Doğu Türkistanlı şehit Nur Muhammet Tohti’nin kaleminden özel bir hikâye

Sekiz dokuz ay önce Uygurların dünyaca ünlü ancak Türk toplumunca pek tanınmayan meşhur yazarlarından Nur Muhammet Tohti, sorgu için götürüldüğü karakoldan sözde eğitim kampına gönderilmiş, türlü işkencelere maruz kaldıktan sonra elleri kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde ailesine teslim edilmişti. 15 güne kadar ayağa kalkamayan Nur Muhammet Tohti, rûhunu Allah’a teslim ederek, utancını ise bizlere bırakarak gitmiştir.

“GEÇMİŞTEN adam hisse kaparmış... Ne masal şey!/ Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?/ Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar,/ Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” der Millî Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy. Bugüne baktığımızda, Çin’in Doğu Türkistan’da dünyanın, hele hele Türk-İslâm âleminin gözlerine baka baka uygulamakta olduğu insanlık asimilasyon programları ve kültürel soykırımları, dünün Moğol istilâsından pek farklı değildir.

Moğollar zamanında, toplumun tanınmış önder şahsiyetlerini, yazar, şair ve âlimlerini hunharca katletmişlerdi. Bugün ise Çin, Doğu Türkistan’da sözde “eğitim kampları” ile Uygurların önderlerini, yazar, şair ve âlimlerini tıpkı Moğollar gibi, Türk-İslâm dünyasının gözünün içine bakarak pervasız bir soykırımdan geçirmektedir.

Sekiz dokuz ay önce Uygurların dünyaca ünlü ancak Türk toplumunca pek tanınmayan meşhur yazarlarından Nur Muhammet Tohti, sorgu için götürüldüğü karakoldan sözde eğitim kampına gönderilmiş, türlü işkencelere maruz kaldıktan sonra elleri kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde ailesine teslim edilmişti. 15 güne kadar ayağa kalkamayan Nur Muhammet Tohti, rûhunu Allah’a teslim ederek, utancını ise bizlere bırakarak gitmiştir.

Bu vahim olay uluslararası medya kuruluşlarınca gündeme taşınmış, Çin’in insanlık dışı uygulamaları sert şekilde eleştirilmiş ve İstanbul Fatih Camii’nde Şehit Nur Muhammet Tohti için gıyâbî cenaze namazı kılınmıştır. Çin’in İstanbul Konsolosu da yine aynı pişkinlik ve yumuşak yalanlarıyla olayı örtbas etmeye çalışmış ve Nur Muhammet Tohti’nin gayet özgürce ve kendi eceliyle öldüğünü ileri sürerek bu konuda utanma göstermeksizin Türk medyasına servis etmiştir.

Eğer Konsolos’un dedikleri doğru ise, o hâlde Nur Muhammet Tohti’nin Kanada’da yaşayan ailesi niçin memleketindeki akrabalarından haber alamıyor? Niçin -Türkiye başta olmak üzere- başka devletlerde yaşayan milyonlarca Doğu Türkistanlı, aileleriyle irtibat kuramıyor? (Bu mağduriyete bizler de dâhiliz) 21’inci yüzyılda, güya teknoloji çağındayız, ancak Doğu Türkistanlıların bireysel iletişim hakları son üç senedir özellikle engelleniyor? Bu neyin korkusudur acaba?

Doğu Türkistan’ın şehit edilen koca edebiyat çınarı Nur Muhammed Tohti’nin şehit edilme sürecini anlatan ve Kanada’da yaşayan kızı Zöhregül Nur Muhammed, babasının 2015 yılında kendisini ziyaret etmek amacı ile Kanada’ya gelerek bir süre yanında kaldığını ve döndükten sonra gezi izlenimlerini Urumçi’de “Bağraş” adlı bir internet sitesinde yayınladığını, bu bahaneyle de tutuklandığını ifade ederek şunları ifade ediyor:

“Babam geçtiğimiz yıl tutuklanarak sözde eğitim kampına hapsedilmıştı. Babamın birçok hastalıktan ileri derecede mustarip olduğu, doktor raporları ile belgelenmişti. Buna rağmen, Çinli işgalcilerin babamı tutsak ettiği sözde eğitim kampında, insanlık dışı muamelelerden dolayı hastalığının daha da kötüleştiğini, vefatından 15 gün önce elleri kelepçeli ve ayakları prangalı bir şekilde aileye teslim edildiğini ve evimizde şehit olduğunu öğrendim.” 

Zöhregül Nur Muhammed, babasını şöyle tarif ediyor:

“Babam, Doğu Türkistan’ın bağımsızlığına olan hasreti içinde, acılarla dolu bir vaziyette hayata vedâ etti. O, hasret ve istek dolu bir ömür sürdü. Ben ve ailem, babamın bu hasret ve isteklerini vefatından sonra bir nebze de olsa dindirilmesi noktasında Kanada’da ve dünyanın muhtelif bölgelerinde yürütülen Doğu Türkistan millî bağımsızlık hareketlerine bütün imkânlarım ile aktif olarak iştirak edeceğim ve katkı sağlayacağım ki babamın hasret ve istek içinde giden rûhu, baki dünyada şâd olabilsin...”

Şehidimiz Nur Muhammed Tohti kimdir?

Nur Muhammed Tohti, 1949 yılının Aralık ayında, Hoten kasabasının Tevekkül köyünde dünyaya gelmiştir. 1966 yılında Hoten’de liseyi bitirdikten sonra “Yeniden Terbiye” adlı siyâsî hareket kapsamında bir süre çiftçilikle meşgûl olmuştur (Tohti, 2005: 1).

