Doğuştan meşhur

Bir müddet sonra ise sırf Kamuran Akkor şarkıları dinlemek için bir teyp satın alıyor. Bununla da yetinmeyen babam, evlendiğinde, “Doğacak ilk çocuğuma Kamuran ismini vereceğim” diye söz verip kuzenini de verdiği söze şâhit tutuyor. Doğacak ilk çocuğunun erkek olabileceği hiç aklına gelmiyor. Söz verirken, “Doğacak ilk kız çocuğum” demediği için mecburen benim adımı Kamuran koymak zorunda kalıyor. Soyadımız da Akkor olunca, ben doğuştan meşhur bir adam olmuş oluyorum.

BU ikinci gündü. Çünkü dün geldiğim doktor, “emin olmak için” (bu kendi ifadesiydi ve neyden emin olmak istiyordu bilmiyorum) ultrason ve tahlil sonuçlarımı değerlendirsin diye beni başka bir doktora yönlendirmiş ve ertesi gün sıra numarası alabilmeme yarayacak bir kâğıt tutuşturarak elime, eve göndermişti.

Doktorların koydukları yanlış teşhisleri, hastanelerde yapılan yanlış ameliyatları düşününce bizimkinin oldukça iyi niyetli olduğuna kanaat getirip gönül rahatlığı içinde döndüm eve. Sağlam gerekçem vardı. Böyle olunca Mualla da söylenmeyi bırakacak, beni daha tecrübeli bir doktorun muayene edecek olmasına sevinecekti.

Ertesi gün yine muayene odalarının olduğu koridorlardan birindeydim. Şimdi titrinde “Prof.” yazan bir ismin önünde duruyordum ve doğrusu kendimi oldukça güvende hissediyordum. Diğerleri ile birlikte ellerimizde, üstünde sıra numaralarımızın, isimlerimizin yazdığı barkodlarla muayene odasının kapısında bekleşiyoruz. Oturmak için yeterli sandalye olmadığından çoğumuz ayaktayız. Gözlerimiz, kapalı kapının üstündeki ekrana gidip gidip geliyor. Adımız ekranda yazdığında içeri girecekmişiz. Bu kadarını bile akledemeyeceğimizi düşünerek hatırlatma gereği duyuyor barkod makinasının başındaki görevli. Kimse sırasını kaçırmak, kaptırmak istemediği için heyecanlı bir film izler gibi bilmem kaç çift gözle takip ediyoruz ekranı.

Elimdeki küçük kâğıda bu kaçıncı göz atışım bilmiyorum; numaramı kontrol edip bir kez daha bakıyorum ekrana. “Üç kişi kalmış” diyorum içimden. Karnımda diğerini bastıran ikinci bir ağrı, şiddetini artırarak dolaşmaya başlıyor. Bağırsaklarımdan yukarı doğru çıkıp ciğerlerimi, sonra boğazımı sıkıştırıyor. Benim açımdan işkenceye dönüşmeye başlayan bu bekleyişin bir an önce bitmesi için sabırsızlanıyorum.

Gözüm ekranda; son iki kişi… Bir kişi… Derken, evet, adım kocaman harflerle beliriyor ekranda. Şahsımı ifade eden kelimeleri görünce doktorla aramızda elektronik bir yakınlık hissediyorum nedense, beni tanıyormuş gibi oluyorum birden. “Birazdan her şey bitecek” diyorum kendi kendime. Doktor “Neyin var?” diye soracak, ben şikâyetlerimi söyleyeceğim; o reçetesini yazıp salıverecek beni. Hepsi bu kadar!

Kapıyı tıklatıp sevinçle içeri atıyorum kendimi ve doktora uzak, kapıya yakın bir yerde konumlanıyorum. Bir gözü bilgisayarın ekranında, diğer gözü önündeki kâğıtlarda dolaşan doktorun dudaklarının arasından fısıltı hâlinde duyuyorum ismimi.

-Kamuran Akkor?

