Doğu Türkistan

2019 yılında Çin’e bağlı Hong Kong’da kitlesel gösterilerin ana nedeni, Doğu Türkistanlıların Çin’e iadesini öngören yasa teklifiydi. Türklerle hiçbir kültürel ve dinî bağı olmayan Hong Kongluların “Türklerin Çin’e iadesini protesto etmek” için aylar süren gösterilerine karşılık, Türkiye’nin Meclis’ine “suçluların iadesini öngören bir anlaşmanın” gelmesi ve de Türkiye’de hiçbir kesimden hiçbir itirazın olmayışı ibretliktir.

TARİHÎ kayıtlara göre Türkistan adı, Soğd/Tacik dilinde ve ilk defa 7’nci yüzyılda yazılı kayıtlarda yer almıştır. 8’inci yüzyılda Arap coğrafyacıları/seyyahları “Türkistan” adını kullanmıştır. İranlı İbni Hurdazbih (Ö. 913), “Kitabü’l-Mesalik” ve “Memalik” adını verdiği coğrafya kitabında Türkistan’ı “Türklerin meskûn oldukları yer” diye açıklamıştır. Yazarı bilinmeyen Hudud El-Âlem (982) ise Maveraünnehir’i Türkistan’ın giriş kapısı saymıştır.

Arap coğrafyacıları çoğunlukla vahalarda yaşayan ve Fars olmayan göçebe topluluklar için Türk adını kullanmıştır. Türkistan ise “Türklerin yeri, Türklerin ülkesi” anlamına gelmek üzere Farsça “-istan” ekiyle birlikte kullanılmıştır.

13’üncü yüzyılda Türkistan’ın Moğollar tarafından işgaliyle birlikte coğrafya kavramı olarak Türkistan adı da yavaş yavaş etkisini kaybederek kullanılmaz duruma geldi.

Çinliler ilk defa 18’inci yüzyılda (1754-1760) Kalmuk Türklerini yenerek Türkistan’ı işgal ettiler. Bu tarihten sonra yaklaşık iki yüzyıl Çin işgali gidip geldi. Bazen Türklerin isyanı ile Çinliler geri çekildi, bazen de isyancıların bastırılması ile Çin işgali kaldığı yerden devam etti. Ancak bu süre içinde Çin hiçbir zaman Türkistan’ın tamamına hâkim olamadı.

Çin İmparatoru Qianlong’un görevlisi olarak Fransız Rahib Jean Joseph Amiot, yaptığı coğrafya araştırmalarında Türkistan’ı doğu ve batı diye ikiye ayırdı. Çinliler ise 18’inci yüzyıldan başlayarak Doğu Türkistan için “Xinijan” (Sincan) adını kullandılar.

Türkistan’da, Karahanlılardan (842-1212) sonra nihâî anlamda 1944’te ilân edilen Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ne kadar pek çok Türk idaresi kurulmuştur. 1872’de Yakup Han idaresindeki Doğu Türkistan Devleti, Osmanlı Devleti’nden yardım istedi. Padişah Abdülaziz’in yardımı ile pek çok tüfek ve topun da olduğu askerî yardım malzemesinin yanında Murat Efendi başkanlığında bir subay heyeti de eğitim vermesi amacıyla Kaşgar’a gönderilmişti.

Çin mezalimi

Günümüzde Çin işgali altındaki Doğu Türkistan’ın yüz ölçümü bin 665 kilometrekare. Nüfus ise tahminî olarak 40 milyon! Çin, bu nüfusu etkisiz hâle getirmek için zorla göç politikası uygularken, Çinli nüfusu da Doğu Türkistan’a yerleştirmektedir. Son yıllarda en çok haber konusu ise Türk gençlerinin birbirleriyle evlenmelerini engellemek için Türk gençlerinin Çin’in uzak bölgelerine götürüldüğü, küçük yaşlardaki Türk çocuklarının ailelerinden zorla koparılarak özel yurtlarda özel eğitimlere tâbi tutuldukları ve yasaklanmış olan İslâmî ibâdetlerin yapılıp yapılmadığını denetlemek için Türk ailelerine birer Çinli erkeğin yerleştirilmiş olduğudur.

Elbette bütün bunlara itiraz edenler, itiraz etme potansiyeli olanlar, Çin dışında olup Türklerle telefon ve benzeri yollarla iletişimi tespit edilenler ise özel toplama kamplarına götürülmektedirler.

Başta oruç olmak üzere pek çok İslâm ibâdeti yasaktır.