1973-1977 yılları arasında Şincan Üniversitesi Matematik Fakültesi’nde eğitim gören şehidimiz, Hoten Pedagoji Yüksek Okulu’nda öğretmen ve idarî personel, Komünist Parti Hoten Şubesi’nde kâtip, Şincan Uygur Özerk Bölgesi Yazarlar Cemiyeti’nde meslekî yazar, Hoten Pedagoji Yüksek Okulu Kuruluş ve Tanıtım Bölümü Sorumlusu olarak akademik hayatını ve mücadelesini sürdürmüştür (Komisyon 2006c: 785-786).

Nur Muhammed Tohti, hikâye, uzun hikâye, mensur şiir ve edebî haber türlerinde eserler vermiştir (Tohti 2005: 1). “Boynaq Heqqide Xatiriler” (Boynak Hakkında Hatıralar) adlı ilk hikâyesi, 1984 yılında yayımlanmıştır. Sonraki yıllarda ise “Éşip Qalğan Bir Namrat” (Geride Kalan Bir Yoksul) ve “Şehla Köz” (Ceylan Göz) 1993,

“Qarliğaç Uva Salğan Ayvanda” (Kırlangıçın Yuva Kurduğu Balkonda) ve “Bir Piyale Çay” (Bir Kâse Çay) 1986, “Péşkellik” (Talihsizlik) 1989, “Amanet” (Emanet) 1989 yılında yayınlanan hikâyeleri, Tohti’nin bu türdeki eserlerine örnektir (Sartekin 2006a: 4; Sartekin 2006b: 78-148; Sultan, Abdurehim 2002: 280-283).

Nur Muhammed Tohti’nin şimdiye kadar “U Dunyadiki Soraq” (O Dünyadaki Soru) 1990, “Şehla Köz” (Ceylan Göz) 1995, “Çöl Oğli” (Çöl Oğlu) 1993, “Külüp Körgenler ve Körüp Külgenler” (Gülüp Görenler ve Görüp Gülenler) 1992, “Qarliğaç Uva Salğan Ayvanda” (Kırlangıcın Yuva Kurduğu Balkonda) 2005’te okuyucusuyla buluşmuş kitaplarıdır (Sultan, Abdurehim 2002: 288). Eserleri pek çok ödüle lâyık görülen Nur Muhammed Tohti’nin bazı hikâyeleri, “Qutluq Keçe” (Kutlu Gece, 1992) adlı antolojide yer almıştır (Sartekin 2006b: 12).

Vatanına ve milletine adanmış bir ömür, böylece kimsesizlerin kimsesi Yüce Allah’a kavuşmuş oldu. Cenâb-ı Allah, mâkâmını âlî eylesin! Geride kalan bizlere ferâset ve birlik nasip eylesin.

Şimdi gelelim şehit edebiyat çınarımızın kaleminden çıkan ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın desteği ile İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Rahile Kaşgarlı başkanlığında hayata geçirilen “Çağdaş Uygur Edebiyatından Seçmeler (1910- 2015)” adlı proje kapsamında, yine Doç. Dr. Rahile Kaşgarlı tarafından Türkçeye aktarılan güzîde hikâyesine...

Şehit Tohti’nin hâfızasında Doğu Türkistan

Yazar bu hikâyesinde, Çin Hükûmeti’nin borç tuzağına düşmek istemeyen bir Uygur çiftçinin erdemli duruşunu çok güzel bir üslûpla ele alıyor ve çiftçinin yoksulluk içindeki hayatı, dürüstlüğü ve Çin’in zalim memurlarını bile iknaya zorlayan bir ferâsetli kahraman yaratıyor.

Hikâyeyi özellikle işgalci Çin’in Doğu Türkistan’daki politik davranışlarını tam anlamak için Çin’in 1992’den sonra “Çiftçileri Zenginleştirme” adı altında yürürlüğe koyduğu, ancak Uygur çiftçilerini borca boğmak sûretiyle topraklarını ellerinden alma politikasından biraz bahis etmememiz gerekiyor.

Şöyle ki, o dönem Doğu Türkistan’ın her ilçe ve köyünde Çin Hükûmeti tarafından kurulan “Kooperatif” adı altındaki borçlandırma şirketleri, sözde “Çiftçileri Zenginleştirme” politikası çerçevesinde Uygur çiftçileri tohum, gübre, plâstik sera ve para ile önce borçlandırıyor, sonra borçlanan hiçbir çiftçiye “devletin ekim görev talimatı” diye kendi istediği ekimi yapmasına ve istediği yere satmasına müsaade etmiyordu. Borçlanan çiftçiler devletin talimatı neyse onu ekmek ve yıl sonunda market fiyatından kat kat ucuz fiyata mahsulâtını “Kooperatif”e istenen miktarda teslim etmek zorunda kalıyordu.

Bu şekilde çiftçiler zarara uğruyor, borcunu ödeyemez hâle geliyor ve tekrar borçlanmaya mecbur kalıyorlardı. İki sene sonra yüzde 17’lik yüksek faizle hesaplanan borcuna karşılık toprakları ellerinden alınıyor, sonunda o toprağı kendi mülkiyetine geçiren “Kooperatif”e ya da onlardan satın alan göçmen Çinlilere ucuz işçi olarak çalışmak zorunda kalıyorlardı. İlçe ve köy yönetimi ise ne kadar çok çiftçiyi borçlandırırsa o kadar yüksek puan alıyor ve Çin Hükûmeti’nin takdirini kazınıyordu. Köy yönetimleri arasında güya hükûmetin takdir ve puanını toplama yarışı vardı. Bu zulme dayanamayan halk şairlerimizin “Çiftçi olmak zor” adlı ağıtları, Uygurlar arasında çok popüler olmuştu.