-Benim, evet…

Sesim her zamanki gibi cılız çıkmıştı. Şanssızlığım, biraz da cevaplamak için seçtiğim kelimelerdeydi. İki kelime telâffuz etmiştim ve ikisi de ince ses uyumuna uygun kelimelerdi. Bence sesimin olduğundan ince çıkmasının sebebi biraz da buydu ama yapabileceğim bir şey yoktu. Beklemediğim yerden seslenmişti doktor hanım aslında; ben, “Buyurun, ne şikâyetiniz var?” klişe sorusunu bekliyordum oysa. Yoksa sesimin tonunu ayarlayabilir, biraz kalınlaştırabilirdim ama artık çok geçti. Ses, çoktan doktor hanımın kulağına ulaşmıştı bile. Ben yine umutla aklımdaki soruyu beklerken doktor hanım bir kez daha ters köşe yaptı ve elindeki kâğıtları altüst ettikten sonra, “Size Sevim Hanım bakacak, bir üst katta, 301 numaralı oda… Bilgilerinizi ona atıyorum” deyiverdi.

Bugüne kadar adımı soyadımı birlikte duyanların her türlü tepkisine şâhit olmuş, hattâ alışmıştım da ama bu kadar tepkisizliğe, aldırmazlığa ilk defa şâhit oluyordum. Doktor hanımın ismimi gördüğünde (yapabileceği muhtemel berbat espriler bir yana) en azından kafasını önce merakla kaldırıp yüzümü inceledikten sonra hafifçe ve muzipçe gülümsemesi gerekiyordu. Doktor hanım, Allah aşkına, bu isim size hiç mi birini çağrıştırmadı? Hiç mi merak etmediniz? İnsan başını kaldırıp bir kerecik olsun bakıverir yahu! Belki de Türkiye’nin en meşhur sanatçılarından biri duruyor karşınızda… O hiçbirini yapmadı, gayet sıradan bir isim gibi telâffuz etti adımı. Şaşırdım ama sevindim de. Belki de ilk defa bu yaşıma kadar adımı sıradanlaştıran birine rastlamıştım. Dönüp teşekkür etmek bile geçti içimden ama uzatmamak en iyisiydi. Hem belki de gerçekten farkında değildi, ne lüzumu var şimdi hatırlatmanın ve şimdiye kadar onlarcasını gördüğüm o can sıkıcı müstehzi gülüşe şâhit olmanın?

Adımı sorarken de, yönlendirdiği doktoru ve oda numarasını söylerken de önündeki evraklardan gözünü ayırıp yüzüme bakmayan doktorun odasından, “Vardır bir bildiği” diyerek çıktım. Sevim Hanım, sevk edildiğim üçüncü doktordu. Merdivenin başına kadar yürüyüp durdum; derin nefesler alarak içimdeki sıkıntıyı bastırmaya, üzerimdeki gerginliği atmaya çalıştım. Hastaneye gitmek düşüncesi bile beni oldukça huzursuz ediyorken şimdi ben gelmiş, hiç olmak istemediğim bu koridorlarda hastaların arasında dolaşıyordum. İnsan karnı ağrıdığı ya da şişkinliği olduğu için doktora koşar mı? Ben de koştum sayılmaz zaten. “Mualla’nın dilindeki tazyik ile buraya savruldum” demek daha doğru olur…

Bu merdivenin başında biraz daha kararsız kalırsam gerçekten hasta olabilirim; bir an önce karar vermeliyim. Aşağı mı, yukarı mı? Aşağı inen basamaklar beni çıkış kapısına götürecek; bu benim için kısmî de olsa (Mualla’yı görene kadar) rahatlama demek ama Mualla’nın varlığı bütün büyüyü bozuyor. Yukarı çıksam, anlayamayacağım kelimelerden kurulmuş bir yığın cümle eşliğinde elime tutuşturulacak bir reçete ile çıkacağım. Eve gitmeden önce köşedeki eczaneye uğramam gerekecek. Sabah aç karnına şundan, öğlen yemekten sonra bundan… Bundan da sabah-öğlen-akşam günde üç tane falan filan…

Tırabzana yaslanıp beton zeminde, duvarlarda gezdiriyorum gözlerimi. Mualla’nın söylenmeleri ilâçlardan daha acı, ağır ve çekilmez geliyor bana ve korkuluktan destek alarak basamakları tırmanmaya başlıyorum.

