şehirlere hastaneler, üniversiteler açan, İHA, SİHA gibi savunma sistemleri geliştiren, yerli ve millî uçak, uçak gemisi, tank, top ve otomobil üreten, Türk Devletler Teşkilâtı’nı kuran, mazlum milletlere hâmilik yapan ve uyanmalarına sebep olan, bundan dolayı da emperyalist ve sömürgeci ülkelerin şimşeklerini üzerine çeken, “One minute” ve “Dünya beşten büyüktür” deme cesaretini gösterebilen, dış politikada ülkemizin çıkarlarını savunan ve Azerbaycan’da Ermenistan tarafından işgâl edilmiş olan toprakların kurtarılmasına katkı sağlayan, Doğu Akdeniz, Ege ve Kıbrıs’ta haklarımızı gözeten, içeride dezavantajlı gruplara ve insanlara sahip çıkan ama eğitim, kültür ve san’at işlerinde pek başarılı olamayan, toplumun ve gençlerin ahlâken yozlaşmasına ve çürümüşlüğüne çâre bulamayan, aile müessesini dağılmaktan kurtaramayan (KADEM’in zâtı üzerindeki etkisi ve baskısı dolayısıyla çıkarılan ‘İstanbul Sözleşmesi’ ve ilgili kanunlar muvacehesinde), adâlet mekanizmasını tam olarak bağımsızlaştıramayan, uyguladığı ihâle mevzuatı ve imar aflarıyla sınıfta kalan, kadrolara ve üniversite rektörlüklerine isâbetli atamalar yapamayan, bilim yuvası ve hür düşüncenin merkezi olması gereken üniversiteleri cemaatçi ve tarikatçı yapıların insafına terk eden, okumuşları ve düşünen beyinleri pek fazla sevmeyen, hamâset nutuklarına bayılan (hele de bu biraz şiir katkılı olursa), bakanlıkların icrâî faaliyetlerini dahi kendisi açıklayan, yoldaşını, sırdaşını, yol arkadaşını seçmede pek başarılı olamayan (çünkü “En iyisini, en doğrusunu ben bilirim” havasında), ama dirâyetli bir liderlik özelliği gösteren yerli ve millî bir aday…

İşte artısıyla eksisiyle, doğrusuyla eğrisiyle, müspet ve menfi yönleriyle iki aday!

Bakalım bu dönemeçte bu millet hangisinden yana ağırlığını koyacak.  Yaşarsak hep birlikte göreceğiz…

Herhâlde “ne Îsâ’ya, ne de Mûsâ’ya yaranabildim”, değil mi? Olsun, Allah’a yaranabilmek bana yeter de, artar da. Zâten O’na yaranabilirsem hem Îsâ’ya, hem de Mûsâ’ya yaranmış olurum. Gerisi benim için teferruat. Vesselâm…