Doğuşundan bugüne Türk sinemasından kesitler

Türk sineması 1960-1975 yılları arasında film üretimi bakımından en verimli dönemini yaşar. 1970’ler sadece melodramların değil, Türk sinema tarihinde iz bırakacak filmlerin de çekildiği bir dönem olur. Bu dönemde çok yönetmen yetişir ve Türk sinemasını seksenli yıllara taşırlar. 1980’ler ve 1990’lar Türk sinemasında yeni akımların, yeni anlatım dillerinin oluştuğu dönemler olur.

SİNEMA, teknolojinin sağladığı imkânlar sonucunda sanatsal kaygılarla gelişmeye başlamıştır. Her sanat alanı gibi sinema da ticarî bir kazanca menkul olarak profesyonel bir sektör hâline gelmiştir. Bu sektör, kültürel değerlerin kullanılması kadar ekonomik olarak da bir üretim alanıdır. Dolayısıyla sinema stratejisinin, toplumun her kesimine hitap eden eserleri kitle seviyesine göre hareket etmek durumunda olduğu söylenebilir.

Sinemanın kuruluşu ve gelişimi

Türk sinemasının çıkışı itibariyle üretilen sinema eserlerinin dili, söylemi ve konusu değişik yaş, eğitim, kültür ve cinsiyet grupları ve o yılların sosyal hayatına göre şekillenmeye başlamıştır. Sinemada popüler kültür de genellikle etkili olmuştur. Bu bakış açısında zaman zaman ve kısmen farklı boyutları da oluşturmuştur.

Türk sineması toplumsal beğeni üzerine üretimde etkili olmakla birlikte kendi sanat çevresinin yerine göre sıra dışı fikirlerini de yansıtmıştır. Halkın geleneksel yaşamını ve inanç yapısını zorlayıcı anlayışı da filmlerde yer bulmuştur. Bu yapısıyla sinemanın olumlu veya olumsuz anlamda bir değişim amaçladığı görülmektedir.

İnsanlığın “sinema” denen etkileyici güçle tanışması 1895 yılında başladı. Yönetmensiz, senaryosuz ilk filmler açık havada çekildi. Bu filmler, belgesel röportaj filmleriydi. “Charles Pathe” isimli girişimci, 1900’da Vincennes’de bir film üretim şirketi kurdu. Bu şirket hızla büyüdü ve kısa sürede sinemayı tekeline aldı.

Charles Pathe’yi Léon Gaumont’un “Eclair” adlı şirketi izledi. 1905’le 1910 arasında yerleşik sinema salonları 5 yılda bin kat arttı. Sinema salonlarının da açılmasıyla film sektörünün kurumsallaşması böylece başladı.

Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar tiyatro eserleri filmlere alınmaya başlandı ve bir moda baş gösterdi. Özellikle Fransız tiyatrosunun tüm eserleri filme çekildi. 1908 yılında seri filmler çekilmeye başlandı. Güldürü filmleri bu sıralarda rağbet görmeye başladı. 1908’den sonra sinema Avrupa’da gelişmeye başladı.

Birinci Dünya Savaşı patlak verince Fransız sineması gerilemeye başladı. Rusya’da da yurtseverlik temalarını işleyen çok sayıda film çevrildi. Ancak bu savaş Amerika’nın sinemada işine yaradı. 1914 yılından itibaren Amerika film piyasasına hâkim oldu. Hollywood’da şirketler kurdular. Bu yıllarda 400 kadar film çevrildi.

İlk renkli film 1902 yılında çekilmiş oldu. “Bugünden 120 yıl önce toplum sinema ile tanıştı” diyebiliriz.  

Türk sineması

Sinemanın ülkemize girişi, icadından bir yıl sonrasında yani 1896 tarihinde gerçekleşti. Film kuramı ve eleştirisi alanındaki gelişmeler dünyaya paralel olarak aynı çabuklukta meydana gelmemiştir. Bunun nedeni de Osmanlı İmparatorluğu çökmekte idi ve kurulmakta olan bir devlet vardı. Batı ülkelerine göre hem ekonomik, hem de elverişli bir kültür ortamına sahip olunamaması gibi nedenlerle bir sanat dalı olan filmlere ilgi beklenemezdi.