Hikâyeyi okuduğunuzda, ister istemez aklınıza Çin’in şu an ki “Bir Kuşak, Bir Yol” adlı projesi (yani başka ülkeleri borca boğarak stratejik önemi sahip yerlerini ve toprakları ellerinden alma projesi) gelmeye başlayacak ve Çin’in o dönemki “Çiftçileri Zenginleştirme” politikasının aslında şimdiki “Bir Kuşak, Bir Yol” projesinin ön denemesi olduğunu anlayacaksınız…

***


Geride kalan bir yoksul[i]

(Nur Muhammet Tohti kaleminden...[ii])

Uzaktan ufuk, sıcak dudaklarını toprağın dudaklarına değdiriyormuş gibi görünüyordu. Güvercin sürüsü mavi gökyüzünde uçuşup kuşlar âleminin sihirbazları gibi taklalar atıyordu. Alçak, gudûbet evlerin bacalarından çıkan zayıf duman yavaş yavaş kalkıyordu. Aynı hizada uzamış olan sonbahar buğdayının filizleri soğukta osma[iii] gibi mavi duruyordu.

Sokağın iki kenarına çitlere yanaştırarak dizilmiş olan altın renkli duvalat otu dallarından alışılmadık, farklı kokular yayılıyordu. Gübre yığını üzerinde duran kırmızı taçlı horoz neşeyle ötüyordu. Kırlar çıplak, ağaçlar çıplak... Kışın hoş rüzgârını, yaprakları, dumanı ve horozu görmeyeli ne kadar uzun zaman olmuş! O anda kendimi çocukluk çağlarıma dönmüş gibi hissediyordum. Köy sokaklarında koşup zıplayasım, gökyüzündeki güvercinlere bakarak ıslık çalasım geliyordu. Çok âşinâ olduğum ama uzun zamandan beri göremediğim manzara...

İdaremize yoksulluktan kurtulma merkezlerinden birinin senelik faaliyetlerini denetleme görevi verilmişti. Ekibimiz köyü dolaşmaktaydı. Bir yıldır bu yoksul köye on bin yuandan fazla yatırım yaptık. Kadrolu iki memurumuz burada, merkezde kalarak çalıştı. Onların yoksulluktan kurtulup zenginleşmesine rehberlik etti, motive etti, akıl verdi. İşte şimdi bunun netîcesini, ne kadar destekleyebildiğimizi, ne kadar kalkındırabildiğimizi kontrol etmek, edinilecek tecrübe ve geri bildirimleri değerlendirmek gerekiyordu. İşte o bir gün içinde, kartpostaldaki gibi düz, sıralı, saf saf tarlalarda ayak izimiz kaldı. Tarlaların kenarlarındaki sayısız dut ağaçları dikkatimizi çekti. Betondan yapılmış olan su geçirmez derelerin betondan yapılmış köprülerinden bir o yana, bir bu yana tekrar tekrar geçtik. Küçük arabamızın desenli lâstiği, yeni açılmış olan tarlalara da nakış işlemiş oldu.

Köyün on bir kişilik memur kadrosu bize eşlik etti. Köyün parti şube başkanı bize durum tespiti yapmaktan yorulmadı. Başkan yardımcısı, köy muhtarı, muhtar yardımcısı, bilim ve teknolojiden sorumlu başkan, hayvancılıktan sorumlu başkan, ipek böceğinden sorumlu başkan, aile plânlamasından sorumlu başkan, arazi yönetiminden sorumlu başkan, kadın kolları başkanı, halk askerî bölüğünün komutanı ve muhasebeci de katkı sunmaktan yorulmadı. Biz dinlemekten yorulmadık. Cefâkeş çiftçiler onca tarlayı ekerek, onca dereyi inşâ ederek, onca araziyi ıslah ederek, onca uzun yola çakıl sererek yorulmamışken, biz görmekle, işitmekle yorulursak yakışık alır mıydı? Yorulmadık. İnsanı cezbeden yenilikler, kalkınma ve gelişme hakkındaki hikâyeler bizi yormadı...

Bir yıl dediğin kısacık bir süre, göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Fakat işte o bir yılın içinde çiftçiler hangi işlerin üstesinden gelemedi ki? Onlar her birim buğday ve mısırın yanına kaç defa uğramıştır? Her bir pamuğun, ipek böceğinin, hayvanın yanına kaç defa gitmiştir? Naylon örtü örtmek, tohum ekmek, filizleri yabancı otlardan arındırmak, sulamak, dibini yumuşatmak, zararlı sarmaşıkları koparmak, böcek kontrolü yapmak, ilâçlamak için... Hele bir sayın! Acaba kaç sefer uğramıştır?

Parti şube başkanının bilgilendirmesinden, diğer on memurun katkısından öğrendik ki, partinin doğru siyaseti sayesinde yerli ve merkezî hükûmetlerin destekleriyle doğa, çiftçileri umutsuz bırakmamış. Buğday, mısır, pamuk, ipek böceği, yağlı tahinler, meyveler, üzüm ve hayvancılık açısından bereketli bir yıl olmuş. Kişi başına düşen gelir, bir önceki yıla göre iki kat artmış, plânlanan hedef tam olarak tutturulmuş. Köyün üst kademe idaresi tarafından da onaylanan plâna göre bu yıl yüzde yirmi, gelecek yıl yüzde yirmi, sonraki yıl yine yüzde yirmi yoksul ailenin, yoksulluktan kurtarılması hedeflenmiş. Bu yıl hedeflenen oranın yüzde doksan beşi yoksulluktan kurtulmuş. Karnı tok ve sırtı pek olmak, her ailenin eşek, eşek arabası ve bir inek sahibi olması, her ferdin üçer koyun ve keçi sahibi olması gibi hedefler tutturulmuş. Toplumun emniyeti istikrarlı, üretim düzeni ise normal hâldeymiş. İyi durum böyle devam ederse, gelecek üç dört yıl içinde köy, yoksulluktan tamamen kurtulabilecekmiş...

