BU ikinci gündü. Çünkü dün geldiğim doktor, “emin olmak
için” (bu kendi ifadesiydi ve neyden emin olmak istiyordu bilmiyorum) ultrason
ve tahlil sonuçlarımı değerlendirsin diye beni başka bir doktora yönlendirmiş
ve ertesi gün sıra numarası alabilmeme yarayacak bir kâğıt tutuşturarak elime,
eve göndermişti.
Doktorların koydukları yanlış teşhisleri, hastanelerde
yapılan yanlış ameliyatları düşününce bizimkinin oldukça iyi niyetli olduğuna
kanaat getirip gönül rahatlığı içinde döndüm eve. Sağlam gerekçem vardı. Böyle
olunca Mualla da söylenmeyi bırakacak, beni daha tecrübeli bir doktorun muayene
edecek olmasına sevinecekti.
Ertesi gün yine muayene odalarının olduğu koridorlardan
birindeydim. Şimdi titrinde “Prof.” yazan bir ismin önünde duruyordum ve
doğrusu kendimi oldukça güvende hissediyordum. Diğerleri ile birlikte ellerimizde,
üstünde sıra numaralarımızın, isimlerimizin yazdığı barkodlarla muayene
odasının kapısında bekleşiyoruz. Oturmak için yeterli sandalye olmadığından
çoğumuz ayaktayız. Gözlerimiz, kapalı kapının üstündeki ekrana gidip gidip
geliyor. Adımız ekranda yazdığında içeri girecekmişiz. Bu kadarını bile
akledemeyeceğimizi düşünerek hatırlatma gereği duyuyor barkod makinasının
başındaki görevli. Kimse sırasını kaçırmak, kaptırmak istemediği için heyecanlı
bir film izler gibi bilmem kaç çift gözle takip ediyoruz ekranı.
Elimdeki küçük kâğıda bu kaçıncı göz atışım bilmiyorum;
numaramı kontrol edip bir kez daha bakıyorum ekrana. “Üç kişi kalmış” diyorum
içimden. Karnımda diğerini bastıran ikinci bir ağrı, şiddetini artırarak dolaşmaya
başlıyor. Bağırsaklarımdan yukarı doğru çıkıp ciğerlerimi, sonra boğazımı
sıkıştırıyor. Benim açımdan işkenceye dönüşmeye başlayan bu bekleyişin bir an
önce bitmesi için sabırsızlanıyorum.
Gözüm ekranda; son iki kişi… Bir kişi… Derken, evet, adım
kocaman harflerle beliriyor ekranda. Şahsımı ifade eden kelimeleri görünce
doktorla aramızda elektronik bir yakınlık hissediyorum nedense, beni tanıyormuş
gibi oluyorum birden. “Birazdan her şey bitecek” diyorum kendi kendime. Doktor “Neyin
var?” diye soracak, ben şikâyetlerimi söyleyeceğim; o reçetesini yazıp salıverecek
beni. Hepsi bu kadar!
Kapıyı tıklatıp sevinçle içeri atıyorum kendimi ve
doktora uzak, kapıya yakın bir yerde konumlanıyorum. Bir gözü bilgisayarın
ekranında, diğer gözü önündeki kâğıtlarda dolaşan doktorun dudaklarının
arasından fısıltı hâlinde duyuyorum ismimi.
-Kamuran Akkor?
-Benim, evet…
Sesim her zamanki gibi cılız çıkmıştı. Şanssızlığım,
biraz da cevaplamak için seçtiğim kelimelerdeydi. İki kelime telâffuz etmiştim
ve ikisi de ince ses uyumuna uygun kelimelerdi. Bence sesimin olduğundan ince
çıkmasının sebebi biraz da buydu ama yapabileceğim bir şey yoktu. Beklemediğim
yerden seslenmişti doktor hanım aslında; ben, “Buyurun, ne şikâyetiniz var?” klişe
sorusunu bekliyordum oysa. Yoksa sesimin tonunu ayarlayabilir, biraz kalınlaştırabilirdim
ama artık çok geçti. Ses, çoktan doktor hanımın kulağına ulaşmıştı bile. Ben
yine umutla aklımdaki soruyu beklerken doktor hanım bir kez daha ters köşe yaptı
ve elindeki kâğıtları altüst ettikten sonra, “Size Sevim Hanım bakacak, bir üst
katta, 301 numaralı oda… Bilgilerinizi ona atıyorum” deyiverdi.