Türkiye’de sinemanın icadından 23 yıl sonra (1918) filmlerle ilgili yazılar ancak başlamıştır. Aynı yıllarda dünyanın başka ülkelerinde bazı yazarlar sinemanın bir sanat olduğunu keşfetmeye başlamışlardı bile. Ülkemizde sinemanın bir sanat olarak keşfedilmesi, kuramının oluşmaya başlaması ve etkili bir şekilde ortaya çıkabilmesi 1950’leri buldu. Bu yıllarda üç beş yönetmen, sinema dilini kurmak görevini gerçekleştirme imkânı bulabildiler. Türkiye’de ilk sinemayla ilgili tenkitler “Temaşa” dergisinde Muhsin Ertuğrul ve Galip Arcan’ın yazılarıyla başladı.

İlk Türk sineması da 19 Mart 1910 yılında, “Millî Sinema” adıyla kuruldu. Pek çok iş kolunda olduğu gibi özellikle bu sanatlar da azınlıkların egemenliğiyle sürdü. Enver Paşa, Merkez Ordu Sinema Dairesi’ni (MOSD) kurdu. Türk sineması da kurumsallaşmaya başladı. Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin başına Sigmund Weinberg getirildi ve Weinberg, “Himmet Ağanın İzdivacı”nı çekti. 1916’da Weinberg Türkiye’den ayrılırken yerine Fuat Uzkınay geçti. Bu yıllardan sonra, özellikle 1922-1950 yılları arasında Türk sineması üretimi artmaya başladı. “Sinemacılar Dönemi” olarak bilinen bu başlangıçla birlikte 20 yıl içinde 2 bin 200 film çevrildi.


İlk Türk filmine ne oldu?

1914 yılında Fuat Uzkınay’ın çektiği  “Ayastefenos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” adlı belgesel, Türk sinema tarihine geçti. İlk sinemacı olarak da Fuat Uzkınay kabul edilmektedir. Türk sinemasının başlangıcı kabul edilen ve Osmanlı dönemi filmi olarak görülen yapıt, Avusturya-Macaristan şirketi Sascha Film’in teknik desteğiyle Osmanlı Ordusu adına 150 metrelik filme siyah beyaz olarak çekilmiştir.

Filmin özgün adı “Moskof Heykelinin Tahribi”dir ve 1953’te yönetmen, senarist, oyuncu, yazar ve sinema tarihçisi olan Nurullah Tilgen tarafından ilk Türk filmi olduğu ortaya atılır. Filmin hiçbir kopyasının bulunamaması, varlığına dair somut bir delilin olmaması ise bu iddiayı diri tutar.

“Ayastefanos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” filminin bir Türk eliyle çekilmesi istenir. Bunun üzerine araştırma yapılır. Daha önce sinema işlerinde çalışmış ve o tarihte yedek subay olan Fuat Uzkınay’ın bu filmi çekmesine karar verilir. Fakat Uzkınay göstericiyi çok kullanmış olduğu hâlde alıcıyı hiç kullanmamıştır. Bunun üzerine Sacha-Messter’in adamları Uzkınay’a birkaç saat içinde alıcının nasıl kullanılacağını gösterirler. Uzkınay, alıcıyı anıtın birkaç metre ötesine yerleştirir. Böylelikle 14 Kasım 1914 Cumartesi günü film çekilmiş olur. Aradan yıllar geçer ve bu filmle ilgili tartışmalar başlar.

Filmle ilgili ilk iddia, 1970 yılında Nijat Özön tarafından dile getirilir. Özön, “K.K. Foto-Film Merkezi’ndeki katalogda bu ad altında kayıtlı filmin bununla hiçbir ilgisi yoktur” der. Uzkınay, 1953’te Foto Film Merkezi’nden yeni emekliye ayrıldığı sırada Tilgen’le yaptığı konuşmada bu filmin merkezde bulunduğundan hiç söz açmamıştır. Diğer filmlerin resimlerini Merkez’in arşivindeki kopyalarından sağlayabilmesine rağmen Uzkınay, bu filmin hiçbir fotoğrafını vermemiştir. Üstelik filmi izlediğini iddia eden tanıkların olmasına rağmen filmle ilgili şüpheler giderilmiş değildir. Sinema tarihçileri de filmin gerçekten çekilip çekilmediği konusunda hemfikir değillerdir. Sungu Çapan da bu filmin ilk Türk filmi olmadığını savunur ve Uzkınay’ın iki kızının dahi hiç seyretmediklerini yazısında belirtir.