Parti şube başkanı heyecanla, inançla ve biraz iftiharla konuşuyordu. Övünmek istiyor fakat nedense bundan çekiniyormuş gibiydi. O tür heyecan ve iftihar, katkı sunanların ses tonunda da vardı. Bu durum, yavaş yavaş bizde de etkisini gösterdi. Bizim kalbimizde de heyecan ve iftihar duygusu uyandırdı. O yoksul çiftçiler için, onlar yoksulluktan kurtulurken sevinmeden durabilir miyiz? Onlar da emeklerinin karşılığını alsın, refah içinde, insan gibi yaşasın, partinin parlak siyaseti ışığında yüzsün... İçimizdeki mutluluğa bu dileklerimiz karışmıştı.

Ancak yoksulluktan kurtulamayan bir aile, yoksulluktan kurtarma plânını yüzde yüz gerçekleştirmemize engel olan o aile, sevincimizi gölgeliyordu. Şimdi köy parti şubesi, “Yoksulluktan kurtarma plânını yüzde yüz gerçekleştirdik” diye rapor veremediği gibi biz de veremeyecektik. Onun bir yıllık emeğimize ve çabalarımıza gölge düşüren vurdumduymazlığı asâbımızı bozuyordu.

Ben, ekip başkanı yardımcısı olarak, parti şube başkanından bizi o yoksulun evine götürmesini istedim. Görmek lâzımdı. Sadece yaşam standardını değil, onun suratını da görmek istiyordum. Parti şube başkanı ana yoldan dönerek bizi bir yan sokağa yönlendirdi.

-Demek ki sadece bu bir aile yoksulluktan kurtulamadı desenize?

“Öyle! İşte o pislik başımıza belâ oldu” dedi parti şube başkanı kısık sesle. Onun kurtulamamasından kendini sorumlu tutuyormuş gibiydi, “Sizlerin önünde de köy idaresi önünde de boynumuzu büktürdü. Şimdi ödül de alamayacağız”...

-Adı neydi?

-Adı Kerem, lakabı Kirpi...

-O yüzden kirpi gibi kapanıyor demek ki, nasıl bir adam o?

-Nesini soruyorsunuz, iş konusunda gücü kuvveti yerinde, genç, öküz gibi yapılı fakat eşek gibi inatçı. İşte o inatçılığından kurtaramadık onu, bizi dinleseydi...

“Kirpi, idarenin sözünü asla dinlemiyor” diye ekledi muhtar, “Geçen yıl pamuk ekmesi gereken yere kimyon ekmiş, kopardık. Bu yıl yine pamuk aralarına nar fidanı ekmiş. Hepsini yolduk. Yaptığına bakar mısınız? Pamuk ekmek devlet plânlamasındaki iş sonuçta! Böyle yapılır mı?”.

“Haddini bilmez haramzâde o” dedi, bu sefer söze katılan parti şube başkan yardımcısıydı, “Geçen yıl büyük şehirlerden bağış olarak üç torba kıyafet gelmişti köyümüze, kirpinin ailesine iki ceket ayırmıştık, almayı kabul etmedi, hiç yaması olmayan yeni ceketlerdi. Bir de ne diyor, biliyor musunuz? ‘Ben başkalarının eski kıyafetlerini giyecek dilenci değilim’ demez mi? Baldırı çıplak dilenci değilmiş, hele bakın şunun sözlerine!”.

-Kaç nüfus onun ailesi?

-Annesiyle beraber yedi, iki oğlu köy ortaokuluna geçti. Birini okutup diğerini çalıştırsaydı kendisi de rahat ederdi. Ama hepsini okutuyor. Küçük ikisi de köy okulunda. Bu iş siyasete uygun ama...

Kirpinin söylediklerine göre lâfa girdi bilim ve teknolojiden sorumlu başkan: “İkizlerin birini okutup diğerini okutmazsa eşitsizlik olurmuş, okumayanın kalbi kırılırmış, bir de çocuklarını okutarak ihtisas sahibi yapacakmış, pabucumun kenarı!”

-Çocuğu ikiz galiba?

-Öyle, hanımı iki seferde dört çocuk doğurdu, hepsi erkek. “Zenginde inek bolluğu, yoksulda çocuk” dedikleri bu olsa gerek...

“Para kazanma kabiliyeti yok ama çocuk yapmada pek bir yetenekli. Aile plânlama politikasıyla eşini ameliyat etmeselerdi köyümüzü çocuğa boğardı” diye söze katıldı hayvancılıktan sorumlu başkan. “İyi ki aile plânlaması var” diye ekledi kadın kolları başkanı.

Köy memurlarından birinin sözünü diğeri tamamlıyordu. Bazen iki üç kişi birden konuşuyorlardı. Ama bunlar boş konuşmalar değildi. İşte bu konuşmalardan, yoksulluktan kurtulamayan Kerem Kirpi hakkında birçok şeyi öğrenmek mümkündü.

İlerlemeye devam ediyorduk. Çalı çırpı, çöpler, sonbahar yaprakları, donmuş tezekler karışmış çakıllı köy yolunda, arkamızda toz duman bırakıp gidiyorduk. Sokaklarda otlamakta olan koyun, keçi, tavuk, ördekler kendini bir kenara atıyordu. Güvercinler uçuşup havaya yükseliyordu.

-Kerem Efendi kötü biri mi? Ben fena adam ya da işe yaramaz adam mı demek istiyorum?

-Kötü denemez, oldukça iyi çalışıyor ama idarenin sözünü dinlemeyen bir tarafı var onun.

