GİTTİĞİ yerden geri gelmesini istediğiniz kimseye ne dersiniz? “Dön artık, geri gel.”
Özlemişsinizdir, havsalanızda güzel anılar kalmıştır ya, onları geri yaşamak ya da giden kişinin tehlikede olduğunu bildiğiniz için bir eylem beklersiniz ondan. Her neredeyse geri dönmelidir artık.
“Dön(mek)” fiili, nesnesiz bir eylem olarak bilinir. Hareketin ta kendisidir biraz da. “Kendi ekseni etrafında, çevresinde ya da bir şeyin dolayında devinmek” diye de izah edilir kalın kalın ansiklopedik kitaplarda. Hoş, artık o kalın kitaplar bir tıkla önümüzde, asılları ise büyük duvarlar ardında tozlanmaya yüz tuttuğu şu zamanda bir mısra dokunsun önce. Ne demiş şair: “Evine dön, kalbine dön, şarkıya dön.”
Dönmenin bir başka bakışını da buraya davet edelim. Madem öyle demiş, o vakit “Toparlanın, gitmiyoruz” diyerek dönelim biz de evimize, kalbimize, şarkımıza. İyi de, bu nasıl olacak? “Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar. Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir…”
Sahi, başlamanın dönmekle bir bağlantısı olabilir mi? Ya da insan neden yolculuğa çıkar? Asıl şehre giren o yabancı başkası değil de bizsek? Sorular, sorular… Zihnin yolunu yordamını âdem edesiceler!
Sormadan bulduğumuz cevaplar bize ait değil. Dahası, kendine bile ait olmaz. Sahip çıkmaz kimse ona. Çöp kenarına bırakılmış bir yitik dünyanın kokusu üstünde. O sebeple sorduk madem, arayalım o vakit cevapları da kendi içinde.
“İnsanın evi nesnel dünyaya göre dört duvarla kaplı olan yerdir” dense de çok yakın bir zamanda öğrendik ki, insanın evi toprağının inancı ile buluştuğu yerdi. Duvarları yıkılmış olsa bile. Somut madde varlığına kafa tutan bir tanım. Ruh için bedendi belki de evimiz. Değil mi ki, kuşların, karıncaların bile bir evi var. Yaşayan her canlının en temel ihtiyacıdır ev. Tabiî sonu gelmez taksitli ödemelerin karartacağı cinsten bir ihtiyaç değil. Orada, asıl evimize zarar veriyoruz. Dünyada hiçbir millet yok ki bu kadar fani olduğunu bilip bu kadar baki olma aşkıyla kök salsın dünyaya.
Evimizi biraz anladık anlamasına da, kalbimiz neresi peki? Bana sorarsanız, o da ruhumuz olmalı. Hani oradan buradan çağırmalı bir şey sandığımız ama evimizin de ana kaynağı olduğunu çoğu zaman es geçtiğimiz bir “kayıp parçamız” belki de.
Peki, şarkımız? Hani dönüş yapmamız gereken şarkımız ne? Bunun cevabı, sırrı ile biraz da içinde saklı. Meselâ, bakıyoruz evinden ayrılmayıp kalbini bulan, önden gidenler “İki kere tekrarlanan yedi” de bulmuşlar onu. Ona yönelenler, onda kendini bulanlar işte. Hem de ne bulmak! Vakur bir duruş, bulduklarının bilincinde ve tam bir terennüm ile... O hâlde bunun peşine düşmeden, bu hâller bize sirayet etmeden bulunmayacağı aşikâr.
Peşine düşmek için önümüzde büyük bir kaos var. Modern dünyanın hızına alışanlara ve bu hızın boşluğuna düşenlere ne demeli? Hız boşluk getirir, boşluk ise kayıptır. Hafıza kaybı, beden kaybı, ruh kaybı… Peşine düşmek bir yana, şarkısını dahi hatırlamaz da insan, oyalanır durur boş nakaratlarda.