Farklı kesimlere göre, çekilen ilk Türk filmi, “İp Eğiren Kadınlar” veya “Büyükanne Despina” filmidir. “İp Eğiren Kadınlar” veya “Yün Eğiren Kadınlar”, Manaki Kardeşler tarafından çekilen belgesel filmdir. Film, 1905 veya 1907 yılında sessiz ve siyah beyaz olarak çekilmiştir. 1 dakikalık film, Yunanistan’da yer alan Avdella’daki kadınların gündelik görüntülerinden oluşur. Bazı sinema tarihçileri tarafından ilk Türk filmi olduğu öne sürülmektedir.

Diğer ilk Türk filmi olduğu iddia edilen “Büyükanne Despina” da bir Manaki Kardeşler filmidir ve 1905 yılında çekilmiştir. Filmin konusu ise Manaki Kardeşlerin kendi büyükanneleri olan 114 yaşındaki Despina’yı anlatır.

Peki, ilk Türk filmi olduğu ileri sürülen Uzkınay’ın çektiği film nerededir? İlk Türk filmi gerçekten de hangisidir? Bu sorunun cevabı açıklığa kavuşamamıştır.

Sinemaya etkiler, dönemler, sorunlar

Fransa filmlerinde olduğu gibi Türkiye’deki filmlerde de tiyatronun etkileri vardır. Muhsin Ertuğrul’un ilk çektiği film “İstanbul’da Bir Facia-ı Aşk”, diğer adıyla “Şişli Güzeli Mediha Hanım’ın Facia-ı Katli”dir. Bu filmi “Boğaziçi Esrarı”, “Ateşten Gömlek”, “Kız Kulesi’nde Bir Facia”, “Leblebici Horhor” ve “Sözde Kızlar” izler. Bu filmler içinde Halide Edip Adıvar’ın romanından uyarlanan “Ateşten Gömlek”, en dikkate değer olanıdır. 

Muhsin Ertuğrul, 1924-1928 yılları arasında çalışmalarını tiyatro üzerinde yoğunlaştırır ve İpek Film’le anlaşarak yeniden sinemaya döner. O dönem için 15 bin kişi tarafından izlendiği belirtilen “Ankara Postası”nın ardından “Kaçakçılar” ve “İstanbul Sokaklarında” filmlerini çeker. “İstanbul Sokaklarında”, Türk sinemasının ilk sesli filmidir. Muhsin Ertuğrul, 1932 yılında Kurtuluş Savaşı’nı konu alan  “Bir Millet Uyanıyor”u çeker. Sonrasında da “Aysel: Bataklı Damın Kızı” filmi çekilir.

Türk sinemasında 1922 yılından 1940 yılına kadar “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırılır. 1939’da Faruk Kenç, ilk filmi “Taş Parçası”nı çeker ve bununla birlikte Tiyatrocular Dönemi tekeli yıkılmaya başlar. Bu dönemde Şehir Tiyatrosu dışından birçok kişi sinema alanına girmiş ve sinemacılıkla işe başlamıştır.

Türk sinemasının “Sinemacılar Dönemi” olarak adlandırılan ikinci dönemi ise, yerli film lehine Belediye Eğlence Resmi’nde 1948 yılında yapılan indirimle başlar. Bu indirim, yapımevlerinin ve film yapımının birdenbire çoğalmasına yol açmıştır.

1950-1960 yılları arasındaki dönemin siyasal dönüşümlerinin sinemaya önemli katkıları olur. O zamanın iktidarı karayolları yapımına ağırlık verir ve filmlerin Anadolu’nun kırsal kesimine ulaşımı sağlanır. Sinema Türkiye’de yaygınlaşmaya başlar.