-Yoksulluktan kurtulamamasının asıl sebebi nedir?

Parti şube başkanı biraz tereddütte kaldı. Diğer memurlar da suskundular. Daha önce nedeni hakkında hiç düşünmemiş gibiydiler.

-Şimdi buna ne desek?

Biraz suskunluktan sonra yine şube başkanı söze girdi: “Yeri az, ailesi kalabalık, ormandan odun taşıyıp satmaktan başka zanaatı yok. Sebebi bu olsa gerek.”

“Esas sebep, partinin, idarenin sözünü dinlememesinde... Kirpi, idarenin kararına uymuyor, akıl verince dinlemiyor” diye ekledi parti şube başkan yardımcısı. Onun söze katılmasından sonra diğerleri yarışırcasına fikir beyan ettiler.

-Evet ama o...

-Parti ona arazi verdi ama o...

-Parti onu “Yoksulluktan kurtul, zengin ol” diye teşvik etti ama o...

-Parti ona “Sermaye yapıp zengin ol” diye borç verdi ama o...

“Ne borcu? Onun bir de borcu mu var?” diye sordum arkama dönerek. En son konuşan bilim ve teknolojiden sorumlu başkan, hızlı adımlarla bana yaklaştı: “Ben o döner sermayeyi demek istedim...”

-Hangi döner sermayeyi?

-Yoksullara koyun, inek alıp verdiğimiz döner sermaye var ya...

-Nereden bulduğunuz döner sermaye?

-Bankadan kredi aldığımız döner sermaye...

Ben afallayıp kaldım. Daha sonra parti şube başkanının ve diğerlerinin açıklamalarından anlaşıldı ki, yılbaşında köy parti şube başkanlığının toplanıp karar almasından sonra on bin yuan kredi alınmış. İdaremiz tarafından tahsis edilen on bin yuanı de ekleyerek “köyü yoksulluktan kurtarma döner sermayesi” diye adlandırmışlar. Karara göre onlar bu paraya inek, koyun ve keçi satın alarak yoksulluktan kurtarılması plânlanan ailelere dağıtmışlar. İyi bir yöntemmiş. Böylece bir taşla iki kuş vurmuş oluyorlarmış. Birincisi, ahırında olması gereken hayvan sayısı oranına ulaşılıyor, onları yoksulluktan kurtarabiliyormuşsun. İkincisiyse, sonbaharda pamuktan elde ettikleri gelirden dağıtılan koyun ve ineklerin parasını keserek tekrar döner sermaye olarak kullanabiliyorlarmış. Bir sonraki yılda kurtarılacak olan yoksullara inek ve koyun alınabiliyormuş. Böylece sistemin çarkı aynı şekilde devam ediyormuş.

Biraz anlar gibi oldum. Köy yetkililerinin aldığı hayvanlara iyi bakıp çoğaltabilirlerse ilk yıl, iki koyun dört, bir inek iki olurdu. İkinci yıl ise dört sekize, iki dörde, üçüncü yıl sekiz on altıya, dört ise sekize çıkacaktı. Geometrik döngü oluşacaktı. Yoksulluktan kurtulacaktı. Dördüncü yılda on altı koyun otuz iki, sekiz inek on altı olacaktı. Beşinci yılda ise otuz iki altmış dörde, on altı ise otuz ikiye çıkacaktı... Artık onlar hayvancılığı meslek edinmiş aile olacaktı. Orta sınıftan çıkıp zengin olacaklardı. Geometrik döngünün kalıcı olması da mümkündü. Hayvanların yaylaya, paraların sandığa sığmaması işten bile değildi...

Ben fark ettim ki, köyün parti şube başkanlığının ileri görüşlülüğü gökyüzündeki şahinler kadar keskindi. Üstelik çözümü de vardı. Sattığı pamuktan para ödendi mi hayvanların daha dağıtıldığı yıl borçlarından kurtulacaklardı. Hâl böyleyken, Kerem Kirpi neden yoksulluktan kurtulamıyordu acaba? Dağıtılan hayvanları kesip yedi mi yoksa?

-Kerem Kirpi’ye de hayvan dağıtmış mıydınız?

-Dağıtmıştık, ahırındaki hayvanlarla tamamen yoksulluktan kurtulma çizgisine getirmiştik.

-Kesip yedi mi?

-Yok.

-Satıp harcadı mı?

-Yok.

-O hâlde ne oldu?

-Almadı. Ona aldığımız hayvanları kabul etmedi. Taksim edilen hayvanları evine götürsün diye haber yollamıştık, gelmedi. Tekrar çağırttık, yine yok. En son şube başkanı yardımcısıyla hayvancılıktan sorumlu başkan bizzat kendileri hayvanları alarak evine götürdü. Yine “Beslemem” diye tutturmuş. Son çâre olarak, “İster kabul et, ister etme, bakacaksın” deyip hayvanları bahçesine bağlayıp geri dönmüşler. “Ârife işaret, cahile çuvaldız” derler ya, böyle davranırsak duruma alışır diye düşünmüşler fakat onların hemen arkasından Kerem Kirpi’nin hayvanları alıp muhtarlık binası önüne bağlayacağı kimin aklına gelirdi ki? Böylece hayvanları kabul etmedi...

-Ne yapmaya çalışıyor bu?