İşgalci Çin yönetimi doğrudan insanlar üzerine yaptığı bu zulümlerin yanında, câmileri, türbeleri, medreseleri yıkarak, mezarlıkları da ortadan kaldırarak Türklere ait somut eserlerin işaretlerini bile yok etmektedir.

Türkiye konuya pasif mi bakıyor?

Türklerin sorunlarına karşı kayıtsız kalmakla suçlanan Osmanlı Devleti, en zayıf döneminde bile askerî malzeme ve askerî bir heyeti 1872’nin şartlarında Doğu Türkistan’a göndermiştir. Osmanlı Devleti’nin siyâsî, ekonomik ve askerî şartlarına göre çok daha iyi durumda olan Türkiye ise, dünyada Doğu Türkistan diye bir yer yokmuş ve orada Türklere kötü bir şey yapılmıyormuş gibi sessiz, ilgisiz ve tepkisizdir.

Günümüz şartlarında kimse Türkiye’nin Çin’e savaş ilân etmesini, karadan ya da havadan bir askerî operasyon yapmasını beklemiyor. 2008-2010 döneminde olduğu gibi, Çin’in yaptığı zulümlere Türkiye’nin tepki göstermesi bekleniyor. Üstelik ABD ve AB üyesi bazı ülkelerin zaman zaman BM’de Çin’in aleyhine almaya çalıştıkları kararlara Türkiye’nin katılmaması da utanç verici değil mi?

Hatırlanmalı ki, Türkiye’nin Rusya ile çok yakın ekonomik, siyâsî ve askerî ilişkileri vardır. Buna rağmen, Türkiye başta Ukrayna ve Suriye konuları olmak üzere pek çok konuda da Rusya ile karşı karşıyadır. Her vesileyle Rusya’nın Kırım’ı işgal etmiş olmasını kınamaktadır.

Aynı durum Türkiye’nin ABD ile olan siyâsî, ekonomik ve askerî ilişkileri için de geçerlidir. Buna rağmen ABD, Kudüs’ü İsrail’in başkenti kabul edince Türkiye, İslâm İşbirliği Teşkilâtı’nı toplayarak ABD’nin bu kararını kınamıştır. Doğrusunu da yapmıştır. Türkiye 1963’ten beri ısrarla üye olmak istediği AB’nin Yunanistan ve Kıbrıs Rum yanlısı tutumlarına karşı da her zaman itirazcı olarak tepkisini göstermiştir.

Türkiye dış ticâretinin yarısını yaptığı AB’ye ve ardından ABD’ye karşı itiraz ederken, Çin zulümlerine karşı nasıl tepkisiz kalabilir? Cumhrbaşkanı Erdoğan, münasebet düştükçe “Dünya beşten büyüktür!” diyor. Dünyadaki pek çok sorunun o beşliden kaynaklandığını hemen hemen her uluslararası zeminde söylüyor. Bütün insanlık adına son derece haklı ve onurlu bir tutumdur bu tutum. Hatırlanmalıdır ki, o beşliden biri de Çin’dir. Filistin, Ukrayna, Kırım, Keşmir ve Suriye gibi konularda o beşliyi karşısına alabilen Türkiye, her nasılsa sıra Doğu Türkistan’a gelince beşliden yalnızca birisine, Çin’e karşı sağır ve dilsiz kalıyor.

Türkiye, Filistin-Kudüs örneğinde olduğu gibi İİT aracılığı ile Çin zulümlerini kınayabilir. İSEDAK aracılığı ile İslâm ülkelerini Çin ile olan ticâretlerini kesmeye, en azından azaltmaya çağırabilir. İSEDAK üyeleri bunu kabul etmezlerse, Türkiye, Çin ile olan ticâretini kesebilir veya en alt seviyeye indirebilir. Elliden fazla üyesi olan İSEDAK’ın ticârî boykotunu hiçbir ülke göze alamaz.

Peki, Türkiye niçin böyle davranmak zorundadır?

Türkiye daima mazlumlardan yana olduğunu açıklamakta, insan hakları ihlâllerine karşı tahammülsüz olduğunu ilân etmektedir. Doğu Türkistan’da ise Çin’e ait zulmün her türlüsü vardır. Oradaki insanların hakları ihlâl edildiğinden, oradaki Müslümanlara dinleri sebebiyle zulmedildiğinden, oradaki Türklere etnik yapıları nedeniyle baskı yapıldığından dolayı Türkiye onlara sahip çıkmak zorundadır.

Bütün bunların dışında, Türkiye, Çin ile “2017’de suçluların iadesi anlaşmasını” yapmıştır. Böyle bir anlaşmaya Türkiye’nin ihtiyacı var mıdır?