Sinemacılar Dönemi’nde Ömer Lütfi Akad’la birlikte Türk sinemasında yeni bir dönem başlar. Akad, kendinden sonraki tüm dönemleri de derinden etkiler ve Türk sinemasında sinema dilinin temellerini atar.

Metin Erksan’a göre aydınlar, Türkiye’de sinemayı bir sanat olarak görmediler. Bundan dolayı sinema özgürce gelişmediği gibi aydınların musallat olmadıkları dönemde kendi rüştünü ispatlamıştı. Erksan, “Ne zaman ki aydınlar işe el attılar, devran döndü ve işler bozuldu” der.

Metin Erksan’ın Âşık Veysel’in hayatı üzerine kurduğu “Karanlık Dünya”, ilk film denemesidir. Türk sinemasında “ilk gerçekçi köy filmi” olarak dikkati çeker. Metin Erksan bu çizgiyi “Yılanların Öcü” (1962) ve 1964 Berlin Film Şenliği’nde en iyi film seçilerek Altın Ayı Ödülü’nü alan “Susuz Yaz’la sürdürür. Erksan, gerçekte bir tutku sinemacısıdır. “Acı Hayat”ta sınıfsal çelişkileri de ortaya koyar. 1965’te çektiği “Sevmek Zamanı”nda ise soyut bir dünyayı sergiler. Sevmek Zamanı, Metin Erksan için bir zirve olarak kabul edilir. 

Türk sineması 1960-1975 yılları arasında film üretimi bakımından en verimli dönemini yaşar. 1970’ler sadece melodramların değil, Türk sinema tarihinde iz bırakacak filmlerin de çekildiği bir dönem olur.  Bu dönemde çok yönetmen yetişir ve Türk sinemasını seksenli yıllara taşırlar. 1980’ler ve 1990’lar Türk sinemasında yeni akımların, yeni anlatım dillerinin oluştuğu dönemler olur. 

Türk sinemasının ve sanatçıların sorunlarının hiçbir zaman gerçek düzeyde tartışılamadığı belirtiliyordu. Tartışmalar bunlarla da sınırlı kalmıyor, memleketin ve halkın gerçek sorunları anlatılmıyordu. Sinemamızla ilgili gerçeği belki de şu söz ifade ediyordu: “Yetenekli, kültürlü, art niyetsiz ve sinemaya kendini adamış beyin yokluğu…”

Bir de TRT’nin Türk sinemasına sosyolojik olarak çok olumsuz etkileri oldu. 1970’li yıllarda Ertem Eğilmez, bu anlamda yapımcı ve yönetmen olarak ayakta kalanlardandır. Tek televizyonun sinemaya olumsuz etkileri olurken, televizyon kanallarının çoğalması ise sinema ve sanatçılar için bir bakıma çok önemli hâle geliyordu.

Türk sineması ve oyuncularının sorunları oldukça fazladır. Türk sineması; yapımcı, yönetmen, oyuncu, TV dizileri, sansür, oyuncuların alaylı/mektepli oluşları, sinema dili, dünya sineması ile kıyaslanması, evrensel konuma gelebilmesi, yurtdışında ödüllere lâyık görülmek gibi pek çok konu ve sorunu içinde barındırmaktadır. Eleştirmen ve sinema emekçilerinin sinema sanatına bakışları da bu mânâda önemlidir. Türk sineması; filmleri, emekçileri, sektörü, özgür sinemanın halka ve ülkeye katkısıyla sinemanın gücünü ve bu sanata gereken değerin ne kadar önemli olduğunu işaret eder.

Televizyon dizileri sayesinde istenildiği seviyede olmasa da tarihimize olan duyarlılığın öne çıktığı da görülüyor. Ülkemizde sinema artık önemli bir sektördür. Büyük harcamalar yapılıyor. Geçmiş yıllara göre teknik ve imkânlar da çoğaldı. Yücel Çakmaklı, Millî Sinema için güzel eserlere imza atan birkaç yönetmenden biriydi. Türk sinemasının dünya sineması ile rekabet edebilecek güce geldiğini ifade etmişti. Televizyon dizileri için aynı ifadeleri taşımasak da Türk sineması taklitten uzak, kendi hayatımızı ve kendi kültürümüzü en iyi şekilde topluma sunmalıdır.