-Kim bilir? Bizzat kendim konuştum, muhtar konuştu, konuşmayan kimse kalmadı. Derin bir ideolojik eğitim verdik. Köy idaresinin de görevlerinin olduğunu, kovalanması gereken başarılar olduğunu, görevi yerine getirmemiz gerektiğini hatırlattık. Kibarca da anlattık, kabalaştık da, dinletemedik. Ne diyor, biliyor musunuz? “İkiyle sekizin her türlü çarpımı on altıdır, kellemle başım aynıdır.” Hep bu sözü tekrar ediyor. Ona göre borç demek, yiğidin boynundaki tasmaymış. Biraz borca girdi mi gözüne uyku girmezmiş. Pamuktan para arttırabilirse kendisi hayvan alırmış. O günlerdeki sinirli hâlimi görseydiniz, hayret ederdiniz. İnatçı Kirpi’nin ağzını burnunu dağıtasım, yüzüne gözüne tüküresim geldi. Evini barkını toplatıp, nüfus kaydını silip köyden kovasım geldi. Fakat kendimi zor tuttum. Başkası olsa haydi neyse, anne tarafından uzaktan da olsa akrabam, onun hatırına dokunmadım. İşte onun evine de geldik, şu köşedeki kapı!

Yol kenarında yabanî gül ve ılgın karıştırılarak yapılan birleşik çit uzayıp gidiyordu. Duvalat otu dalları, çitlere yanaştırılarak çok düzenli dizilmişti. Kuru duvalat otunun kokusu yayılıyordu. Dökülmüş yapraklar, donmuş tezekler, çalı çırpı ve toz duman içindeki çakıllı yolda adımlarımızın sesi geliyordu. Kerem Kirpi’nin üst kısmı pamuk sapından yapılmış kapısına yaklaşıyorduk. Gözüme bir şeyler ilişir gibi oldu. Yere, işte o çakıllı yere bakmış olmalıydım; dökülmüş yapraklar, kamışın kılıçsı yaprakları, duvalat otu dikenleri, donmuş tezek ve çakıllar arasından gözüme takıldı. Beynimden o şeyi algılayıp ne olduğunu anlayana kadar ayaklarım onun üzerinden atlayıp geçti.

Köy memurları peşimden geliyordu. Duramazdım, devam ettim. “Tungan[iv] dede, başına papak giymiş Tibetli kadın, beş... Para, beş yuanlık para...” Gerçekten para mı gördüm acaba? Halüsinasyon olmasın? Yola düşmüş para, yoksulun kapısının önüne düşmüş para...

Emin adımlarla ilerliyorduk. Çakıllı yoldan ayak sesimiz geliyordu. Ayaklarımız inatçı, yoksul Kerem Kirpi’nin alçak eşiğinden geçti. İçimizde mukaddes eşiklerden geçtiğimiz anlardaki gibi sıcak bir duygu yoktu. Tam tersine, öfkemiz çıkıyor...

O gün Kerem Kirpi’nin babasından kalan, bütün Gök Kumlular gibi ılgın dallarından çit oluşturup balçıkla sıvanarak yapılmış alçak evinde yarım gün kaldım. Aslında onun erzak ve gıdalarının yetip yetmeyeceğini, kışı geçirip geçiremeyeceğini öğrendikten sonra diğerleriyle beraber gidebilirdim. Ama nedense o inatçı yoksulla konuşasım geliyordu. Onun durumunu daha detaylı öğrenesim, içindeki inatçı düşüncelerini kendi ağzından dinleyesim vardı. Yine ona bir şeyler anlatmak, öğretmek istiyordum. Ondan, yoksulluktan kurtulmak gibi kutlu bir mücadelede geride kalmamasını, fırsatı kaçırmamasını talep etmek istiyordum. Böylece diğer arkadaşları denetime devam etmek üzere gönderip kendim kaldım.

Paltomu çıkarıp çatırdayarak yanmakta olan bacalı ocağın sağına demir attım. Kerem Kirpi, ılgın odunundan yani ılgın ağacı kökünden düşen közleri zaman zaman ocağın ağzına doğru itiyordu. Ocağın ağzındansa ateşin sıcaklığı vuruyordu. Kerem Kirpi, kirpi gibi yuvarlak biri değilmiş. Zayıf, durgun, iri kemikli, sarı, köse biriymiş. Orta boy olabilir. Ama başındaki kalpak, onun işlenmemiş deriden yapılmış beyaz palto içindeki boyunu uzun gösteriyordu. Bu benim, daha avluda selâmlaşırken yandan bakıp gördüklerim. Aslında avluya girdiğimizden bu yana onun yüzüne bakmamıştım, bakmak da içimden gelmiyordu. Yoksulluktan kurtulmak istemeyen o adama olan tepkimdi bu.

İşte şimdi gözlerimi ona diktim! Ateşin alevi onun zayıf yüzünü, çakır gözlerini ve kendine yakışan burma bıyığını aydınlatıyordu. Ateşin gölgesinden mi nedir, bıyıkları bakır tel gibi parlıyordu, gözleri de sarı gibi gözüküyordu. Yüzü biraz uzunca, yanağının büyüklüğü yüzünü de öyle uzun gösteriyordu. Alnında, gözlerinin ucunda belirgin kırışıkları vardı. Az önce tanıtırlarken otuz altı yaşında demişlerdi, işin aslı kırk veya kırk beş yaşlarında gösteriyordu. O bir dakikalık gözlemimde onun görünüşünden inatçılığını, lâftan anlamayan aksiliğini, kendini beğenmişliğini, kurnazlığını da göremedim. Bütün görünüşü sadece tek şeyi, çiftçi olduğunu gösteriyordu.

Benim bakışlarımdaysa “Sen nasıl bir insansın?” ifadesi vardı. Fakat o, bu mânâyı sezmiyordu. Kocaman, kaba ellerindeki maşaya odaklanmış, közleri kısıp birbirinin üstüne koyarak oturuyordu. Onun bana bakmasını, o bakışıyla “Benimle yine ne hakkında konuşmak istiyorsunuz?” denen soru ifadesini bekliyordum. Fakat o, gözlerini ocağın ağzından ve maşanın ucundan ayırmadı. İşte o oturuşuyla soracağım sorulara hazırlanıyormuş gibi gözüküyordu.