Bugüne kadar adımı soyadımı birlikte duyanların her türlü
tepkisine şâhit olmuş, hattâ alışmıştım da ama bu kadar tepkisizliğe,
aldırmazlığa ilk defa şâhit oluyordum. Doktor hanımın ismimi gördüğünde (yapabileceği
muhtemel berbat espriler bir yana) en azından kafasını önce merakla kaldırıp
yüzümü inceledikten sonra hafifçe ve muzipçe gülümsemesi gerekiyordu. Doktor
hanım, Allah aşkına, bu isim size hiç mi birini çağrıştırmadı? Hiç mi merak
etmediniz? İnsan başını kaldırıp bir kerecik olsun bakıverir yahu! Belki de
Türkiye’nin en meşhur sanatçılarından biri duruyor karşınızda… O hiçbirini
yapmadı, gayet sıradan bir isim gibi telâffuz etti adımı. Şaşırdım ama sevindim
de. Belki de ilk defa bu yaşıma kadar adımı sıradanlaştıran birine
rastlamıştım. Dönüp teşekkür etmek bile geçti içimden ama uzatmamak en iyisiydi.
Hem belki de gerçekten farkında değildi, ne lüzumu var şimdi hatırlatmanın ve
şimdiye kadar onlarcasını gördüğüm o can sıkıcı müstehzi gülüşe şâhit olmanın?
Adımı sorarken de, yönlendirdiği doktoru ve oda
numarasını söylerken de önündeki evraklardan gözünü ayırıp yüzüme bakmayan
doktorun odasından, “Vardır bir bildiği” diyerek çıktım. Sevim Hanım, sevk
edildiğim üçüncü doktordu. Merdivenin başına kadar yürüyüp durdum; derin
nefesler alarak içimdeki sıkıntıyı bastırmaya, üzerimdeki gerginliği atmaya
çalıştım. Hastaneye gitmek düşüncesi bile beni oldukça huzursuz ediyorken şimdi
ben gelmiş, hiç olmak istemediğim bu koridorlarda hastaların arasında
dolaşıyordum. İnsan karnı ağrıdığı ya da şişkinliği olduğu için doktora koşar
mı? Ben de koştum sayılmaz zaten. “Mualla’nın dilindeki tazyik ile buraya
savruldum” demek daha doğru olur…
Bu merdivenin başında biraz daha kararsız kalırsam
gerçekten hasta olabilirim; bir an önce karar vermeliyim. Aşağı mı, yukarı mı? Aşağı
inen basamaklar beni çıkış kapısına götürecek; bu benim için kısmî de olsa
(Mualla’yı görene kadar) rahatlama demek ama Mualla’nın varlığı bütün büyüyü
bozuyor. Yukarı çıksam, anlayamayacağım kelimelerden kurulmuş bir yığın cümle
eşliğinde elime tutuşturulacak bir reçete ile çıkacağım. Eve gitmeden önce
köşedeki eczaneye uğramam gerekecek. Sabah aç karnına şundan, öğlen yemekten
sonra bundan… Bundan da sabah-öğlen-akşam günde üç tane falan filan…
Tırabzana yaslanıp beton zeminde, duvarlarda gezdiriyorum
gözlerimi. Mualla’nın söylenmeleri ilâçlardan daha acı, ağır ve çekilmez
geliyor bana ve korkuluktan destek alarak basamakları tırmanmaya başlıyorum.
Üst kat, koridorun başındaki ilk oda… Açık kapıyı
tıklatıyorum. Sese doğru dönüyor doktor, göz göze geliyoruz. Biraz şaşırmış
gibi bakıyor bana. Gülümsüyor mu, bana mı öyle geliyor, ayırt edemiyorum. “Buyurun”
diyor. (Hakkını teslim edelim, bu en genç ve nazik olanı…) “Ruşen Hanım yönlendirdi”
diyorum, “Alt kattan”. Sanki o, Ruşen Hanım’ın odasının nerede olduğunu
bilmiyormuş gibi… “Oda numarasını da söyleseydin bari!” diyorum kendi kendime.
