Dönelim mi içimize?

Kendine göre bir yaşam tarzı oluşturup her şeyden uzaklaşarak huzura ereceğini sanmak... Ailesinden uzaklaşarak daha özgür olduğunu, çevresinden uzaklaşarak daha rahat olduğunu, kendinden uzaklaşarak daha sağlıklı olduğunu ve en sonunda Yaradan’dan uzaklaşarak daha mutlu olduğunu sanıyor.

İÇSEL huzur, moral, motivasyon ve içe dönüş kavramları belki de pandeminin başlangıcından beri hedeflediğimiz ruhî kaynaklarımız oldu. Çünkü yaklaşık bir seneyi aşan ve beraberinde gelen yasaklar ile kendi içine dönüş, şöyle arada bir “Ne var, ne yok?”, “Ben neyim?” ya da “Kâinatta ki yerim ne?” şeklindeki sorgulayışlarımız arttı. En azından ne kadar aciz olduğumuzu bir kere daha en çaresiz şekilde fark ettik. Yani fark eden etmiştir umarız...

Öyle ya, bayramını idrak ettiğimiz Ramazan ayı da bize acziyetimizi hatırlatmadı mı? Aslında her oruç tutuşumda aklın, nefsin ve bedenin ayrımını net bir şekilde görmeye ve nihayetinde Gösterene de hayranım. “Haydi, çeşitli yemekler önünde, yesene!” diyorsun ama bakıyorsun, o bakmalara doyamadığımız beden bizim değil. Elinde tuttuğun bir lokmaya hükmedip ağzına götüremiyorsun. Çoğu insanla yarıştırdığımız aklımız bile şaşırıyor bu duruma. Ancak o ezan sesini işitecek ki aklın, bedene hükmetsin. Bizim olduğunu sandığımız her şey, bir kere daha görüyoruz ki O’nun emrinde. Elimiz bir yudum suya bile emirle ulaşıyor. Çok ince, çok derin, çok güzel detaylar değil mi bunlar?

Modern yaşam ve onun getirmiş olduğu sekülerist dünya görüşü insanın içine bakmaya müsaade etmiyor sanki. Hep bir telâşe, hep yarını endişe ile sağlama alma çabaları, durup bir soluklanmaya fırsat vermiyor. Hayatı en güzel şekilde yaşıyoruz ama anlam veremeden geçiştiriyoruz ömrümüzü. Bugün birçok yaşını almış, deneyimleri kendini aşmış insana dahi sorsanız “Hayattan ne anladın?” diye, kelimelerle ifadede eksik kalacak bir boşluk ile karşılaşırsınız. Yaşam motivasyonumuzu ve dinamiklerimizi günden güne yitiriyoruz.

“En büyük tecelligâh gönüldür” diye insanı yücelten bir anlayıştan insanı sıradanlaştıran bir varlığa doğru evrilişimizi oturup bir kenardan izliyoruz sanki. Öylesine bir boşvermişlik, duyarsızlık ve rahatlık yerleşti içimize. “Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil” diyen bir Yûnus’umuz vardı bize nasıl bir gönül insanı olmamız gerektiğini söyleyen, bir yandan yapıp ederken diğer yandan yıkmamayı öğüt eden. Çünkü insan gönüldür, gönül ise insanın kıblesidir.

Doymak bilmiyor nefislerimiz. Modern insana dayatılan ekonomi, maddî ihtiyaçların sınırsızlığından bahseder. Dolayısıyla bu anlayış aşırı tüketimi de beraberinde getirir. Ama insan yine tatmin olmaz, tükettikçe yine mutsuzdur. Ne yazık ki, harcamanın ve tüketmenin sonunun olmayacağını görmekte gün geçtikçe daha da zorlanır. Çünkü nefs denilen şey, verdikçe daha çok istiyor. Modern insan sanır ki, “Şunu da alayım, tamam olsun”. Hâlbuki yokluk ile terbiye edilmeyen nefs, ardı arkası kesilmeyecek olan hayâsız isteklere açılır ve sonuç hiç şaşmaz. İnsan aldanmıştır.

Gündelik yaşam motivasyonları az çok genel insanlık bakımından aynı şekildedir: “Yarını konfor altına almak”… Gün geçtikçe ahlâkî öğretiler yerle bir ediliyor. Onlar artık hayatımızın bir erdemi değil de ihtiyaç duyulduğunda başvurulan birer davranış oldu bizim için. Ne acıdır ki, “ahlâk” kelimesinin dahi içi boşaltıldı sanki. Yerine “etik” kelimesini kullanınca daha aydın duruyor gibi günden güne ahlâk kelimesini de bir kenara bırakıyoruz. Öyle ya, ahlâkî davranışlar kaynağını dinden alır ama etik denilen şey daha genel, daha boş ve herkese göredir.

Modern insan hep bir sanrı içinde sanki. Bekliyor ki, “Hangi kavramın içini boşaltıp kendime göre anlamlandırayım?”. Hâlbuki insanın temel sorunu da budur. Kendine göre bir yaşam tarzı oluşturup her şeyden uzaklaşarak huzura ereceğini sanmak... Ailesinden uzaklaşarak daha özgür olduğunu, çevresinden uzaklaşarak daha rahat olduğunu, kendinden uzaklaşarak daha sağlıklı olduğunu ve en sonunda Yaradan’dan uzaklaşarak daha mutlu olduğunu sanıyor. Ve işin en trajik ve komik tarafı da, bunu en samimi şekilde yapıyor.

Dergiye her ay yazı yazarken, ben dâhil, eminim bütün yazarlarımız öyle bir motivasyon ile alıyor ki kalemi eline, sanki her düşünceden insan, dergimizi okuyup biraz olsun sorguya çeker kendini… Ama gündelik yaşamda öyle insanlarla karşılaşıyorum ki… Sanki bu kadar kaynaktan ve türlü plâtformlarda yazılanla karşılaşamamış, hiç içten bir kez olsun sarsılmamış, manevî kayıpları ile de olsa bir boşluk sezmemiş, öyle kendi başına, öyle yalnız, öyle rahat… İnsan her yönüyle çok farklı bir sisteme sahip. Bazen bakıyorsunuz, çevrenizde bir insan, kelebeğin uçuşundan, yağmurun yağışından, hatta ayağına takılan bir taştan ders alabilecek basirete sahipken, diğer bir insansa dünyaları sersen önüne, göremeyecek kadar boşlukta. Değil bir başkasının kendi kayıplarından bile ders çıkarmayı, yeryüzünde vakur duruşuyla kendini garanti altına almış vaziyette... Ahirete inancı var ama yokmuş gibi davranır. İnancını kendileştirerek yaşadığını normal sanır...

Bizim için yazmak belki kolay olanı. Bu görüşe sahip insanlara her açıdan ulaşmak, ulaşabilmek en zor olanı sanırım. Modern dünyanın hayat serüveni içinde farklı görüşten bir insana ulaşmak, göğsümüzde kabaran, dilimizde düğümlenip kelimelerle ifade ettiğimiz bu yazılar ne kadar çok insana değebilirse, asıl mutluluk o olur bizler için. Çünkü bir insanın en nadide motivasyonu, diğer bir insandır...