O gün biz uzun uzun konuştuk. Güneş batıp da alacakaranlık çıplak köyün üzerini örtünceye kadar, parti şube başkanının avlusundaki tandıra konmuş kuzu kebabının piştiği, hattâ soğuduğu haberi gelinceye kadar konuştuk. Kerem Kirpi de bütün çiftçiler gibi az konuşan biriymiş. Sohbetimiz kısa diyalog şeklinden monolog şekline hiç geçemedi. Benim sorularım her defasında onun kısa cevabıyla kesiliyordu. Sonunda uzun uzun açıklamalarla izah etmeye, örnekler vermeye, hikâye ve masal anlatmaya mecbur oldum. Maalesef onun görüşleri, yirmi beş yıl kürek kullanarak dökme demir gibi sertleşmiş olan ellerinden de beter katılaşmıştı. O kadar konuştum, zerre kadar etkili olmadı. Borç almanın bir çeşit sermaye temin etmek olduğuna, yoksulluktan kurtulma plânında eksik kalan hayvanların tamamlaması için gerektiğine inandıramadım, ikna edemedim.

Gittikçe ideolojik ve siyâsî ikna yeteneğimden şüphe etmeye başladım. Fakat o, kendisinin yoksulluktan kurtulabileceğine inanıyormuş. Çocukları büyüdüğü zaman işi daha da kolaylaşacakmış. Oğullarıyla ilgili konu açıldığında o iyice açılarak konuştu. Oğullarının başarılarını detaylı olarak anlattı, hattâ umutlarından ve beklentilerinden bahsetti.

Sohbetimizin sonunda ben onu hemen zengin olmaya ikna edememiş olsam da bu inatçı yoksulla ilgili detaylı bilgiye sahip olduğum için memnundum. Nedense o, kalbimde derin bir yer edinmiş gibiydi.

Ayrılmak için avluya çıktığımızda ben ona bir daha baktım. Görünüşünden kızgınlığı da, sevinci de anlaşılmıyordu. Son sorumu yönelttim: “Bir isteğin yok mu? Meselâ bizim yardım edeceğimiz, halledeceğimiz bir iş...”

-Yok, söylesem de siz hâlledemezsiniz.

-Önce bir söylesene, bir çâre arayalım.

-Yok, söylemenin bir faydası yok...

Bir taraftan onun inatçılığını bildiğimden, diğer taraftansa gerçekten bir şey isterse hâlledemeyip kötü duruma düşmekten endişelendiğimden çok ısrar etmedim. Biz kapı önünde vedâlaştık. O anda birden aklıma, öğlen bu eşikten geçmeden önce gördüğüm para geldi. “Birileri bulmuştur, benim gördüğümü başkaları görmez mi?” diye düşündüm. Fakat gözüm yerde, o donmuş tezek, çalı çırpı, dökülmüş yaprak ve diken, toz duman karışmış çakıllı yoldaydı. Bir adım, iki adım, beş adım... Gözlerime inanamadım. O para hâlâ yerdeydi. Beş yuan, beyaz takkeli Tungan dede, beyaz papak giyen Tibetli kadınının resmi olan para... Geriye dönüp baktım, Kerem Kirpi hâlâ kapının önünde duruyordu. Kapı önüne kadar yol etmek, misafir uzaklaşıncaya kadar arkasında saygıyla yoluna bakmak, işte bu çiftçilerin âdetiydi.

-Yola para düşmüş, beş yuan...

-Onu dün görmüştüm.

-Gördüysen niye almadın?

-Bizim düşürdüğümüz para değil.

-Rastlamışken alıverseydin ya?

-Bana ait olmayan şeylere el uzatma alışkanlığım yok.

Sersem gibi donakaldım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. “Deli mi diyeyim, geri zekâlı mı? Cahil mi diyeyim, takvâ sahibi mi?” Bu düşünceler geçti aklımdan. Fakat o, bunların hiçbiri değildi. Sadece inatçıydı. Dökme demir gibi katı inatçı... “Paranın üzerinde devletin amblemi vardı. Ayaklar altında çiğnenirse olmazdı” diye düşündüm. “Almayı kabul edecek bir yoksula veririm ya da parti şube başkanına teslim ederim” diye eğilip parayı aldım. Paranın üstündeki tozu toprağı özenle silkeledim. Belimi doğrultup Kerem Kirpi’ye baktığımda, o sırıtarak bakıyordu. Bastıran akşam karanlığında, bana gerçekten de gülüyormuş gibi geldi: “Be eski montlu! Sen benimle alay mı ediyorsun?”

Parayı kendim sahiplenmek için almamıştım. İçimde öyle bir niyet asla yoktu. Buna rağmen kıpkırmızı oldum. Kızardığımı kendim de hissettim.

İdaremize verilen yoksullara destek amaçlı bir günlük denetim görevi sona erip geri döneli iki aydan fazla oldu. Kışın ayazı bitti, ilkbahar güneşinin zayıf ışıkları yayıldı. İlk uyanan başı sorguçlu hüthüt, eski damların üstünde ötmeye başladı...

Denetimden döndüğüm ilk günlerde, nedendir bilmiyorum, üzerimde bıraktığı etkiyi bir türlü unutamadım. Gördüklerimi, duyduklarımı, hissettiklerimi, üstlerime, dostlarıma, tanıdıklarıma hep anlatasım geliyordu. Gerçi epey sağlam bir denetim raporu da yazıldı. Yardım için verilen meblağın yerinde kullanıldığı, plânlanan yoksulluktan kurtarma görevinin yüzde doksan beş oranında yerine getirildiği hatırlatıldı. Kışı geçiremeyecekler ve erzakları yetişmeyenler için acil yardım gönderilmesi istendi. Dostlarıma, tanıdıklarıma ise fırsat buldukça anlatıyordum. Her yerde ve herkese anlatılacak kadar yeni hikâyelerdi sonuçta. Özellikle o inatçı yoksul Kerem Kirpi... Onun eşek gibi inatçılığını, beyzâde gibi kendini beğenmişliğini, ukalâlığını, görüşlerinin dökme demir gibi sabitliğini anlatmayı unutmuyordum.