Üst kat, koridorun başındaki ilk oda… Açık kapıyı tıklatıyorum. Sese doğru dönüyor doktor, göz göze geliyoruz. Biraz şaşırmış gibi bakıyor bana. Gülümsüyor mu, bana mı öyle geliyor, ayırt edemiyorum. “Buyurun” diyor. (Hakkını teslim edelim, bu en genç ve nazik olanı…) “Ruşen Hanım yönlendirdi” diyorum, “Alt kattan”. Sanki o, Ruşen Hanım’ın odasının nerede olduğunu bilmiyormuş gibi… “Oda numarasını da söyleseydin bari!” diyorum kendi kendime.

Artık eminim, karşımda oturan genç doktor gülümsüyor… Birisi karşımda sebepsiz yere gülümsediğinde oldum olası kendimi yanlış bir iş yapmış gibi hissederim. Yine zihnimin o çok iyi bildiği duygu sarıp sarmalıyor içimi. Ben ânında içinde bulunduğum durumun tahliline girişmişken ikinci soru geliyor yine aynı naziklikte doktor hanımdan.

-Eşiniz için mi gelmiştiniz?

“Hayır” diyemiyorum… Başka bir söz de diyemiyorum. Zaman donuyor. Donan o zamanın içinde ben olabildiğince hızlı bir yolculuk yapıyorum. Kaytan bıyıkları, uzun boyu ve kavruk yüzüyle rahmetli babam geliyor bir kez daha gözlerimin önüne. Daha önce defalarca geldiği gibi… Meşhur esprisini yaparken yakalıyorum onu. O gülüyor ama ben acı çekiyorum.

Anadolu’dan, daha iyi yaşam şartları umuduyla gurbete çıkmanın cazipleştiği, dalga dalga insanların taşı toprağı altın diyerek reklâm edilen İstanbul’a aktığı yıllar… Rahmetli babam ve kuzeni de o yıllarda tahta bavullarla bu göç kervanına katılanlardan… Babam ve kuzeni İstanbul’a geldikten sonra çoğu gurbetçi gibi inşaatlarda çalışmaya başlıyorlar. Gündüzleri Aksaray’da bir otel inşaatında çalışıyor, akşamları da yürüyerek Küçükpazar’daki bekâr evlerine dönüyor. Bu gidiş gelişler sırasında bir gün el arabasında kaset satan birinin tezgâhında ince, dokunaklı sesiyle bir kadının şarkı söylediğini duyuyor rahmetli. İşte o an, benim kaderimin çizildiği an oluyor! Çok etkileniyor ve adama yanaşıp şarkı söyleyenin kim olduğunu soruyor. Satıcı, tezgâhta dizili kasetlerin içinden birini çekip çıkarıyor. Uzun sarı saçları ve iri gözleriyle “Kamuran Akkor” ismini okuyor. Espriyi seven babam kuzenine, “Bak soyadlarımız tutuyor, belki akraba çıkarız” diyor. Diyor ama bu söz burada kalmıyor. Gurbette duygusallığın zirvelerinde dolaşan babam öyle etkileniyor ki dinlediği sesten, artık her akşam iş dönüşü seyyar kaset satıcısına uğrayıp Kamuran Akkor’dan birkaç şarkı dinleyip öyle devam eder oluyor.

Bir müddet sonra ise sırf Kamuran Akkor şarkıları dinlemek için bir teyp satın alıyor. Bununla da yetinmeyen babam, evlendiğinde, “Doğacak ilk çocuğuma Kamuran ismini vereceğim” diye söz verip kuzenini de verdiği söze şâhit tutuyor. Doğacak ilk çocuğunun erkek olabileceği hiç aklına gelmiyor. Söz verirken, “Doğacak ilk kız çocuğum” demediği için mecburen benim adımı Kamuran koymak zorunda kalıyor. Soyadımız da Akkor olunca, ben doğuştan meşhur bir adam olmuş oluyorum. Rahmetli babam da hep, “Ben seni doğmadan meşhur ettim” diye takılırdı bana...

-Eşiniz için mi gelmiştiniz?

Tekrar eden bu soruyla zamanda yolculuğum son buluyor. Neden ısrarla “Eşiniz için mi?” diye sorduğunu anlamaya çalışırken gözüm masadaki isimliğe takılıyor: Jinekolog Doktor Sevim Açıkgöz…