Artık eminim, karşımda oturan genç doktor gülümsüyor…
Birisi karşımda sebepsiz yere gülümsediğinde oldum olası kendimi yanlış bir iş
yapmış gibi hissederim. Yine zihnimin o çok iyi bildiği duygu sarıp sarmalıyor
içimi. Ben ânında içinde bulunduğum durumun tahliline girişmişken ikinci soru
geliyor yine aynı naziklikte doktor hanımdan.
-Eşiniz için mi gelmiştiniz?
“Hayır” diyemiyorum… Başka bir söz de diyemiyorum. Zaman
donuyor. Donan o zamanın içinde ben olabildiğince hızlı bir yolculuk yapıyorum.
Kaytan bıyıkları, uzun boyu ve kavruk yüzüyle rahmetli babam geliyor bir kez
daha gözlerimin önüne. Daha önce defalarca geldiği gibi… Meşhur esprisini
yaparken yakalıyorum onu. O gülüyor ama ben acı çekiyorum.
Anadolu’dan, daha iyi yaşam şartları umuduyla gurbete
çıkmanın cazipleştiği, dalga dalga insanların taşı toprağı altın diyerek reklâm
edilen İstanbul’a aktığı yıllar… Rahmetli babam ve kuzeni de o yıllarda tahta
bavullarla bu göç kervanına katılanlardan… Babam ve kuzeni İstanbul’a geldikten
sonra çoğu gurbetçi gibi inşaatlarda çalışmaya başlıyorlar. Gündüzleri
Aksaray’da bir otel inşaatında çalışıyor, akşamları da yürüyerek
Küçükpazar’daki bekâr evlerine dönüyor. Bu gidiş gelişler sırasında bir gün el
arabasında kaset satan birinin tezgâhında ince, dokunaklı sesiyle bir kadının
şarkı söylediğini duyuyor rahmetli. İşte o an, benim kaderimin çizildiği an
oluyor! Çok etkileniyor ve adama yanaşıp şarkı söyleyenin kim olduğunu soruyor.
Satıcı, tezgâhta dizili kasetlerin içinden birini çekip çıkarıyor. Uzun sarı
saçları ve iri gözleriyle “Kamuran Akkor” ismini okuyor. Espriyi seven babam
kuzenine, “Bak soyadlarımız tutuyor, belki akraba çıkarız” diyor. Diyor ama bu
söz burada kalmıyor. Gurbette duygusallığın zirvelerinde dolaşan babam öyle
etkileniyor ki dinlediği sesten, artık her akşam iş dönüşü seyyar kaset
satıcısına uğrayıp Kamuran Akkor’dan birkaç şarkı dinleyip öyle devam eder oluyor.
Bir müddet sonra ise sırf Kamuran Akkor şarkıları
dinlemek için bir teyp satın alıyor. Bununla da yetinmeyen babam, evlendiğinde,
“Doğacak ilk çocuğuma Kamuran ismini vereceğim” diye söz verip kuzenini de
verdiği söze şâhit tutuyor. Doğacak ilk çocuğunun erkek olabileceği hiç aklına
gelmiyor. Söz verirken, “Doğacak ilk kız çocuğum” demediği için mecburen benim
adımı Kamuran koymak zorunda kalıyor. Soyadımız da Akkor olunca, ben doğuştan
meşhur bir adam olmuş oluyorum. Rahmetli babam da hep, “Ben seni doğmadan
meşhur ettim” diye takılırdı bana...
-Eşiniz için mi gelmiştiniz?
Tekrar eden bu soruyla zamanda yolculuğum son buluyor.
Neden ısrarla “Eşiniz için mi?” diye sorduğunu anlamaya çalışırken gözüm
masadaki isimliğe takılıyor: Jinekolog Doktor Sevim Açıkgöz…