Onun inatçılığı yüzünden Zeyköl köyünün de, idaremizin de başarılı olarak değerlendirilemediğini hatırlatıyordum. Onu cahil, ahmak, deli, geri zekâlı, salak diye nitelendirerek kızgınlığımı bastırıyordum. Ama nedense o inatçının kapısının önüne düşmüş beş yuanı ve onu benim aldığımı hiç dile getirmiyordum. Dile getiresim de gelmiyordu. Neden dile getirmek istemediğimi de bilmiyordum.

Böylece aradan iki ay geçti. İki ay dediğin de uzun zamanmış. Birçok şeyi unutturuyormuş. Günümüzde, iki ay önceki o bir günlük denetimi, köydeki gelişim ve yenilikleri, Kerem Kirpi’yi unutmuştum. Onlar gerçekten de unutulmuştu. Herhangi bir günde batıdan esen rüzgâr gibi, herhangi bir yılda akıp dinen damar suyu[v] gibi, herhangi bir zamanda dilenciye verilmiş sadaka gibi unutulmuştu. Onlar ebediyen unutulmuş da olabilirdi ama bugün gördüğüm gazete, âdeta rüzgâr gibi, sönen ateşi üfledi. Sönen koru alevlendirdi. Gazetede aşağıdakiler yazılmıştı: “Altın bulsa bile tenezzül etmeyen kahramana aferin!”

“Sayın Editör,

Ben sıradan bir tüccarım. İlçe pazarında kasabım. Bu yıl 25 Ocak’ta Kökkum köy pazarına iyi besili hayvan almaya gitmiştim. Niyetim biraz fazla koyun satın alarak yaklaşmakta olan Ramazan Bayramı’nda et pazarını daha da bereketlendirmekti. Maalesef kör talihin beni beklediğini kim bilebilirdi ki? Yolda giderken koyun satın almak için hazırladığım on bin iki yüz yuanı dikkatsizlikten düşürmüşüm. Paramı düşürdüğümü, bütün sermayemi kaybettiğimi anladığımda dünya başıma yıkılmış gibi hissettim. Ağladım, feryat ettim, umudumu tamamıyla yitirmiştim.

Her şeye rağmen durum tespiti için köy karakoluna gittim. Orada beni ne bekliyormuş, biliyor musunuz? Tam da işlenmemiş deriden palto giyen biri, parayı polislere teslim ederken içeri girmişim. Mutluluktan kalbim yerinden oynadı. Orada öğrendim ki, altın bulsa bile tenezzül etmeyen bu kahraman, Kökkum köyü Zeyköl Mahallesi’nden Kerem Ahun (Kirpi) adlı kişiymiş. O, pazara odun satmaya gelirken benim çantamı bulmuş ve içinde para olduğunu görünce doğrudan polis karakoluna getirmiş.

Ben ona teşekkürümü ifade etmek için bin yuan vermek istedim ama o almak istemedi. Ne kadar ısrar etsem de kabul etmedi. En son ‘Çocuklarına bayramlık’ diye iki yüz yuan uzattığımda onu da almadı. Anladım ki, o mâneviyatı güçlü bir insanmış. İnsanların faziletlisi, mertlerin merdanesiymiş...”

Yazının sonu, “teşekkür”, “aferin”, “bravo”, “sağ ol” gibi övgü cümleleriyle dolmuştu. Elimde gazete, oturduğum yerde kalakaldım. İnanmamak mümkün değildi. Adresi, ismi, hattâ lakabı açıkça belliyken inanmamak mümkün mü? En önemlisi, bu tür bir deliliği ancak o inatçı yapabilirdi. Emindim. O gerçekten o bir günlük denetimde kalbimde derin inatçılığının etkisini bırakan, uzun uzun konuştuğum, yoksul Kerem Kirpi’nin ta kendisiydi.

Böylece gazete, benim çoktan unutulmuş ve ebediyen unutulması mümkün olan hatıralarımı tazelemiş oldu. Kurumuş sazlık otunu bahar güneşinin yeşerttiği gibi yeşertti. Gözümün önünde Kerem Kirpi’nin sarı, köse yüzü, burma bıyığı belirdi. Onu yine uzunca bir zaman unutamayacak gibiydim, gerçekten de unutamayacaktım. Kalbimse, “Ah deli! Allah’ın verdiği şansı kabul etmeyen deli! Sen ömrün boyunca işte o inatçılığınla göçüp gideceksin herhâlde!” diye sesleniyordu.

(Şehit Nur Muhammet Tohti, Allah, ikramını bol eylesin!)



[i] Bu hikâyenin Haber Ajanda dergimizde tekrar yayınlanması için Doç. Dr. Rahile Kaşgarlı’dan özel izin alınmıştır.

[ii] Nurmuhemmet Tohti (2005), “Éşip Qalğan Bir Namrat”, Qarliğaç Uva Salğan Ayvanda, Pekin: Milletler Neşriyatı. 1-20.

[iii] Osma: Ezilip, suyu kaşa yakıldığında kaşın gür ve uzun olmasını sağlayacağına inanılan bir bitki türü.

[iv] Dongan: Müslüman Çinliler.

[v] Hoten’de, ilkbaharda suyun az olması nedeniyle derelere sırayla verilen içme suyu.