Çin’in suçlu saydığı kimleri Türkiye iade edecektir?

Bu sorunun cevabını herkes biliyor. Ki Türkiye, anlaşma ile kendini bağlamıştır. Yakın bir zamanda TBMM’den onaylanıp yürürlüğe girmesi hâlinde Doğu Türkistanlı mültecileri Çin’e iade edecektir. Böyle bir işlem, Çin zulmüne ortak olmak değil midir?

Oysa Türkiye’nin ABD ve Rusya örneğinde olduğu gibi, ABD ve Rusya ile bütün ilişkilerini, ticâretini kesmeden bu ülkelerin yaptığı zulümlere, işgallere itiraz ettiği gibi, hiç olmazsa Çin ile de ilişkilerini bütünüyle kesmeden, Doğu Türkistan’da yapılan zulümleri kınayabilir. Dünya gündemine gelmesine, uluslararası toplantılarda konu edilmesine aracılık edebilir. Böylece Doğu Türkistan’a karşı kardeşlik görevini yetersiz de olsa yerine getirmiş olur.

Çin ile yapılan suçluların iadesi anlaşmasının iptal edilmesi, Türkiye’ye olan güveni arttıracaktır. Kendi milletinden olan mazlumlara ilgisiz kalan Türkiye’ye başka ülkelerin mazlumları nasıl inanabilecektir? Türkiye’nin Doğu Türkistan siyâseti (belki siyâsetsizliği), mazlumlardan yana olmak, dünyanın beşten büyük olması gibi söylemlerini de anlamsız hâle getirecektir.

Türkiye, diplomatik ve ticârî ilişkileriyle Doğu Türkistan’ı, olabileceği kadar, oranın sahipleri için yaşanabilir bir yer durumuna getirmelidir. Türklerin kamplara götürülmelerine, göç ettirilmelerine ve Doğu Türkistan’a Çin nüfusunun yerleştirilmesine görüşmeler yoluyla engel olmaya çalışmalıdır.

Bunun için savaş ilânı veya savaş söylemi gereksizdir. Başta İSEDAK üyesi bazı ülkeler olmak üzere başka birtakım ülkelerin yardımlar ile Türkiye böyle bir sonucu bütünüyle elde edemese bile Çin’in işgal, tehcir ve zulüm politikalarında önemli değişiklikler yapabilir.

Doğu Türkistan’da Çin, önemli bir nüfus değiştirme politikası yapmaktadır. Türkiye, oradaki Türk nüfusunu daha da azaltacak şekilde, Türkiye’ye göçlerini teşvik etmek yerine her nasılsa Türkiye’ye gelmiş olanları iade etme yanlışından vazgeçmelidir. Suçluların İadesi Anlaşması, yeni Boraltan Köprüsü facialarının tekrarlanması utancından başka bir şey değildir.

Boraltan Köprüsü Faciası nasıl ki İnönü döneminin hayırla anılmasına engel ise, benzeri durumları fazlası ile Türkiye’ye yaşatacak olan bu anlaşma da Cumhurbaşkanı Erdoğan dönemi için aynı sonucu doğurma potansiyeline sahiptir.

2019 yılında Çin’e bağlı Hong Kong’da kitlesel gösterilerin ana nedeni, Doğu Türkistanlıların Çin’e iadesini öngören yasa teklifiydi. Türklerle hiçbir kültürel ve dinî bağı olmayan Hong Kongluların “Türklerin Çin’e iadesini protesto etmek” için aylar süren gösterilerine karşılık, Türkiye’nin Meclis’ine “suçluların iadesini öngören bir anlaşmanın” gelmesi ve de Türkiye’de hiçbir kesimden hiçbir itirazın olmayışı ibretliktir.

Hong Kong gibi yerlerdeki gösteriler, Doğu Türkistan’daki işgal ve zulümlere insanlığın ortak vicdanî tepkisinin bulunduğunu göstermektedir. Türkiye bu ortak insanî tepkiyi geliştirmeye katkı sunmalıdır. Çin gibi işgalcilere karşı ortak insanlık tepkisi ile daha kolay ve etkili sonuç alınabilir.

Üstelik Türkiye’de bazı siyâsî parti ve çevrelerin Doğu Türkistan’da yapılan zulümleri Çinlilerden daha çok savunmaları da Türkiye’de utanılacak bir çevrenin varlığına işaret etmektedir.


İbni Havkal, 10’uncu Asırda İslâm Coğrafyası, Tercüme: Ramazan Şeşen, İstanbul 2014