Gözlerimiz, kulaklarımız, aklımız ve kalbimiz birçok şeyle dolarken, ruhumuz boşalıyor adeta. Teknolojik gelişmeler, görsel-işitsel destekli veriler, akıp giden sosyal medya sayfaları, tonlarca bilgi, binlerce yorum… Her şeye ve herkese bu kadar kolay ve çok hızlı ulaşabiliyor olmak neleri kaybetmemizi zorlaştırıyor? Koştura koştura yaşıyoruz hayatlarımızı. Kum saatinde akan o kumların ömrümüzden de aktığını göremeyecek kadar çok işimiz var. Kolaylık aynı zamanda nimettir; bu söylediklerimiz bu nimetlerin reddi anlamına gelmemeli. Gelemez, çünkü biz “Gerçekten ben malı, Rabbimi zikretmemi sağladığından dolayı çok severim” diyen bir Peygambere iman eden kimseleriz. Süleyman (as) için varlık, mal, mülk ve her ne varsa, O’nu zikre götürdüğü yani döndürdüğü için değerliydi. Şarkısını bulmuş bir Peygamber… Ne kadar da muhteşem! Ulaşabileceği tüm saltanat, saraylar ve protokoller aklımızın sınırlarında dolaşacağımız, görünen görünmeyen tüm canlılara hükmetme yetisi ve bu yeti karşısında tam bir muktedir dil... Evi belli, kalbi belli, şarkısı belli.
Zikir sadece “anmak” demek değildir. Anda kalmaktır. Yaşamak ve yaşadığını kanıtlamaktır. Güç verir muhatabına. O’na dayanma gücünü verir ve hesap yaptırır, zamanını yönetir. Çünkü zikreden kişi her şeyin ve dahi kendisinin geçici olduğunu bilir. Bilense hem nefsine, hem düşmanına karşı daha güçlü olur. İçten dışa bir yolculuk gibi… Peki, biz? Bunca nimet arasında, bilgi ve iletişimin zirvesinde bizden çıkan nameleri duyabiliyor muyuz? Yoksa bu nimetlerin enkazı olan israf dehlizinde mi debeleniyoruz? Bu, meselenin biraz da masum tarafı. Diğer taraftan Müslüman toplumlara karşı yapılan bariz bir ifsat çalışmasının da farkındayız. Teslim olanların kalbini boş şeylerle meşgul ederken, asıl hakikatleri unutturmak için şarkılar uyduranlar var. Hani o yolda kalmasın diye yoldan saptırmak için asılsız ve faydasız söz satın alanlar… Dizilerle, reklâmlarla, durum hikâyeleri, canlı yayınlar ve daha çok, daha renkli dünyasıyla onlar tam da karşımızdalar.
Ama hayır, biz onlardan değiliz! Biz, bizi ya da evlatlarımızı o boşluğa düşürmeye çalışanların tam karşısındayız. Asılsız, gereksiz, bizi ilgilendirmeyen işlerden yüz çevirmek bizim ahlâkımız. Yani başlangıç noktamızla öyle kuvvetli bir bağımız var ki, nereye gidersek gidelim, dönüşün nereye olacağını biliyoruz. Yaptığımız yanlış şeyler karşısında bile “Hata yapmak fırsatını Âdem’e veren Sendin” diyerek dönüş yolumuz olduğunu bilince yaşamak biraz da. “Zararın neresinden dönersek kârdır” diye öğrenmiştik ilk yazıyla tanıştığımız yıllarımızda.
“Dönmek” kavramının bir kavramdan çok daha öteye götüreceğini artık iyi biliyoruz. Atasözü ve deyimlerimizde sıkça kullanılan bu kavram aynı zamanda dil ve bakabilirsek din zenginliğimizin artması anlamına gelir. “Çemberden, köşeyi döner dönmez dönünce, deliye dönmemek için dilim döndüğünce” dönmenin kıymetini bilsin istiyorum derin uykusundan kalkmak isteyip de çalacak alarm bulamayanlar. Zira “Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıdır” derler. Çok şükür tilki değiliz ki kürkçü dükkânında işimiz olsun. Fakat en nihayetinde insanız; ola ki bir vesile, hani dünya metaıdır, gireriz belki bir şekilde işte o kürkçü dükkânına. Kimse “Yapmam” demesin, ayaklar sabit kalsın diye hâlleşmeliyiz. Bilerek ya da bilmeden ama farkına varır varmaz yol yakınken dönmek kurtaracaktır bizi ebediyen yok olmaktan. O kadar kolay değildir elbet olanca ihtişamıyla karşımızda duran kürkçü dükkânından çıkabilmek.
“Beni an, seni anayım” bir hatırlatma ve emirden çok daha önce hayat prensibi olduğunda, ama içtenlikle, gösterişsiz, her daim, her şeyde var olan, o zaman huzur ve emniyet misafir olacak “Sen O’ndan razı, O senden razı”. Böyle bir hatırlamanın daha güzeli var mı?
Haydi durma, sen de şarkını söyle ve hatırla her an! Hatırla ki, önce kalbine, sonra evine dönüş kolay olsun.
Vesselâm…